edit : aman allahım seovi!!
tepkimi göstermedim zamanında kitlelerle sokaklara dökülmedim bana da geldi *
editiki : kendisine yakışıklı diyenlere mümkünse bu kelimenin gizli bakınızla renklendirilmesini temenni eden yazar. zira harbiden yakışıklı**
editüç : işte sonunda kendisine seri artı oy veren bir melek bulmuştur. kimliği merak edilmektedir.
edidört : hakkında girilen bütün entrylere tek tek teşekkür eden, gözlerinden öpen, yakışıklı yazar...
edibeş : uzun süredir yazdığı ingilizce şarkı sözlerini classic rock, psychedelic rock-fusion, trip-hop, progressive, alternative rock, heavy metal tarzı müzik yapan arkadaşlara verecektir. ilgilenenler için, öncelikle şunu söyler; mutlaka bir albümleri yada en azından demoları veya bir kaç kayıtları olması şarttır
editaltı : kendisini sözlüğün en yakışıklısı seçenlere tek tek teşekkür eden yazar...
ne derece duyarlı ve yardımsever bir insan olduğunu, ihtiyaç anında elinden bir şey gelmese bile, imkanları doğrultusunda insanlara yardım edebileceğini göstermiş kaliteli insan.
sağlam anarşist. batıkent gibi bir yerin nereden nereye geldiğine tanıklık etmiş yazardır ayrıca. bu tanıklığı birbirimizden habersiz bir şekilde paylaşmışız...
hızlı ve atletik olması sebebiyle korkusuzca baskete çıkıyorsan buluşalım dedi.bir nevi kobe braynt shaq durumu olur bizimkisi.*
dumansız hava sahası düşmanlarından olduğunu tahmin ettiğim sigara tiryakisi olduğu "al abi al yedek paket var." uyarısından anlaşılan uzun sohbetler, kişisel çözümlemeler yaptığımız müzik ve film zevklerini şahsıma yakın gördüğüm yazar.
o değil de utanıyordum ben bu yaşta skid row 18&life dinliyorum demeye... artık tek başıma olmadığımı biliyorum. zira minimum bir yoldaş buldum kendime bu anlamda. istanbul'u sevmediğini söylemesine rağmen olur da gelirse "haberim olsun" dediğimdir. sağolsundur...
kemikli siyah gözlüğün, bahçede dolanan çiftin 10 yıl önceki halidir.. artık tektir. gözlüğü yoktur. dolayısıyla zaat-ı muhterem değişimin adıdır.. enteresandır.. abuk şekilde karşılaştığım, beklenmedik şekilde tanıdığımdır.. ama ben nereye o orayadır.. hatta o nereye ben orayayımdır.. bilgisayarı açık bırakıp uyuyandır.. müzikle uğraşandır.. ilham perisi ingilizce konuşandır.. ve saire.. ve saire..
Benim adım Kinyas. Gün ağrıyor. Başım ağrıyor. ismimi kendime ben verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün insanlara kızgınım. Yaşadıkları için. Hayattan midem bulanıyor... Ateşle oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirim. Benim adım Neron. Geceleri, çaldığım arabalarla gezerim. Tokyo'da doğdum. iki zenciye üç gram kokain karşılığında bileklerimi kestirttim. Sabah uyandığımda okyanus beni yıkadı. Benim adım Steve McQueen. Bütün bildiklerimi kusarak hayatta kalıyorum. David Bowie'yi rüyamda gördüm. Sabah bir gözüm yoktu. Şiir yazdım. Tam üç tane. Birini rendeleyip makarna sosuma kattım. Diğerini yakıp küllerini kum saatine koydum. Biraz zaman kazandım böylece. Sonuncusunu ise şimdi yazdım. işte geliyor:
Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan kopalı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmaktan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bilirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmekten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz... Platon'un Mağara istiaresi'ne karşılık, ben de Kuyu istiaresi'ni yazdım: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişebilmek için yaptıklarını anlattım. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. Ve sordum, Tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı olduğunu. Eskiden poker oynardım. Şimdi de, Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada, birkaç kırmızı oyun fişiyle.
