work and travel

    26.
  1. ingilizcemin son derece gelişmesini sağlamış olan programdır.
    şöyle ki;
    -check the garbage (çöpleri kontrol et)
    -mop the floor (yerleri paspala)
    -take the garbages outside (çöpleri dışarı götür)
    -clean the tables (masaları temizle)
    -move (yok ol,ayak altında dolaşma)
    -go home(evine git,bugün sana ihtiyaç yok)
    38 ...
  2. 47.
  3. --spoiler--
    üniversite de prof. olan bir hocamızın bu konu ile ilgili yorumu.
    afrika dan amerika ya köle olarak giden insanlar bile en azından yol parası vermiyordu.
    --spoiler--

    bu kadar özet sanırım bu cümle.
    36 ...
  4. 48.
  5. gitmeyin arkadaşım. gitmeyin. bu program, ucuz ve kaçak işçiyi legalize etme çabasından başka hiç bir şey değildir.

    ben, ringo oluyorum. ikinci arkadaş, şabat. üçüncü arkadaş, immigroş.

    part 1

    bir gün, yakın bir arkadaşımla bir yere oturduk, kahve içiyoruz. iki saat sonra başlicak dersten önce sohbet edip, gelecek hakkında konuşuyorduk. hayatı boyunca yurtdışına çıkmamış ama bunu gerçekleştirmeyi çok isteyen ben, bu isteğimden söz ettim. fakat kısa süreli bir seyahat değil, uzun süreli bir seyahat istediğimi belirttim. bir haftada hiç bir kültürün içine karışamiyacağımı, tanıyamayacağımı biliyordum. bundan önce onlarca defa yurtdışına çıkmış arkadaşım da yazı değerlendirmek istediğini ve uzun süreli bi seyahat istediğini söyledi. e ne duruyoruz dedik? work and travel?

    ertesi gün araştırmalara başladık. hangi eyalete gideriz, hangi işe gireriz derken, bir üçüncü arkadaşımızın çoktan bu programa başvurduğunu duyunca, soluğu hemen arkadaşımızın anlaştığı şirketin binasında aldık. çalışmak istediğimiz işi ve eyaleti belirlemiştik. san diego, harrah casinolarından bir tanesi. paralar ödendi, formlar dolduruldu, işverenin taaa amerika'dan gelip, mülakat yapması beklendi.

    sonunda o gün geldi, mülakata gittik. yaklaşık elli kişi ile tek tek görüşüldü, bunların yirmibeşinin kabul edileceği buyuruldu. bir hafta sonra haber vericez dediler, teşekkür ettik ve otelden çıktık.

    bir nefes alalım, buraya kadar her şey ne kadar güzel gidiyor. "san diego ne güzel olucak olm", "üç kişiyiz olm direkt ev araştırmaya başlayalım" gibi diyaloglar. hazırlıklı gidiyoruz ne de olsa, sırf bu yaz için paralar biriktirilmiş. esas amaç 3 ay çalışıp üstüne biriken parayı koyup new yorkhayalini gerçekleştirmek. buraya kadar söz etmemiştim, ama üçümüzün de en büyük hevesi new york'u görmekti. eh, gerçekleştiriyorduk işte, az kalmıştı.

    aradan bir hafta geçti, iki hafta geçti, üç hafta geçti, ses yok. e-maillere cevap alamıyoruz. ulaşamıyoruz. sonunda telefonla ulaşabilmeyi başardık aracı şirketimize. (burada ismi üstüne basa basa belirtmek istiyorum; elton yurtdışı danışmanlık.)
    - aa meraba bizim mülakat sonuçlarımız hala gelmedi?
    -aa nasılsın ringo? haber vermedik mi size?
    -yok, vermediniz.
    -siz mülakattan çıkar çıkmaz belli oldu sonuçlar zaten. bizden kabul edilen yirmibeş kişinin formlarını alıp gittiler. üçünüz de kabul ediliniz. hayırlı olsun.
    -hadi ya, teşekkür ederim. çok güzel oldu bu.

    hemen üçlü koalisyon, huhuu, oh be, holey gibi tepkiler. artık yolculuğa tahmini olarak dört ay kalmış, kabul edildiğimiz haberini aldık.

