Yaşam nedir bilmeyen şapşalın biri, bir gün:
"Kış yaz deme, oku yaz" diye hikmet buyurmuş.
Bu söze inananlar, tatmadan bayram düğün;
Geçmişler mevsimleri, kahrı omuza vurmuş.
Okuyup yazmak tamam. Ama peki yaşam ne?
Ne zaman düşünmeye başlasam bu soruyu,
Görünüverir birden, varmak için dibine
ine çıka bıktığım; belalı bir kör kuyu.
Dün gece urgan yaptım sigara dumanını,
Kuyunun tılsımını mutlaka bulmak için.
Bir ses duydum derinden: "Harcama zamanını,
Bilemez bu soruyu ne şeytan, ne in, ne cin."
Ve bana şu öyküyü güle güle anlattı:
Çok zengin biri varmış, deniz gibi serveti.
Her şeyi görüp tatmış, aşktı, villaydı, yattı,
Şampanyaydı, havyardı velhasıl her nimeti...
Sonunda bir yavanlık duyar olmuş gönlünde...
"Gezi, kumar, eğlence, müzik, spor, kadın, kız...
Milyonları erittim, zaman oldu bir günde;
Ama hiç anlamadım dünyada neden varız?
Biri açıklamalı yaşamın anlamını,
Bunu öğrenemeden ölürsem yazık olur.
Çağırın papaz, haham, her dinin imamını;
Arayan biriyim ben... Arayan elbet bulur."
Din bilginleri gelmiş. Bir şeyler söylemişler...
Sonra ozanlar gelmiş. Düşünürler sonra da...
Zengin tatmin olmamış. "Öyleyse bak, demişler.
Bir bilge var Tibet'te; git ona sor orada.
Bu soruyu düşünür, bir mağarada oturmuş.
Evrenin gizlerini elbet çözmüş olmalı."
Zengin hemen tez elden, bir koca kervan kurmuş.
Satmış cümle mülkünü; ne ev kalmış, ne yalı...
Kervan düzülmüş yola, dağlar, nehirler, yarlar...
Ama bir kısmı ölmüş yardan yuvarlanarak...
Bir kısmını ormanda mahvetmiş canavarlar,
Yıldırımla bir kısmı kömür olmuş yanarak...
Giysisi lime lime, sonunda eski zengin,
Bir karış sakalıyla Tibet Dağı'na gelmiş.
Düşe kalka tırmanmış mağarasına bilgenin.
Sisli ufuklarıyla, doğa müthiş güzelmiş.
Dizlerinde yaralar, kan içinde elleri,
Bağırmış son gücüyle: "Hey bilge neredesin?"
Bir ihtiyar, bembeyaz sakalının telleri,
Görünmüş gülümseyip: "Gel, içeri giresin..."
Bitkin adam çökerek hemen secdeye varmış:
"Bir müşkülüm var" demiş. "Nedir yaşam söyleyin"
ihtiyar o sırada sakalını okşamış;
"Yaşam mı?" demiş; "yaşam bir ırmaktır, çok derin."
Yerden doğrulmuş adam: "Ne demek, demiş, ırmak?
Ne aptal söz bu böyle. Duymak için mi bunu,
Onca çölleri geçtim; dağ, tepe, yol aşarak.
Bunu duymak için mi, tüm varını yoğunu,
Yitirmiş; bir ahmağım? Bir ırmakmış... Lafa bak."
ihtiyar afallamış, sakalcığı titremiş.
Zar zor kekeleyerek, "Irmak... Çok derin ırmak...
Değilse ne öyleyse? Siz... Siz söyleyin" demiş.