böyle işte o toprak gözlü meleği ilk görüşüm. ve yıllar sonra karşıma tekrar çıkması, tam da yaralarımın yeni yeni kabuk bağlamaya başladığı bugünlerde bir tesadüf müydü? yaptığımız birtakım tercihlerin çizdiği bir kaderin mi oyunuydu bunlar yoksa başından beri alnımıza yazılmış olan bir kaderin mi oyunuydu? bilmiyordum, hiçbir şey bilmiyordum. sadece o na duyduğum sevginin acısını hissetmiştim derinlerimde. öyle bir acı ki.. uzun süren bir ilişkinin kalıntıları hatırlandıkça acı etkisi yapar. benimki ise bol acılı olmuştu.
caddenin karşısına geçtiğim yetmez gibi önüme çıkan ilk ara sokağa girdim. eski bir apartmana yaslandım. caddeye doğru baktım. araç ve insan trafiği farklı yönlerde akıyorlardı. saatlerdir devam eden yağmur şehri tertemiz yapmıştı. bir kirli ben kalmıştım. toprak gözlü melek ise cennetine gitmişti bile. bense eski apartmana dayanmış bir halde yağmurun dinmesini, kalan son gözyaşlarımın da yağmura karışmasını bekliyordum. belki de uzun zamandır bana uzak olan cehennemimin gelmesini bekliyordum..
epey bir zaman öylece kalakalmışım kafenin önünde sırılsıklam bir şekilde. havada asılı duran tüm yağmur damlaları aynı anda harekete geçiyor yer in çekim gücüne karşı koyamayarak. ve dünya yeniden usul usul dönmeye başlıyor. kimse farkında değil belki ama dünya bir duruyor bir dönüyor bu hayatta.
bir melodi dolaşıyor kulaklarımda, tanıdık bir melodi. cep telefonumun çaldığını geç de olsa anlıyorum ama bir mutluluk ki bütün bedenime yayılmış, yüzümde daha önce görülmemiş bir aptal gülümsemesi.. ve dünya hızla döndükçe ben de normale dönüyorum. arkadaşlarım kafenin dışına çıkmış, şaşkın bir halde bana bakıyorlar. ben ise diyecek bir şey bulamıyorum bu yaşadıklarıma..
" abi ne oldu?" diye soruyor Ahmet.
"bir şeyim yok, iyiyim." diyorum hafifçe duraksayıp.
Selçuk kolumdan tutup "hadi içeri geçelim, anlat bir şeyler olmuş sana." diyor.
" tamam kardeşim." diyorum ve iki yanımda iki kol kafeye giriyoruz.
kendi yoluma devam ettim, bizimkiler meraklanmış olmalıydı. yağmur yeniden hızlanmıştı, şemsiyemi neden almadım diye düşündüm bir an için. sırılsıklamın da ötesine geçmiştim artık. şifayı kapmak için bu kadar istekli davranmamıştım daha önce. yağmura ayak uyduran adımlarımla hafif yokuş aşağı giden uzun sokakta ilerledim. bir sağa bir sola özensizce park edilen arabaları tekmelemek istedim. yapmadım. önüme bakarak yürümeye devam ettim. yere düşen yağmur damlalarına tek tek basa basa yürüdüm. uzun ve dar sokağın sonundan sola dönüp geniş caddeye çıktım. artık iş çıkışı saatleriydi. cadde her günkünden biraz daha kalabalıktı. rüzgar tam karşımdan hışımla esiyordu..güneş yeniden boy göstermişti kül rengi bulutların arasından..