    aradan üç ay geçti. formlar tamamlandı. tüm para ödendi. vize görüşmeleri için tarih alındı. bir ay kadar sonra, gidiyoruz. telefon çalıyor, arayan şabat;

    şabat: naber?
    ringo: iyidir sen?
    şabat: haberler kötü. san diego işi iptal.
    ringo: ??? o niye?
    şabat: bizim danışman aradı, ringo'yu kabul etmediler, o yüzden sen ve immigroş'u da almıyorlar dedi.
    ringo: yok artık? o nedenmiş.
    şabat: bilmiyorum, böyle dedi ve iş seçmemiz gerektiğini söyledi.
    ringo: ??? ...

    hemen burada, bu olaya da açıklık getirmek gerek. üçümüzün görüşmeleri de çok iyi geçmişti. şabat'a sorulan sorular hakkında bilgi vermiş, hatta "şu soruyu kesin şöyle cevapla, bayılıyolar bu tip şeylere" demiştim. şabat da bunu uygulamış, mükemmel bir karşılık en üst seviye onaylamayı yazdırmıştı kağıda. yan masada immigroş, ben ve iki çocuk daha mülakatı sürdürürken, en akıcı ingilizceyi konuşan, en rahat davranan, kadına espri yapıp gülmesini bile sağlayan bendim. yandaki diğer iki çocuk isimlerini söyleyemezken, immigroş çok masum bir heyecanla elini titretip panikten şekerin ingilizcesini unuturken.
    amerika'ya gidip, türkiye'ye döndükten sonra ortaya çıktı ki, böyle bir durum yokmuş. sadece on üç kişiyi almayı kararlaştırıp, bir çok kişiyi seçtikleri çalışma pozisyonları yüzünden kabul etmeme kararı almışlar. yani, danışmanımız bize yalan söylemiş.
    bu yalanın, amerika'ya gitmeden, amerika'dayken, ve döndüğümüzde bile üstümde yarattığı baskıyı, kendime, arkadaşlarıma ve tüm çevreme karşı nasıl hissetmemi sağladığını tahmin edebileceğinizi düşünüyorum.

    artık bir ay vardır, tüm işler seçilmiş, kontenjanlar dolmuştur. biz ise sap gibi açıkta kalmışızdır. çiftlikte housekeeping, alabama'da kuru temizleme seçenekleri arasından, new orleans hilton river side hotel öyle bir parlamaktadır ki, balıkmala atlamak diye bir tabir varsa eğer, o anda üç balık görmeniz mümkündü. blues'un, caz'ın başkenti. müziğin bir numaları şehri; new orleans. aman tanrım. mevcut durumda bundan iyisi olamaz.

    vize görüşmesine gidiyoruz, ancak burada da şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz. danışmanlık şirketi, immigroş için randevu almayı unutmuş. şabat ve ben görüşmemizi tamamlarken, immigroş sinirli bir şekilde bir hafta sonra dönmek üzere ayrılıyor konsolosluktan. sadece aracılık yapan bir şirketin, yapması gereken tek tük işleri bile doğru düzgün yapmaması gittikçe sinirmizi bozuyor. hatırlamışken şunu da söylemeli; immigroş daha ringo ve şabat başvurmamışken, bu şirketteki danışman tarafından az kalsın kandırılıp, yalan söylenip, çok alakasız bir yere gönderiliyordu. biz bunu çok sonraları öğreniyorduk.

    vizeler alındı, belgeler tamamlandı, uçak biletleri alındı, valizler hazırlandı. iki gün sonra uçaktayız. gidiyoruz, nihayet.

    new orleans hilton'da çalışmak üzere kabul edilen öğrencilern biri ise bizden çok önce new orleans'a varmış, yerleşmiş. mail grubundan bizi bulup hepimize teker teker mail atıyor, tam iki gün kala. kısaca şöyle demekte; "buraya geldim, danışmanımız halina'yla buluştum ve beni saçman sapan bir yere getirdi. hilton'da iş yok. kandırıldık." şunu da söylemeliyim, bizim asıl anlaşma sağladığımız şirket hcms diye bir şirket. o da aracı yani, hilton'la işi bağlayan o. ama farketmiyor, kapı gibi sözleşmemiz var işte.