Az yedim, çok içtim. Hâlâ içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılıktan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri
işe yaramadı...
Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. isteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sayısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... Bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı, masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. Çıktım. Hayat bitmedi. Piyano çaldım. Sattım. Benim adım Deacn Moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üzerine yattım. Bagajına ceset sığdırabileceğim arabayı seçtim. Nargileyle sevişenleri seyrettim. Beş bin film seyrettim. Her şeyin farkına vardım. Farkına varılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne de giden. Sadece Kinyas ve ben... Kendimi tanıyamadım. Zamanım olmadı. Binlerce dilim pizza yedim. Pepperonni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss Piggy. Bütün hayatım boyunca kaçtım. Önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim. içinde boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...
Uyumadım. Pişman olmadım. Kendimden bile. Ben gerçektim. Dünyanın en gerçek adamı! Bana ait bir gezegen bulana kadar insanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim... Biliyorum, beni linç edecekler. Beni bütün dünya öldürecek. En derinde benim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak... Aranızdayım her gece. Dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde Şam'dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle...
Gittim, caz dinledim. Duke Ellington'ın plağıyla kendilerini kesen kadınları gördüm... Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delir-dim. Yetmedi. Delirttim. iğrendirdim. Dünya bendim. Acıyı inceledim üniversitelerde. Üç ayrı okulda, üç yıl. Sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini. Ne çalışmak, ne de bir işe yaramak. Hiçbirine inanmadım. Tespihle adam boğdum. Ben doğdum ! Oysa güneş batıdaydı. Ben geceye geldim. Aya misafir oldum... Bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka bir hikâyem yok. Zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. Ben daha çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. Ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok. Bütün değerleri iyi bir pizzanın üstüne içtim...
Japonya'dan Suriye'ye taşındığımızda on iki yaşındaydım. Arapça öğrenmemek için elimden geleni yaptım. Ama yine de sarmaşık gibi dilime dolandı. Arap'ı ve Bedevi'yi T. E. Lawrence'tan öğrenmiştim. Ve Arap yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah kaçakçısı olmak gerektiğini anladım. Ben ikisi de değildim. Ama adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. Bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların düştükleri durumu görünce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım. Geçmiş hiçbir şeydi. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öldürmek yapabilecekleri tek işti. Ben de onları seyrediyordum. On altı yaşıma kadar hep seyrettim zaten. Hep iyi bir izleyici oldum. On altımda bozuk Arapça, pokerde kazanılmış bir hançer ve bronz bir tenle Avrupa'ya geldim.
Eski kıta beni bekliyordu. Bir dejenere sürüsünden başka bir dejenere sürüsünün içine düşmüştüm. Burada silah kaçakçısı da yoktu. Hepsi ilk gruba dahildi. Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. iki dünya savaşını da bu geri zekâlıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirlerinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolculuk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yan tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın edebiyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avrupa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yeneceklerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olmalıymış oralarda Balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle!
Ama bütün bunların ne önemi var? Entelektüel sapkınlıklarıyla ve dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı hissettikleri korku ve nefret kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün görüp görebileceği en salak turistleri olma unvanlarıyla Avrupa halkı kendini öldürmek ya da öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. Sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı için şükretmelerinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hastaneye koştururken Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendiği bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşamaz bile. Çünkü Avrupalının altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter, isimsiz canavarlar sadece Arap'ı korkutur. Herkesin kendine göre bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden, el parmaklan uzunluğundan ya da her neden kaynaklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir ölüm var...
Her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasına sıkışmış, birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışlarını değiştirmemiş Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım oldu.
Genel olarak normal olmadığımı düşünerek kendimi meşrulaştırıyordum. Anormalliğim o yaşlarda herkesin istediği şeylerden farklı hayaller kurmamla sınırlıydı. Yani bir şeyleri arzulayabiliyordum o sıralar. Gitmeyi, siyah giymeyi, bir kamerayla izleniyormuşçasına yaşamayı, güzel kadınlarla yatmayı, dünyayı çözmeyi, hayata başlama vuruşunu yapanı keşfetmeyi ve yaşıtlarımın çok azının kurgulayabildiği benzer kavramları hayal ediyordum... Her zaman yalnız oldum. Yalnızlığı kendimi geliştirmenin tek yolu olarak gördüm. Ama çevremde olup biteni kaçırmak ve yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca geliyordu. Bu nedenle evde çok az zaman geçirmeye ve sokaklarda yaşamaya başladım. Fahişeleri keşfettim. Silah kullanmayı öğrendim. Poker oynamaya devam ettim. Kitap okumayı bıraktım. Artık en ufak boş zamanımda kilometrelerce uzakta olan bir kasabaya trenle gidip, birkaç kadehten ve caddelerini arşınladıktan sonra evime dönüp uyuyordum. Rüyamda yüzleri, sokakları, tren camındaki pastel renkleri görüyordum, insanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda yararlanıyordum. ilişkilerim kontrolüm altındaydı. Kimseyi kendime fazla yaklaştırmıyordum. Dünyayı, hayatı olduğu gibi kabul ediyor ancak bütün bunların dışında da bir gerçeğin olması gerektiğinin üzerine yoğunlaşıyordum. Yani bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir seremoniyle yaktıktan sonra gözlerimi kapatıp son nefesime kadar huzur içinde yaşayabileceğim bir yer olduğunu düşünüyordum. Aslında bu mümkündü. Ve bir ara çok yaklaşmıştım. Ama Kinyas hâlâ ortaya çıkmamıştı ve gerçekten böylesi bir hayat isteyip istemediğimi bilemiyordum.
Bütün bunları yazmak o kadar zor ki. Şu an bulunduğum noktada hiçbirinin olmadığım görmek... Aslında bu kadar yükselmek ya da alçalmak, daha doğrusu bu kadar ileri gitmek istememiştim hiçbir zaman. Aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi dahil üzerindeki hiçbir şeye kayda değer bir var oluş nedeni bulamamak ve zihnin bedenden binlerce kilometre uzakta olması o kadar korkunç ki!
Hava aydınlanıyor. Kayra'nın yazdıklarını okuyormuş gibi yapıp ilgilendiğimi düşünmesini istemiştim. Oysa tek bir kelimesine bile bakmadım. Şimdi kaçamak bakışlar atıyorum ona ve görüyorum ki elinde başka bir votka şişesi, arkamdaki duvarda asılı olan afişleri seyrediyor. Ne yazdıklarıma bakıyor, ne de burada olduğumun farkında. Belki de dünyada sadece onun yanındayken kendimi hâlâ yalnız hissedebildiğim için böylesine garip bir dostluğumuz var. Birbirimize anlatacak hiçbir şey yok ve her şeyimiz var. Ve aynı zamanda, o kadar da umursamıyoruz ki söylenenleri, olanları, aynı odada bulunduğumuzu bile unutabiliyoruz. Onu sevdiğimi söyleyemem çünkü duygularım yok ama hayattaki tek bağımlılığım olduğunu itiraf edebilirim... Yoruldum. Çok yorgunum... Yeryüzüne inme zamanı.
ne hikayesi lan!.. düpedüz yalanlar, dolanlar işte. kendimi kandırdığım, sosyal paylaşım ağlarında, sevdalının haberi olması hırsıyla yazdığım saçma sapan boklar işte.
o bir kişiyi etkileyeceğiz ya...
o okusun diye en sikko parçalarını tamamlamaya çalışıyoruz ya edebiyat yapbozunun, kendimizden veriyoruz ya...
o okumazsa, belki manita düşürürüz ya,
bir gecelik "aşk" arıyoruz ya hepimizin yazılarında bahsettiği,
bir gecede dünyanın efendileri olma hikayeleri...
tanrıları utandıran, epik sevişme lirikleri...
keep you doped with religion, sex and tv...
and you think you're so clever and classless and free
çevireyim mi türkçe'ye,
zahmet etmeyeyim boş yere,
sex ve tv yeter size...
bu yazıyı okurken bile,
bu yazının kendisinin dahi böyle olduğunun farkındasınız biliyorum..
ne yapayım, ancak bu kadarı geliyor elimden, dilimden..
belki o okur diye yazıyorum,
o okumazsa, belki manita düşürürüm ya..
peh..
vs.. vs.. vs..