arkadaşlarımın bulunduğu kafenin önüne kadar geldim. yağmur yavaşça yağıyor, güneş de yağmur suyunu yavaşça ısıtıyordu. kafenin kapısı açıldı ve dışarıya kahve renginin en güzelini gözlerinde taşıyan bir kız çıktı. o anda sanki tüm yağmur damlaları asılı kalmıştı havada. ve sanki her damlada bir gökkuşağı oluşmuştu. dünya çoktan bırakmıştı dönmeyi. sanki tüm evren benim gözlerimin baktığı yere bakıyordu.. kahverengi saçlarını şöylece sağına doğru attı usulca. arkadaşlarının yanında bir melekti adeta. ve ben ona hayran bir şekilde bakakalmıştım. şapşal bir gülümseme vardı kesin o an yüzümde. ya karşımda; dünyanın en güzel gülümsemesi. bir arkadaşı bir şey anlatıyordu, bu kız da ona gülüyordu galiba. hep gülsündü o, ne güzel gülmekti o öyle..
aralarında kahve gözlü meleğin de bulunduğu dört beş kişilik grup önümden yavaşça gittiler. ben ise kafenin hemen beş adım önünde saplanmıştım yere.
dünya durmuştu ya artık ben de durmuştum..
unuttum sandığım bir anda acı bir fren sesiyle gelen bir aşktı bu. hafızamı şöyle bir yokladım, aslında gerek yoktu hafızamı yoklamama, her an, o anı yaşıyor gibiydim..
yıllar önceydi. bu yıllara nazaran epey mutlu olduğum zamanlar. ya da mutlu olmanın ne demek olduğunu bilmediğim zamanlar. yine yağmurlu bir gündü. o günü bugünden ayıran şey gökkuşağıydı. iki tane birden gökyüzüne bir gerdan misali asılı duruyorlardı. bu manzara bile beni mutlu etmeye yetiyordu o zamanlar. şimdiyse yalancı bir gülümsemeye yeter belki..
ütüsüz bir gömlek, ütüsüz bir ceket ve soluk bir kot pantolon. dişimi yeni fırçalamış, doğruca evden çıkmıştım. dışarıda mis gibi bir hava vardı. ılık bir rüzgar, ılık bir yağmura karışmıştı. "iyi ki sabah çıkarken yüzümü yıkamamışım." diye düşündüm. yağmurda yıkanmak kadar temizi olamazdı. her şey gerçekten güzel olacak diye bir cümle kursalardı bana daha önce. o gündü belki de, o her şeyin güzel olacağı gün.
arkadaşlarım, eve yürüme zamanıyla on dakika kadar uzaklıkta bir kafede beni bekliyorlardı. hem alışkanlık hem başkasını bekletmeme isteğim hızlı hızlı yürümem için yeterli sebeplerdi. yolda yürürken gülümsediğimi o gün otobüs durağının camından yansıyan yüzümü görmemle fark ettim. evet mutluydum işte.
gökkuşağı yerdeki su birikintilerinden yansırken gözüme daha da mutlu oluyordum. her zamanki kısa yoldan gitmek yerine uzun yolu tercih ettim, zaten vaktim daha vardı. uzun yol bir okulun önünden geçiyordu. ilkokul öğrencilerinin çıkış saat gelmişti anlaşılan. veliler okulun önünde ayrı bir kalabalık oluşturmuşlardı. bir öğrenci gördüm, kahkahalar atan arkadaşları arasında mahcup ve mahzun bir çocuk. ne olduğunu merak ettim. dalga geçiyor olmasınlardı. bir şeyler yapmak istedim, okulun duvarına yaslanıp olacakları izlemek için bekledim.
yaşıtlarına göre ufakça bir çocuktu bu. galiba yaşıtlarıydı o çevresindekiler. kıvırcık saçlı, oldukça beyaz tenli, ilk görüşte şımarık bir karakter uyandıran bir erkek çocuğuydu bu. yaşı yedi ile dokuz arasında olmalıydı. arkadaşları on bir on iki yaşlarında gösteriyordu. bir zaman sonra arkadaşları yavaş yavaş dağıldı. yalnızca bu çocuk kaldı. annesi babası yol üstünde olmalıydı, bir işi çıkmışlardı besbelli. biraz daha sonra yaşlı bir kadın geldi. minik çocuğun ellerinden tuttuğu gibi geldiği yöne yürüdüler. peşlerinden gitmek istedim, gitmedim.
