Altmış yaşındaydı,yüzüne baktım. acemi bir heykeltraşın elinden çıkmışcasına derin çizikler oluşturmuştu yüzünde "zaman". yarım bırakılmış, tamamlan"a"mamış bir büstün donuk gözlerini izlerken, sol yanağında, iyice süzdükten sonra farkedebildiğim en derin zaman kesiğinin izini gördüm. kusurluydu yüzü. ama o görmüş geçirmiş çınar yeşili gözleri tüm donukluğuna rağmen kusursuz bakıyordu. umrunda değildi belli ki yediği darbeler; gelen, geçen, soran, eden... o dükkanının önünde, taburesine gömülmüş öylesine oturan herhangi biriydi.
Ne demişti: Kadın kredi kartı gibidir yeğenim. ama kullanabilirsen...
selam verdim ve bende çektim bi tabure, çay istedim; koyu... tıpkı sohbet gibi. başladı "görmüş" adam gördüklerini bana da göstermeye. uzun uzun dinledim. yüzlerce defa başka yaşlılardan, başka başka "görmüşlerden" duyduğum o hırıltılı sesin, seslere sağır bir insanın ancak dinlemeyi keşfetmiş olduğunda "keşfedebileceği" hazzı , o kısacık o küçücük "geniş zamanda" bana nasıl yaşattığını; çay yudumlamalarımızda, nefes alış aralarımızda, bir an gözgöze gelip sessiz kaldığımızda, özellikle de o sustuğunda düşünmeden edemedim.
Yorgundum. oturacak yer arıyordu zaten gözlerim. Bir de uyumak istiyordum çok. Ama adamın öyle gür sesi vardı ki konuşurken uyuklamana fırsat vermeyen, sen uyuklarken rüyanın seyrini değiştiren uyku dışı bir ses gibiydi onunkisi. Sustum ve dinledim.
osmanlının en çileli yıllarında,93 harbinde; yaşlı adam, büyük büyük ninesi ve dedesinin, sırtında ağır ağır ilerledikleri atın dışkısını yerden isteksizce toplayıp, alelade bir kapkacağın içine koyup, açlıktan ve yokluktan çorba niyetine içtiklerini bana anlatırken, ben, cetlerimiz midem için çileler yutmuşken boğazlarından aşağı, bugün hangi leziz yemeği yediğimi hayretle düşünerek buldum kendimi. irkildim. gözgöze gelen hisler ve yaşlı adamın yüzünde beliren iğneleyici ama çok şey anlatan anlamlı tebessüm; o an, o saniye aynı şeyleri düşündüğümüzü gösteriyordu bana. Belli ki hayat zorlamıştı onu da dedesi ve ninesi gibi. Hani insanların hayatlarında hep bir kırılma noktası vardır ya yüzseksen derece çevirir kaderinin yönünü, yaşlı adamın hayatı o doğmadan önce bu hikayeyle kırılmış. Bebekken hikayeyi emzirmiş, çocukken hikayesiyle oynamış, gençken hikayesiyle çalışmış. Hikayesiyle yaşlanmış, ve büyük ihtimalle de hikayesiyle ölecek.
Ne düşündüğümüzün çoğu zaman farkında olmadığımızı "düşünürüm". Ama şimdi farkındayım. "şimdinin" pompaladığı mesajlar "geçmiş" olurken her saniye yeni bir cümle oluşturuyor hikayemize. Kader eline almış tükenmez kalemi sürekli bişeyler karalama derdinde. Keşke kalemlerimiz bizim elimizde olsaydı. benim kalemim kırmızı olurdu. Hiç "karayazım" olmazdı mesela. Ne güzel olurdu değil mi gazete kağıtlarını üzerine yorgan yapmış "soğukla" ısınmaya çalışan, elindeki tineri anası bellemiş, ona sıkıca sarılmış bir çocuğun "abi allah rızası için yirmibeş kuruş" demediği bir dünyayı görmek. Oysa "ellerimiz mahkum". Kelepçeliyiz. Kelepçeli bir elin parmakları kadar özgürüz. Ne kadar yazabiliyorsak...