-hadi kalk gidelim?
-nereye mnskiym, otur işte iyiyiz burada...
-o'na gidelim!
-o kim mnskiym ya?! yıllardır agzında bir "o" başka bir şey yok...
-o işte olm ya, bilmiyormuş gibi konuşma!
-olm valla bilmiyorum lan!! neyse hadi gidelim madem.
alkolü ciddiye almaya başladığımız zamanlardı ve o zamanlar sarhoşluk elde edilmesi ucuz bir servisti. içiyorduk ve sarhoş olup yatıyorduk. öldürdüğümüz sivrisinekler için bile vicdan azabı çekmiyorduk.
takım elbiselilerin yeni yeni ortalıkta dolaştığı, kafaları boş, cepleri dolu bayların altın saat takmaktan vazgeçip, deri bilgisayar çantalarıyla hava atmaya başladığı dönemlerdi.
bir hevesle çıktığım yoldan ağır bir hayalkırıklığıyla ayrılan ben, ancak bir on sene sonra farkedecektim ne kadar doğru bir iş yaptığımı. aslında yapılan bir iş değil, bahsedilen, yapılmayan bir işti ve o zamanlar luke rhineheart daha zar adam'ı yazmamıştı.
o kadar çok yazardan ve besteciden telif hakkı isteyebilirdim ki, bu gerçekten çok yorucu olacağı için, düşüncesi bile gözlerimi devirmeme sebep olurken, vazgeçmem uzun zamanımı almadı.
hep, benimkiyle paralel bir hayat olamayacağını düşündüm. eskiden. şimdi nesnel bir kanıtım olmasa da, inanıyorum ben bunun var olduğuna.
küçücük, minicik ipuçları var hayatın içinde ve günlük olayların içinde ufacık tefecik saklanmışlar. bunları takip ederseniz, gidiyorsunuz o "şeye"; etmezseniz... etmezseniz bir bok olacağı yok. hayat devam ediyor nihayetinde.
bazen bir kadına, bazen bir erkeğe, bazen bir mağaza vitrinin önünde tanışmak üzere sadık dostunuza, bazen de sadece bir sokağa götürürler. benim durumumda ipuçları hep ellilik bira bardaklarını işaret ettiler. eh... ben sadece bunları değerlendirdim. fazlası değil.
içmek, insani gereklilikler açısından ikinci sıradaki önceliğimken nefes almanın ardından; nefes almayı unutan bir toplumda birinci sıraya yerleşmiş olması sanırım kaçınılmazdı.
sıkıntılarım ve mutsuzluklarımın değişik suretlerde karşıma tekrar tekrar çıkacağını biliyordum, neşe ve mutluluklarımın da öyle. elbette, şöyle ağzımı yaya yaya, utanmadan çirkin dişlerimden, sıkılmadan kendi sesimden atılan bir kahkahanın değerini biliyordum ama bunun yanında, kaybedilen o kahkahanın ardından, içimdeki karanlık boşluğa fırlattığım gözyaşımın dibe vurduğu anda çıkardığı hüzünlü ve detone yutkunma sesi gerçekten içimi parçalıyordu ve benim parçalanacak başka bir yanım kalmamıştı.