kalabalık iyice artmıştı günün ilerleyen saatlerinde. ufacık kaldırımlardan taşan insanlar yolun bir kenarında yürümeye devam ediyorlardı. ben de kaldırımda herkese çarpmaya devam etmek istemedim. kendimi yola attım ki keskin bir fren sesi ile irkildim.
kırmızı renkteki minik araba dizlerimin hemen önünde durdu. hep araba altında öldüğümü hayal etmiştim ve ilk kez bir hayalime bu kadar yaklaşmıştım. bu hayali gerçekleştirmek de ellerimde değildi, diğerleri gibi. kırmızı minik arabadan artık rüyalarımda bile göremediğim, unutmaya yüz tutmuş hatıralarını hatırlayıp kendimi avuttuğum toprak gözlü, gökyüzü gibi geniş kalpli, ıssız bir çöldeki kumullara benzeyen ten renkli biri çıktı. kalbim yıllardı ilk kez kulaklarıma böyle haykırmıştı. bir anda kaldırımdaki tüm kalabalığın gözleri benim üstüme çevrildi. benim gözlerim ise toprak gözlü bir perinin gözlerine kitlenmişti. adı sevil di. adı sevil olmasa da severdim ben o nu. kalabalıklar içinde yağmur altında parıldayan bir gökkuşağı gibi izliyordum onu. şaşırmıştı, şaşırdığında kaşları birbirine yaklaşırdı. yine aynısı oldu. demek ki hiç değişmemişti. dünyaları durdurabiliyordu hala gözlerine baktığımda. o kocaman gözlerine baktığımda zamanı durdurabiliyordu hala. eski bir aşk melodisi çalacak sandım o an. bekledim, çalmadı.
çevirdim gözlerimi zaman devam ettiği kaldığı yerden, dünya devam etti yeniden dönmeye. o gitmişti ya hani ben de öylece bir şey söylemeden gitmeye çalıştım oradan. bedenim gitti, kalbim kaldı orada. hızlı adımlarla karşıya geçtim. geriye bakmaya yine çalıştım her defasında. yapamadım..
beş lira bıraktım hesabı istemeden tabağın üstüne. kalktım yerimden. içerisinin çok sıcak olduğunu dışarı çıkınca fark ettim. ilk adımımda akciğerlerime dolan soğuk hava ferahlattı bedenimi. yağmur tüm şehri yıkamaya devam ediyordu. bir ben kirli kalmıştım bir de hayallerim kursağımda kalmıştı.
hızlı adımlarla yürümeye devam ettim. bir dilenci gördüm ıslak kaldırımda yalın ayaklı halde dolaşan. gözlerine bakmaya dayanamayacağımı bildiğim için yola doğru bakarak cebimdeki tüm bozuklukları bıraktım kalbinden geçen tüm ızdırabı hissettiğim ıslak ellerine.
evden çıkıp gitmek ve bir nebze rahatlayabilmek için yıllarımın geçtiği şehri terk ettiğim gece aklıma geldi. hava aynı şimdiki gibi griye çalıyordu. gri ile yağmurun en güzel karışımıydı hava. bir ceket bir bavul bir de ben. hayallerimi sığdırmaya çalıştım bavula. bir bütün halde hiçbir hayali sığdıramamıştım. elime aldığım çekiç ile parçaladım tüm hayallerimi. hepsini olmasa da bir kısmını sığdırabildim böylece. mesela mutlu bir insan olmayı hayal etmiştim. ve sadece insan olabilmiştim. çok sevdiğim kız beni de sevsin diye hayal etmiştim. ve sadece çok sevmiştim. işte böyledir hayaller. bir ucundan kırptığında hayalin, o hayal kabusun olur.