    bu şok, ağır geldi. hemen telefonlara sarıldık, ertesi gün soluğu şirkette aldık. böyle bir durum olmadığı, o arkadaşın onlara böyle bir mail atmadğını, hilton'la konuşulduğu ve kesinlike böyle bir durum olmadığı söyleniyor. biz ısrar ediyoruz, kesinlikle yok böyle bir şey diyorlar. inanmaktan başka bir çaremiz mi var? inanmasak bile, bir gün sonra yoldayız zaten. yapacak bir şey yok.

    uçağa binildi, uçaktan inildi. bir daha uçağa binildi, bir daha inildi ve bir kez daha binilip bir kez daha inildi. saat akşam dokuz, new orleans'tayız. kimse bizi karşılamayacağı için, hazırlıklıyız. rezervasyon yaptırdığımız otele gidiyoruz. halina'yı aradık hemen. telesekreter çıktı. "hi this is hallinaa, if you can't reach me please leave your name and number, i'll call you. see ya." köpek gibi yorgunuz ama, köpek gibi de açız. hemen çıkıyoruz dışarı. soluğu bourbon street 'de alıyoruz. strip clublar, canlı müzik, boncuk verip meme açtırmalar, gayet eğlenceli bir yer.

    ertesi gün halina'yı tekrar aradık. telefonda bize fırça atmaya kalktı, siz nasıl hemen beni aramazsınız diye. biz aradık seni halina'cım dedik, telefonun kapalıydı. biz hilton'a üç blok uzaklıktayız, hilton'un önüne gel konuşalım. hilton'a değil, greyhound bus station'a gelin, orada buluşucaz dedi. biz, hiç bir şeye inanmadığımız için, hemen greyhound bus stationun nerede olduğuna baktık. 33 blok ötede!!
    - "halina, canım ciğerim, saçmalama hilton'un önüne gel, otobüs terminalinde ne işimiz var bizim. bir saat sonra görüşürüz."
    - okeey, see ya there.

    hilton'un önünde bekledik. üç saat kadar. ne gelen var, ne arayan. biz arıyoruz, telefonunu açan yok. new orleans'ın süründüren sıcağında otele dönüyoruz. sonunda telefonumuza cevap geliyor, nasıl gelmezsin diyoruz, "gelemedim" diyor. kaltak.

    buradan sonra işler iyice sapıtmaya başlıyor. "otelinizin ismini verin, araba yollayıp sizi aldırıcam." "hilton'da çalışamazsınız, sizi buradan iki saat uzaklıkta bir yere göndericem."
    "otelde kalamazsınız, çabuk yerinizi söyleyin." artık cephe olunmuştur. kavga başlamıştır. burada şunu da belirtmek isterim, gelen öğrencilerin çoğu bu aşamada sinip, korkup, ne denirse yapıyor. haksız da değiller. bilmedikleri bir ülke, çoğu ingilizce'yi iyi konuşamıyor, kendini ifade edemiyor. çaresizlik var. ama biz öyle yapmadık, bize ses yükseltildikçe biz de yükselttik. iki görüşme daha ayarladık, hilton önünde olmak şartıyla. birinde ekildik, diğerinde mario diye bir lavuk geldi jiple.

    "atlayın gençler!" dedi, atladık. sizi greyhound'a götürüyorum dedi. "hahaha" dedik. "yanımızda hiç bir eşya yok. götüremezsin." "tamam o zaman, otele gidelim alalım eşyalarınızı." "mario, sen bizi kenarda indir. halina'ya da söyle, bu iş burada bitmedi."

    bundan sonra jipten inip, direkt otele gittik. halina'yı aradık. bağırıp çağırdık. şöyle de bir avantajımız olduğunu hatırladı immigroş; 70 küsür yaşında, amerikalı bir bilim adamı tanıdığı vardı. david isimli bir adam. onu aradı. o bizden halina'nın telefonunu aldı. halina'yla konuştu. halina bizi aradı. "i'm done with you" dedi. "alın size joe'nun telefonu." he's the boss." bir yandan da aileler türkiye'dek şirketle kapışıyor. elton yurtdışı danışmanlık şirketi ise, ailelerimize yalan söylemekle meşgul. immigroş'un annesi arayınca, "biz ringo'ya yeni iş bulduğumuzu söyledik, biz öyle iş istemeyiz dedi." gibi yalanlar atıyorlar. benim ailem arayınca, "şabat önerdiğimiz işi kabul etmedi." diyorlar.