kişinin hayatı kendine saçma gelmiyorsa, yanlış yaşıyor olmalıdır hayatı. tanıştığım saçma hayatlar hep özenilmesi gereken hayatlardı ve anlamlı yaşadıklarını söyleyenlerin, geceleri küçük çocuklar gibi nasıl da hüngür hüngür, nasıl da pişmanlıklar içinde, nasıl da kafalarını kurtarmak istercesine başlarını ellerinin arasına alıp çirkin çirkin ağladıklarını beynimin en minicik, en ufak, en az güç harcayan hücrelerinde canlandırmam; elime, bira bardağını tutmasını ve ağzıma götürmesini emretmemden daha yorucu olacağı için, umursamadım hiç...
evet, parçalanmak ve acı çekmek istemiyordum ama cehennemlerimi yaratan cennetlerimdi her zaman. mutlu olmak, mutsuzluğun kapıyı çalmadan gelen, son model, modern, elektronik postacısıydı.
kapıyı çalmadan çalışan postacılar, gerçek birer postacı olamadılar hiç. verdikleri anda karşısındaki insanın yüzündeki umudu, heyecanı yada belki açtıktan sonra görebileceği yıkımı, yıkılmışlığı görmeyen postacı mı olur?
işte modern toplumun çöküşü, yeni posta sistemi yüzündendi. ve biz hala yeni posta kutuları asmak üzere, yeni evler yapıyorduk, çökmek üzere...
yerini "inbox(1)" lerin aldığı durumlar, büyük ödülü hiç alamadığımız, alanı tanımadığımız piyangoların, insanı, katil olma eşiğinden içeri bakarken sırtından hafifçe itip hınzırca gülümseyen amortileriydi.
ve işte tüm bu sebeplerden dolayı, mutsuzluk, mutluluğu hiç tanımadı. hüzün, sevinci; gözyaşları, kahkahaları; erkek, kadını; hiç ama hiç tanımadı. tanısa severdi belki ve mutsuzluğun kaderi olmadığını farkedebilirdi. ama tanımadı işte.
bense, arafta kalmayı seçiyordum hep. kötülükle iyilik arasında kalmış, ikisini de reddeden, ölmek üzere olan çocuğu kurtarmaya yeltenmeyen savaş muhabiri edasıyla izledim hayatı.
"gözlemledim hep."
sadece şaşı bakarak görebildiğimiz gazete ilüzyonları vardır ya hani, benim içme sebebim de buydu işte. ekseni şaşmış bir dünyaya şaşı bakmadıkça ne görülebilirdi ki adamakıllı?
ya da uydurduğum, kulağa en hoş gelen bahanem buydu içmeme karşılık gelen.
"bir şekilde gözlemledim hep." demeliyim sanırım, yoksa olmayacak ve kendime söz verdiğim gibi sürekli yalan söylemiş olamayacağım...
kurşun kalemin arkasındaki silgi gibi, çişi gelmiş ama görevini bekleyen bir vaziyette sallanıyorum.. sallanırken de en çok havayı siliyorum. havadaki kini, havadaki nefreti.. havadan sildiklerimi kalemin ucuna akıtıyorum, o da kağıdı kanırtıp görünmeyeni görünür yapıyor.
kağıt gibi, bütün düşüncelere bakir ama usturadan keskin bir vaziyette bekliyorum.. beklerken de en çok siyahı güzel diyorum. kalemdeki kini, kalemdeki nefreti.. kalemden aldıklarımı gözlerine akıtıyorum, o da kalbini kanırtıp görünmeyeni görünür yapıyor.
kalbin gibi, yırtılmış, içine içine atmış kadar ritmik ama sesi kulaklarımda bir vaziyette dinliyorum.. dinlerken de en çok içini temizliyorum. içindeki kini, içindeki nefreti.. içinden aldıklarımı havaya akıtıyorum, o da silgiyi ayartıp görüneni görünmez yapıyor.
Bir hikaye başlar, "Je ne sais pas." ve "Je ne vais pas."'dan, zaman geçer hikaye hep hikayedir.
2007'den beri, türlü türlü komiklik ve şakaları saklıdır bir yerlerde.
bunu da yazdım kötü oldu, başka da yazarım. bilemedim, yazmaya da bilirim. öptüm kib bye.