çok büyük acılar yaşamamıştım belki ama çok büyük acıları hissetmiştim. acılar benim olmasa da sahiplenmiştim hepsini. istemedim başlarda ama misafirperverlikti benimkisi. hiç gitmeyeceklerini nereden bilebilirdim. hiç bilmediği bir yerden hiç bilmediği bir yere giden yolcuydum ben. acılar ise benim ebedi misafirlerim.
kalabalık caddeyi boylu boyunca yürüdüm. otobüs durağına yaklaşırken iki polisten biri durdurdu beni. "kimlik..?" dedi sadece. "kim olduğumu mu anlatmamı istiyorsun." dedim. cevap hakkı tanımadan devam ettim. "ben kimseyim. bir gölge gibi düşün beni. işlemeyen bir saat gibi düşün. atmayan bir kalp gibi düşün. gereksiz bir bilgi gibi düşün. gecenin ötesine, acının derinine giden bir zavallı gibi düşün beni. en çok sevdiğin şarkının en saçma sözleri gibi düşün beni. anladın mı?" yüzümü yerden kaldırıp polise doğru bakmak istedim. gitmişti....
"her zamanki gibi" dedim. başımı öne eğerken gördüm o gökyüzünü en güzel yansıtan gözleri. yaralarım daha kabuk bile bağlamamışken sevemezdim başkasını. kaçırdım hemen gözlerimi.
"iyi bakalım." dedi.
"görüsürüz" dedim yanıt beklemeden yağmurun temizlemeye çalıştığı kalabalığa doğru hızlı adımlarımla ilerledim.
her adımda bir kez daha dönüp bakmak istedim o na doğru vazgeçtim her adımda. bir sigara daha yakmak istedim. sigara içmeyenlerin en büyük derdi buydu işte. sigara içmen gereken bir an gelir ve sigara içmediğini anımsar ve içmediğine üzülürsün zaten üzgün olduğun yetmezmiş gibi.
ahmak ıslatan mı yoksa aşık ıslatan yağmuru muydu bu bilmiyordum. ince ince seri bir biçimde sürekli yağan damlalardı beni ıslatan. ve yağmura karışıyordum her adımda. her adımda adını unutmaya çalışıyordum. olmuyordu.
uzun ve dar caddede insanlara çarpa çarpa ilerliyordum. bir bekleyenim varmış gibi arada bir saate bakıyordum. yoktu bekleyenim. hızlı yürümeye çocukken alışmıştm. annem ile pazara giderdik beraber. ben her defasında kaybederdim onu. işin kötü tarafı pazar yeri evin öyle ters tarafındaydı ki annemi kaybettiğim yetmezmiş gibi yolumu da hep kaybederdim. bir o yana bir bu yana hızlı hızlı yürürdüm, bazen koşardım. tanıdık bir yüz görünce hemen onu takip ederdim, bizim evin oraya gidiyor diye. evi bulurdum nihayetinde ama annem in telaştan yüreği ağzına gelirdi, benim korkudan yüreğimiz ağzıma gelirdi.
bu kez pazar yerinde değil de dünyada kaybolmuştum. aslında kaybolmuş sayılmazdım, çünkü gidecek yeri olmayan biri kaybolamazdı.
yorulduğumu hissettiğimde hızlanan da yağmurun etkisiyle caddenin sonundaki köşe başında köhne bir yer gibi duran simitçiye girdim. giriş kapısının hemen solundaki dört kişilik bir masaya oturdum. sonra tek olduğumu fark edince iki kişilik masaya geçtim garson gelmeden. dünyanın düzeni buydu. yalnızlara bir simitçide bile yer yoktu. eski kahverengi masanın üstüne dökülen damlalar sırılsıklam ıslandığımın işaretiydi. iri yapılı, saçları hafifçe dökülmüş, ve cüssesinden beklenmeyecek bir mahcup edayla ne istediğimi soran garson. bir şey istemiyorum kardeş demek isterdim. mahcup bakma bana yeter. ben bu dünyaya mahcup bakmaktan usanmısım sen yapma bana bunu. "bir simit." dedim sakin ses tonumla. "çay da ister misiniz?" diye sordu garson. evet der gibi gözlerimle anlatmaya çalıştım derdimi. beceremedim. kesik bir sesle "evet." diyebildim.