    biz joe'yu aradık. david joe'yu aradı. şirketin merkezi chicago'daydı. chicago'da size iş veriyorum öyleyse dedi. tabii bunu hemen söylemiyor. david arayıp, bir amerikalı olarak başka bir amerikalı'ya fırça atıyor. sözleşmemizden söz ediyor, dava açmaya hazırlandığımızı belirtiyor. joe da hemen bize iş sunuyor. dava açma konusunda da yalan söylemedi david. avukata gösterdik sözleşmemizi. şirketi kapattırma şansınız çok büyük dendi avukat tarafından.

    biletlerimizi joe karşılıyor, new orleans'tan chicago'ya, yani en güneyden en kuzeye geçiyoruz. chicagodayız.
    29 ...
  6. 49.
  7. part 2

    oh be, her şey yolunda. yırttık. galiba. verdikleri eve yerleşiyoruz. ilk kira ve depozitoyu ödüyoruz. * eve yerleşiyoruz. oak park bizim kalmak istediğimiz yerdi. aynı şirketin bir yerde daha yeri vardı, sanırım downers groove, orayı kabul etmemiştik. downtowna çok uzak, ve bomboş bir yerdi. oak park ise güzel bir yer, üstelike downtowna on beş dakika mesafede. ısrarlar sonucu oak park'a yerleşiyoruz, beş güne kalmaz işe başlicaz. eve üç kolombiyalı geliyor. iyi adamlar, ama ne pis herifler. beş gün geçiyor, iş yok. on gün geçiyor, iş yok. on beş gün geçiyor, iş yok. param bitmek üzere. ve sinirlerim sonuna kadar zorlanmış, müthiş gerginim. buradaki danışmanımız ise juan isimli bir costa rika'lı. iyice tanıdıktan sonra, "amerikan ordusu sempatizanı, iguana kılıklı costa rika'lı cüce" demeyi tercih ettim. telefonlar, türkiye'deki şirketle kavgalar, juan'la, joe'yla kapışmalar. sonunda işe başıyorsunuz deniyor. ama bir şartla. sizi başka eve taşımak zorundayız. konsolosluğu arayıp şikayette bulunuyoruz, burada elli kadar insan daha var diyorlar, şikayetçi olan. ya taşının, ya da siktirip gidin deniyor, juan ve joe tarafından.

    imkanı yok diyoruz, eve bok gibi masraf yaptık, temizlik yaptık, o kadar yiyecek aldık. masraflarımızı karşılıyorsanız, eyvallah. tamam tamam diyorlar, oturun. "para falan vermeyiz.
    üç gün sonra arıyoruz sizi, başlıyorsunuz." yaklaşık bir hafta daha geçiyor, sonunda arıyorlar. işe başlıyorsunuz. ama downers groove'da. oraya taşınıcaksınız. artık her şey o kadar inada binmişti ki, kabul etmiyoruz dedik. gerekirse ulaşımımızı biz sağlarız, ama ta-şın-mı-yor-uz.

    oak park'tan downers groove'a ulaşım çok zordu. yine de katlandık. işe başladık. iş, kesinlike bir work and travel işi değildi. inanılmaz yorucu, inanılmaz ağır ve yıpratıcı bir iş. yani, mcdondals'ta çalışmak tatil köyünde tatil yapmaya benziyordu, samimiyim. sabah dört'te kalkıp, işe gidiyor, çalışıp akşam eve dönüyor, anında uyuyup tekrar sabah 4te kalkıyorduk. başka hiç bir şey yapamaz olduk, ama katlanıcaktık. new york'taki güzel tatilimiz için.

    dördüncü iş gününde, son acı gerçekle karşılaştık. ilk bir ay maaş ödenmeyecek. sebep ne? 4 aylık ev kirası otomatik olarak alınıcak. son bir haftayı cebindeki 7 dolarla geçiren ben, artık yeter demek zorunda kaldım. kuru kuruya demedim bunu. oturdum, hesap yaptım. bir ay boyunca maaş almasam, arkasından bir ay maaş alsam, çalışma sürem bitiyor ve tatil yapma günlerim başlıyor. ama o kadar az para kazanmış oluyorum ki, new york'ta maksimum dört, bilemedin beş gün konaklama parasını karşılayabiliyorum. ayrıca bu sebepten dolayı uçak biletimi yakın bir tarihe aldırmam gerekiyor ki, bu da iki yüz elli dolarlık bir fark ödemek demek. yani, o beş günü bile tatil yaparak geçirmem imkansız. tüm para dönebilmek için uçağa gidecek.

    şabat ve immigroşa döndüm. gençler, bana müsaade. ben dönüyorum dedim. onların maddi konuda sıkıntıları yoktu. hem yanlarında benden çok daha fazla paraları vardı, hem de ailelerinden new york tatili için tekrar para alacaklardı. "yapma abi, ailenden para al, tatile geçelim" dediler. ama ben ailemden para alamazdım. istesem de alamayacacktım. sadece bilet farkını ailemden rica ettim, dönmem için o parayı yolladılar ve türkiye'ye tek başıma döndüm.

    şabat ve immigroş ise new york'a gitmek üzere yola koyuldular. üç-dört hafta kadar tatillerini yaptılar. onlar adına ne kadar sevinsem de, nasıl hissettiğim hakkında da fikir sahibi olduğunuza eminim.

    işte, alın size work and travel. şunu bilmenizde fayda var, bu yaşananlar bana özel bir durum değildi. orada tanıştığım onlarca insan da aynı sorunlarla boğuşuyordu. yani, work and travel'da istisna şanssızlıklar değil, işinizin yolunda gitmesi, eğlencesi. yine de gidicem ulan derseniz, yolunuz açık olsun.
    26 ...
  8. 3.
  9. eger universite arasınıflarındaysanız mutlaka gitmenizi tavsiye edecegim organizasyon. universite 3. sınıfta gittigim ve su an son sınıf olmam nedeniyle gidemedigim icin ve daha once aklım nerdeydi demek zorunda kaldıgım icin kafamı duvarlara vuruyorum. yasanacak sıkıntılarında oldugunu soylemekle beraber hayatanızın en guzel yazlarından birini gecireceginizi garanti ediyorum. birkere daha önce yasadıgınız yazlardan farklı olacak. kendi ayaklarınızın uzerinde durup para kazanmanın yanısıra yabancı bir ülkede olmanın verdigi duyguyu yeni sizden farklı insanlarla tanısma fırsatı yakalayacagınız surekli ingilizce konusabileceginiz ve en onemlisi televizyonda gordugunuz seylerin * * * tam icinde olabileceginiz durumdur. alabileceginiz hediyeler elektronik esyalardan bahsetmiyorum bile. kesinlikle gitmeden once harcadıgınız paranın fazlasını kazandıgınız, herseyiyle inanılmaz bir deneyim cok farklı bir dunya. universitede size sunulan fırsatlar hicbiryerde sunulmuyor arkadaslar, degerlendirmek lazım....
    22 ...
  10. 64.
  11. türk öğrencilerini fena halde bozan, bize yaramayan programdır.

    oysa programın amacı bellidir; adam sana der ki, "gel bi yaz tatilini amerikada geçir. gez, ingilizce konuş, tatil yap. he bunları yaparken ben sana çalışma izni vereyim de basit işlerde çalış, masrafının bi kısmını karşıla, ailene yük olma."

    neymiş efendim köle gibi çalıştırılıyorlarmış..yaptığın iş belli. sen ya lunaparkta ya fast foodta ya da hotelde çalışıyosun alt tarafı. türkiye'de bu işlerde çalışanların durumu senden farklı mı? değil. bunu diyenin ya dünyadan haberi yoktur ya da kendinden. ayrıca kimse zorla çalıştırmıyo seni. az çalışan öğrenci "ben burda az çalışıyorum para kazanamıyorum" diye şikayet eder, çok çalışan öğrenci "bizi burda köle yaptılar bilmem ne" der, sinir krizleri geçirir.
    illa bizimkilere klimalı ofiste masabaşı iş olcak. çünkü bizimkiler üniverite öğrencisi. mezun olunca nerelerde müdür olucaklar. onlara yakışmaz. sanki gittikleri işyerinde hiç amerikalı yok. sanki bizimkiler köle de amerikalılara prenses muamelesi yapılıyo.