Sonra durdum ve sadece onu izledim. "ihtiyar delikanlı" hitabet sanat ının bütün inceliklerini sergiliyordu. ilkokul mezunu olmasına rağmen kelimeleri seçerken tane tane vurgulamaya, tonlamaları ayarlamaya, jest ve mimiklerini kullanmaya azami gayret gösteriyordu. Mermer ustası olmasa iyi bir siyasetçi olabilirdi. acaba yalan söylüyor muydu ? belki de söyleyemediği için siyasetçi olmamıştır.
"dini imanı para olan insanlarla yaşıyoruz. bak evladım, insanı oluşturan beş temel şey var.( teker teker kapanacak olan parmaklarını yüzüme tokat atacakmış gibi açmıştı.)Su, toprak, hava, güneş ve "para". eğer insanlık tanrıdan önce parayı keşfetmiş olsaydı, paraya tapardı..." (tokat atmamıştı belki, ama o kapanan parmaklarından sağlam bi yumruk yemiş gibi hissettim kendimi.)
Para; herkesin elde etmek için çabaladığı katil. Duyguların, sevginin, mutluluğun şimdiki ölçü birimi.ah ne kadar da kolaydı onun için ikiyüzlü olabilmek. Masum zannediyorduk bazen. Aslında hep kirliydi, "helal" sıfatı bile yakıştırılırken ona. Para niçin bu kadar önemliydi ? Biz mi onu yaratmıştık gerçekten ? bir lidyalının elinden mi çıkmıştı bugün kaygılarımı, kederlerimi, amaçlarımı, hayallerimi satın alan şey. yoksa o mu yaratmıştı beni. ona borçlu muydum ? bana vaadettiği bir cennet vardı evet !! Yokluğu cehennemdi benim için.. Düşünüyorumda galiba herkes ona borçluydu. Nedense kuralları hep o koyardı. Zarlar hep onun elindeydi. o yoksa oyunda yoktu. o yoksa ben, sen yoktu. o yoksa hayat yoktu. O soyutun değil, somutun tanrısıydı. hayalin değil, gerçeğin... harca dedi tanrı!!
iyi dindarlarız hepimiz. Sadece ibadetlerimizi yerine getiriyoruz...
Aslında hiç konuşmayacaktım. Sessizliğimin son damlasına kadar onu dinleyecektim. Hani birbiriyle yeni tanışan iki insan arasında tedirgin bir sessizlik oluşur ya, işte o sessizlik çok uzun sürdü. -çoluk çocuk ne yapar amca ne işle meşguller ?-. O donuk bakışlarını yere çevirdi. -Evlenmedim hiç-. Şaşırdım. Şimdiye kadar bir kaç torun evlendirmiştir diye tahmin etmiştim. Durdu. Sustu. Sonra saçlarımı okşadı. -Kadın kredi kartı gibidir yeğenim. ama kullanabilirsen..- Her halde onun hikayesinin büyük bir bölümünüde "kadın ve para" baş karakterlerdi. belki de para, herkesin elde etmeye çabaladığı katil, kadınını öldürmüştü... ne çok benziyordu ikisi birbirine dikkat ettiniz mi ? ikisininde yokluğu sizi öldürebilir. ikisinide çok severseniz, ölebilirsiniz... belli ki amca sevmişti ikisinide ölümüne. Belli ki aşmıştı limitini.-neden- diye sormak geçti içimden. Soramadım. anladım. kalbi kırıktı. Kaynamamış bir kalp soğuk bir soruyla karşılaştığında sızlardı.
başka bir soru sordum bu kez. -amca yüzünde bir yara var o niye oldu ?-... "önemli bişey değil yeğenim, herkesin bir yerlerinde vardır yara." Elimi kalbime götürüp allahaısmarladık dedim(acaba elimi kalbime götürmem tesadüf müydü ?) sonra uzaklaştım onun hikayesinden, kendi hikayeme doğru...