hala birini bekliyormuş gibi yapıyordum. garson da siparişleri getirmeye gitmişti bu arada. ara sıra saatime bakıyor, kendi masama kendimi bekliyordum adeta. caddeyi gören camdan dışarı seyretmeye başladım. kalabalık bir caddeydi burası. uzun ve kalabalık. insanların amaçsızca sağa sola yürüdüğü bir cadde. elleri birbirinde kaç aşık geçmişti bu caddeden? kaç aşık son vermişti sevdasına bu caddede? kaç kaza olmuştu da kaç beden serilmişti bu isli asvalta? garson siparişleri getirmişti. düşünmedim daha fazla. hayatın üstüne fazla kafa yormayacaktım artık. garson başka bir şey isteyip istemediğimi sormadı. anlamıştı beni. yalnızlığımın üstüne gitmek istememişti belki de. yine neler düşünüyordum öyle. simitten bir parçayı attım ağzıma, biraz da çay yudumladım. hayatın bir simit ve bir yudum çayla daha güzel olduğunu anladım..
çayı bitirdiğimde ilk kez simit de çayla aynı anda bitmişti. hayatın güzelliği de sona ermişti belirsiz bir süre için. hiç bilmediğim bir yerlerden gelen soğuk hava dalgaları caddeye çıktığımda hissettirmişti kendini. yağmur giderek hızlanıyordu. kalabalık giderek çoğalıyordu. insanların arasına öylece karışabildiğimi görünce üzülmüştüm daha önce. benim kendim olamadığım yetmezmiş gibi davranışlarım da kendileri gibi olamıyorlardı..
üye olmadan önce okuduğum hergün saatlerce baktığım ama sonu gelmeden yarım kalan aşk hikayesidir. Hala arada acaba yazmışmıdır diye kontrol ettiğim yazıdır.
kukla nın başladığı işi bitiremediğinin bir başka kanıtı . yazamıyorsan yazmayacaksın efenim yok modlar böyleymiş şefkim kırıldı falan . hepsini uzun bir şekilde yaparsın okuyucuna aktarırısın . veya başka başlıkta bu bu yazının devamıdır dersin . yok yaa okumam ben seni artık. hatta silik ol hacı sen . ciddiyim .
tecavüze uğramış kadına aşık olan bir adamın hayat hikayesidir.
bu yazıyı kaleme alırken çok iştahlıydım. yazdıkça yazasım geliyordu. rahatlıyor gevşiyordum. bazen de çok darlanıyordum. o günleri anlattıkça, o günler aklıma geldikçe klavye başından kalkıp sigara yakmaya çıkıyordum. döndüğüm de ise derin bir nefes çekip tekrar yazmaya başlıyordum. bazen de hiç yazasım gelmiyordu.. özetle terapi gibi bir şeydi bu.. 3-5 kişinin okuduğunu bilmek beni mutlu kılıyordu.
aslında hikaye bundan sonra başlayacaktı. bu zamana kadar tecavüze uğrayan bir kadın anlatıldı ve ona aşık olan bir adam vardı. bundan sonra ise aldatıldığını öğrenen bir adamın hikayesi başlayacaktı. aysima yı evden kovmayı deniyecek ama başaramıyacaktı. çünkü aysima nın hamile olduğunu da duyacaktı. baba olacağını duyar duymaz dünya başına yıkılacaktı. evlenmiyecekti ama..
aile içindeki gerilimleri, kürtajın ne denli adama koyduğunu yazacaktı.
ayrılığı anlatacaktı, terk etmeyi ve ölümü yazacaktı. intihar psikolojisini işleyecekti.
sevgiliye tecavüz eden adamla karşılaşılan ilk anı aktaracaktı ve daha bir sürü dramı ele alacaktı.
ama olmadı. hiç tahmin etmediği bir salaklıkla karşılaştı ve lanet olsun ki hikayesi adı gibi yarım kaldı;
okuyan, destekleyen ve takip eden o 3-5 arkadaştan özür diliyorum.
takip edenlerden tekrar tekrar özür diliyorum.. ama cedrik'in dediği gibi; eğer 31 yaşındaysınız ve uludağ da yazarsanız hayat cidden çok tuhaf. kusura kalınmasın!