    zordur türk öğrencilere yaranmak. iki kelam ingilizce konuşmaya kalktığında sıçıp sıvarlar, ondan sonra "beni neden çamaşırhaneye verdiler, ben koskoca üniversiteliyim" derler. sorsan herkes ya resepsiyonist ya da garson olmak ister. ama ne ingilizce bilirler, ne de tepsi taşımaktan haberleri vardır. işi beğenmeyip gitmezler, sonra da firmam bana iş bulamıyo derler.

    yaklaşık 20 yıldır türkiye'nin 3 katı kadar öğrenci bulgaristan'dan, rusya'dan, irlanda'dan ya da brezilya'dan bu programa katılmakta, kimsenin de gık sesi çıkmamaktadır. çünkü çalışma hayatını bilir, bu programın bi çalışma programı olmadığını, çalışmanın sadece amaç değil, araç olduğununun farkındadır gavur. ama türkiye'de alt tarafı 6-7 yıllık bi mazisi varken bu programın, bizimkiler eşeğin bi tarafına su kaçırmışlardır. başka ülkelerde bi çocuk 12 yaşındayken gazete dağıtarak, komşusunun çimlerini biçerek, iş yapmayı, para kazanmayı öğrenirken, bizim türk öğrenciler, mezun olana kadar doğru dürüst bi işin ucundan tutmaz, staj yapmaya bile katlanamaz, bıraksan 30 yaşına kadar hala ana-babasından para isterler.

    bizim öğrencilerin anne-babası da arızadır;

    "kim karşılıcak benim çocuğumu ordaaa?" - çocuk dediği 23 yaşında herif. elinde adres var, indiği havaalanında taksi var.

    "benim kızımın güvenliğinden kim sorumlu olcak?" - burda yolda yürürken kim sorumluysa orda da o olcak. korkma dünyadaki tek vajina kızındaki değil. kimse sikmez onu orda.

    "iş garantisi veriyo musunuz?" - lan benim babamın işi mi? ben nasıl sana garanti vereyim? adam seni beğenmezse işe almaz.

    velhasıl bizim milletimizin güvenlik, garanti gibi sözleri duymak çok hoşuna gider. ondan sonra da köylü kurnazı danışmanlık firmaları da başlar sallamaya. işin doğrusunu anlatınca da "aaa siz de yok mu bunlar? ama bilmem kimin firması bunları yapıyomuuuş" derler ve oraya gidince ebelerinin bi tarafını tersten görürler. ondan sonra da danışmanlık firması sanki bu programın herşeyiymiş gibi, "çocuklar evde 5 kişi kalıyo, ama 3 tane tabak varmış" diye şikayet etmeye başlarlar.

    bu kafayla giderseniz daha çok düdüklerler sizi.
    22 ...
  12. 22.
  13. Gazi de okuyupta buna hak kazanan bir arkadaşın tanımına göre;

    (bkz: bir koyup üç alacağız)

    Masrafların iyice artmasının ardından tanım;

    "olsun bizde üç koyup beş alırız"

    şekline dönmüştür.
    10 ...
  14. 14.
  15. şansızları için farklı bir versiyonu (bkz: work and trouble)
    8 ...
  16. 70.
  17. sömürüymüş...

    Sen kimsin, ben kimim, biz kimiz ?

    Norveç miyiz, isveç miyiz, isviçre miyiz ?

    biz, başbakanı belirli zaman aralıklarıyla obama'nın yanına rapor vermeye giden bir ülkenin evlatlarıyız. biz, başbakanı rte olan bir ülkenin evlatlarıyız.

    Adam sana çalıştığın saat başına 8 dolar para veriyor. daha ne yapacak, domalacak mı ?

    kalacak yer veriyor, daha ne yapacak, kendi evinden çıkıp seni mi yerleştirecek ?

    asıl sömürü bulunduğumuz topraklarda...
    9 ...
  18. 170.
  19. macera dolu amerika diye gidip 3 ay alaskada balık kestim.

    senin amk rafet el roman.
    7 ...
© 2025 uludağ sözlük