metin akpınar'ı bilirsiniz. belki bilmediğiniz bir özelliği dost meclislerinde kurduğu sofralardır. o sofralardaki yeme, içme, sohbet faslı en az bir beş saat sürermiş. o sofrayı paylaşanlar büyük bir zevk alırlarmış üstadın muhabbetinden.
e nasıl almasınlar ki, uzun bir vakit ayrılıyor, bu uzun vakit içinde tahminimce insan yediği yemeğin de, içtiği içkinin her yudumunun da zevkine varabiliyordur.
çünkü aceleleri yok, orada yaşanılan her anın tadını çıkarabilirler.
ne alaka diyorsun di mi? deme, aşk'da böyle bir şey. dar zamanlara, mekanlara, aceleye gelmiyor. ayak üstü yaşanmıyor. zamanını istiyor, her anını talep ediyor senden.
oysa günümüz dünyasında kimselerin kimselere verecek zamanı yok bu kadar. herkesin bir acelesi var, her şey hızlıca olmalı, bitmeli. tv ekranında bile eğer bir sahne biraz uzarsa zaplıyoruz hemen, beklemiyoruz.
nasıl olmuş, neden olmuş bilmiyorum ama hızlıca tüketmek ruhumuza işlemiş artık. hızlıca tüketip, elimizdekini bir anda bitirip yenisini almamız kodlarımıza işlenmiş.
aşklarımız da hızlı artık bizim. eskilerin bir ömre süren sergüzeştlerini haftalara sığdırıyoruz biz.
leylarımızın da mecnunlarımızın da isimleri takvimde değişen ay isimleri gibi hemen değişiyor.
e bu kadar hızlı, bu kadar ayak üstü yaşadığımız için damağımızda kalmıyor hiçbir duygu, tadını almadan iniyor aşağılara.
burası sözlük illaki tanım dersen, hani bir laf vardır ya, nasıl yaşarsan öyle ölürsün diye, aynen öyle işte, nasıl yaşarsan öyle seversini belirten bir önerme.
Aşk, nescafe üçü bir arada ile kıyaslanırsa yavandır, aşk; sıcak bir simit gibiyse yanında peynir de olmazsa yavandır. Ne diyorum ben üfürükten teyyare düşüncelere, tey allahım.