ve okudum butun kitaplari

entry1 galeri0
    ?.
  1. BAZEN Londra'da yürürüm. Thames akar Londra Kulesi'nin yanından. Öldürülmüş prenslerin odası... Duvarlarında Shakespeare'den mısralar. Wesminister'de her attığım adım bir eski çağ ünlüsünün adına rastlar:
    - Merhaba Marlow, merhaba.
    Sislerin içinde heykeller, heykellerin içinde sisler... Yağmur yağar Trafalgar Meydanı'na. Parklarda ıslak çimler. Ve yapma bir göl uzanır yalnızlığın ötesine...
    Yüksek arkalıklı cilalı tahta iskemleleriyle meyhaneler ciddidir. Yaşlı ama boyanmış ingiliz Misis'leri bir şeyler konuşurlar aralarında; gençliklerinden yana, gitgide bozulan dünyadan yana...
    ***
    Sonra Stockholm'e çıkarım.
    Sağlam giyimler, sağlam pabuçlar, sağlam çizgiler ülkesi. Upsala'da boynuzla içilen şnapz; ormanlarda kuşlar için yapılan özel tahta yuvalar...
    Bir şato gözükür uzaktaki yamaçta... Kuzey denizlerinin soğukluğundadır hava ve ne kadar çabuk olur akşam burada; ne kadar hızlı yürür insanlar; ve gönül küçük sert bir kadeh konyak gibi yudumluk aşklar özler.
    ***
    Bruge...
    Sizi iyi tanırım. Dereniz zorlama şirindir. Franklar atmışlığım da vardır aşk gölünüze... On ikinci yüzyılın karanlık yapıları... Tersinden konuşulan Almanca gibi bir dil ve Flaman bayrakları. Çok bunalmış olmalı buralarda Erasmus...
    ***
    Sen, ey Amsterdam...
    Fransız şarkıcıların son balıkçı türküsü...
    Hatırlar mısın Lahey sabahlarında döndürdüğümüz plakları? Rembrandt gelirdi de dinlemeye; Belediye Müzesi'ndeki Anatomi dersinden konuşurduk. Ve Van Gogh enayi bulurdu bizi...
    ***
    Kudüs... Mazaret'te Meryem'in gebe kaldığı mağara. Ve Davut'un mezarı. Ve Trablusgarp'ta evliya türbesi, Turgut'un...
    Sizi de henüz unutmadım San Francisco kıyıları. Hala yürüdüğüm olur, iki bin metrelik asma köprüde.
    Braşov'daki dağ tepeleri, Varna'da içtiğim şarap, Ramsar'daki havyarlar... Ve Afganistan stepleri. Ve Kartaca. Ve Lüksemburg'un çelik fabrikaları. Frankfurt, Berlin, Trev...
    Roma sokaklarında hala sigara içer gölgem ve Nice'ten Monte Carlo'ya doğru uzanırım bazen.
    Bilirim aslında dünyanın kaç bucak olduğunu. Nasıl estiğini rüzgarın Santantonio'da.
    Boston'da ağır ağır dönen Amerikan bar, Chicago'da müzik çalan italyanlar...
    ***
    Ve Orly.
    Hani bir gün helikopterle gelmiştim, Paris'e Brüksel'den, kaybettikten sonra pardösümü Waterloo'da. Yok hayır daha önce kaybetmiştim pardösümü, yahut daha sonra... Belki de Napoleon savaşında kaybetmişimdir kimbilir. Herkes de savaşı, yahut Kıbrıs'ı kaybetmez ya... Kimi de pardösüyü kaybeder böyle. Pardösüyle birlikte daha başka şeyler de kayboldu galiba... Canım çekmiyor onları kurcalamayı. Ve nutuk da söyleyemiyorum:
    - Gereken cevap verilecektir, diye...
    ***
    Paris metrosunda akordeon çalan dilenci, bilmiyorum ne düşünüyor Vietnam'da ölenler için. Bizimkiler akordeon çalmadıkları ve dilencilikleri de belli olmadığı için, hiçbir şey düşünmüyorlar.
    Bir şey düşünmediklerini Silvan'dan Adana Ovası'na inerken daha iyi anladım. Çifti yedi buçuk liraya çalışıyordu ırgatlar pamuk tarlalarında... Pamuk tarlalarında çifti yedi buçuk liraya çalışan ırgatların ülkeleri; hiçbir şey düşünemezler, Vietnam savaşında ölenler için. Hiçbir şey düşünemezler ülser için, radarlar için. insanlık için, haysiyet için, özgürlük için, mutluluk için.
    Pamuğu satarız, parayı alırız.
    Parayı alırız, pamuğu satarız.
    Köyleri satarız, ırgatları alırız.
    Irgatları satarız, köyleri alırız.
    Vatanı...
    Vatanı, bu alım satım içinde, vakit bulursak severiz. Hele mevsim seçimse... Hele Washington'dan göğüs kabartıcı mektuplar da gelmişse. Hele apartmanın ikincisi de çıkarken; kardeşimiz beyefendi, milletvekili seçilmişse. Ve hele tombul sevgilimiz dudaklarımızdan öpmüşse...
    ***
    Eminim ki, bilir bütün bunları Paris metrosundaki dilenci.
    Rembrandt da bilir, Erasmus da, Marlow da... Londra da bilir. Stockholm de, Amsterdam da...
    Sadece Adana'daki ırgat bilmez, Libya'daki fellah, Afganistan'daki Özbek...
    Bir de istanbul'daki martı kuşları...
    Bir de Ankara'daki kargalar...
    Bir de eskiden yediğimiz hurmalar...
    Kolay değil Türkiye'de yazar olmak. Kalem ve kağıt yetmez yazar olmaya. Akıl yetmez, fikir yetmez, yürek yetmez. Ve hepsi kazara yetse de, dünyanın ne olduğunu anlatmaya ömür yetmez.

    çetin altan
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük