anlaşılmadığını hissedenlerin,yalnızlığa itilenlerin,anlatamayanların çektiği sancıdır. geçmek bilmez. ne acıdır ki ruhunu güzelliklerle donatan insanlar kalabalıklar içinde bir yalnızlık çekerler. kimselere anlatılamayan bir sancıdır bu.
fiziki ya da manevi acı hissedenlerin zaman zaman aklını kurcalayan durum. ''neden ben?'' diye gelir devamı, ''hiç doğmasaydım, ne mutluluğu ne de mutsuzluğu hiç tatmasaydım..''
lakin zaman kuvvetli bir ilaçtır, yokedemediği acı yoktur.
hayır, hayır, hayır, olmuyor. hazzın doruklarına ulaşmak ve saçlarımın kokusuna bambaşka insanların kokusunun sinmesi de olmuyor ki, mantığım ve birikimim kendi aralarında meksika açmazına düşüyorlar. kendimi geceden yapılma bir pelerine sarıyorum, günbatımı renginde saçları olan bir kadına, sırf dudaklarındaki kırmızılığı görmek için şaraplar içiriyorum.
anlamsızca kurgulanmış ve habersizce gönderildiğimiz hayatın saçmalıklardan ibaret olmasından ileri gelen sancıdır.
ben istemedim ki tüm bunları, ben var olmayı dilemedim. şayet sorulsa idi fikrim, hiç var olmamayı dilerdim.
ben istemedim. var ise tanrı diledi ben de geldim. dolayısı ile ben sorumlu değilim sorumlu o, sorunlu da o olduğu gibi.
çekene bi siktir git dediğim sancıdır. diş değil ki otursun bir koltuğa çektirsin ama 50 yaşına gelmiş hala varoluş sıkıntısı diye vırıldayan heriflere ve kadınlara tahammülüm yok maalesef kurban.
insan beyninin yetersiz kaldığı konularda error vermesinin sonucudur. Inanç sistemleri varoluşu anlamlandırdığı için bu kadar çok tutulur. Fazlasıyla gerçeğe bulaşmış insan ise bu sancıdan kurtulmak için arayış içindedir ve sonunda kendini kandıracak yüksek doğruluklu bir yalan bulma ümidi taşır.
"ben anlamsızım" der varoluş...
ömür varoluşun anlamını aramaklla geçiyor, geçecek...
hayatın,alemin bir anlamı olduğu veya olması gerektiği aslında bizim kuruntumuz?!...
beyhude yere bir anlam bulmaya çalışma!
ama anlamsızlığı kabul edemez insan, yoksa hayat yaşanmaya değer olmaktan çıkar.
anlamı kavranılamasada varoluşun gerçekliği bize hayatı dayatır ve...
aslında edilgen bir varlıktır insan...
öyle biniyor ki her şey üst üste, tüm düşünceler o kadar yığılıyor ki sonunda sıkışıp insan bedeni oluyor size kalan bu düşünce suretini hareket ettirmek her insan için geçerli. birinin diğerinden daha büyük acısı yok hepsi aynı acıyla doğar bunu bilir veya bilmezsiniz. göz yaşları yeri delercesine akıyor. yere akmadığı zaman beyne akıyor bu yiyip bitiriyor sizi. zihinsel benliğin, fiziksel benliği nakavt etmesi.
'bak şu insanlar senden daha kötü şeyler yaşıyor sen niye bu kadar üzülüyorsun?' gibi cümlelerle geçmeyen, geçmesi beklenmeyen bir sancı.
düşünüp düşünüp bir sonuca varamamak. ölsen çare değil, kaçsan çare değil çünkü ne ölmene izin veriyor ne kaçmana. zaman ilaç değil aksine tetikleyici. panik ataklara sebep oluyor, nefes darlıklarına. çok acı çekiyorsunuz. bazen hissizleşip bazen kendi kendinize yırtınıyorsunuz. günün belirli saatlerinde uyuşuyor bir şey hissetmiyorsunuz ama başınızı yastığa koyduğunuz an başlıyor bir düşünme ve düşünmenin ardından gelen gözyaşları. zor bir şey.
Dalgası bir yanada bazen kapildiginiz derinlerden gelen ,ne olduğu bilinmez , ne yapsan gitmez , anlamsiz ,bulanik , daha dun kizdiginiz sevindiginiz v.b olaylara karsi bugun duyarsizlastiginiz , belki Yarin ve sonrasi umutlarinin siliklestigi o his işte o hisse ne ad verilebilir başka bilemiyorum.
Başlığı açanın saçma sapan birşey icin açtığını görünce başlığa cevap veresim gelmedi ginede içimde kalmasın. Oysa ki böyle şeyleri düşünen insan o kadar derin bir insan ki dediklerini anlamakta zorluk çekersiniz. Siz günlük hayatın dertleriyle uğraşırken o evreni ve insanları sorgular. Felsefeyi sever. Siz gıybet ederken o ölümden ve tanrıdan konuşmak ister. Ama konuşmak istemezsiniz. Çünkü size sıkıcı gelir. Ama asıl konuşulması gerekenin bu tür konular olduğunu bilmezsiniz. Bunu kötüye çekmeni çözemedim.
insanın varlığını kendine konu edinen Varoluşçuluk, 1940 ve 1950’lerde savaş sonrası Avrupa’da ortaya çıkmıştır. insan varlığı ile ilgilenen bu düşünürler haliyle kendi hayatlarıyla da uğraşıyorlardı. Ruhsal çöküntülerle dolu, ilaçlara bağlı, yaşadıkları toplumdan itilmiş hayatlardır.
çoğumuzun sıkıcı ve aynı hayatları yaşadığını düşünüyorum. her bireyin içerisinde adı konulmamış bir tatminsizlik duygusu, bir vaha var içimizde. küçük bir alan. geri kalan kısım ise ucu bucağı bulunmayan ve bilinmeyen bir boşluk.
başarıların dahi sıradanlaşması ve insanların ''bu muymuş?'' demesi de bundan diye düşünüyorum. aslına bakarsanız çokça ve hep düşünüyorum. şu bir gerçek ki her birimiz var oluşsal sorular ve sorunlarla boğuşuyoruz. bunda biraz şehirleşmenin, öğretim düzeyinin artmasının da etkisi olduğu aşikar. geçim sıkıntısı, sevmediğimiz işler ve insanlar. bunlara maruz kalma zorunluluğu.
avcı-toplayıcı ya da tarım toplumlarındaki var oluşsal problem en fazla osuruk tanrısına sunulacak fasülyelerin ne zaman yetişeceği ve tanrı'nın kızıp kızmayacağı korkusuydu belki de. hayatı anlamlandırma ve sorular sorma çerçevesi çok dar olan bir evreden, artık büyük büyük binalarda sabah 8'de başlayan sorular ve sorunlar mesai bitimine kadar bitmek bilmiyor.
modern hayatın bize getirdikleri aslında ne götüreceğinin de habercisi. iyi bir akıllı telefonun olmak zorunda, en azından öyle hissedersin. gruba katılmak tabiri vardır ya, bir yerlere bir şeylere katılmak durumundasın. sosyal bir konumun olmak durumunda .
bilindik sıkıntıları tartışmayacağım, hepimiz bir şekilde yaşıyoruz, iş hayatımızda ve ya özel ilişkilerimizde hep aynı şeyleri yaşıyoruz.
içimize sinmeyen bir şeyler var. her sabah bindiğim otobüste minibüste başını kitaba gömen ve ya dışarıya uykusuz gözlerle boş boş bakan insanların, kendilerini iş yerlerine ve ya gitmek istediklere yere götüren otobüslere minibüslere yaşadıkları yerden daha çok ait olmak istediklerini düşünüyorum.
her sabah otobüslerde milyonlarca insan kendini mutsuz hissediyor. modern yeni dönem mutsuz insanlar kumpanyası gibi adeta.
modern dönem... asıl sorun bu. güncel olan, şimdi yaşanan yavandır, sıkıcıdır. geçmiş özlenen, gelecek ise umut edilen olduğu için mi böyledir bilmiyorum. şu modern denen ama aslında insan ilişkileri dahil olmak üzere her şeyin mekanik bir raya oturtulduğu bu soğuk, bu sevimsiz duvarlara sahip bir odaya benziyor hayat.
halbuki gülün dalında gerçekten güzel, suyun kayaçlar üzerinde alnı karıncalandıracak biçimde soğuk, temiz havanın baş ağrıtan bir şey olduğunu, kurumuş bir ota basıldığında çıkan çıtırtının keyfinin paha biçilmez olduğunu, bir çakıl taşının beraberinde sökülüp alındığı yerden gelene kadar milyonlarca yıllık bir tarihe ışık tuttuğunu, karanlıkta götü yanan ateş böcekleri seyrediyor olmak keyfinin dijital olan her şeyi sevimsiz kıldığını anlayabilmek için şehrin ışıklarından uzaklaşıp karanlığa koşmak lazım belki de.
kışları özellikle; benim yürümelerim vardır. arkadaşlarımın çok beğendiği ceket-mont karışımı bir şey var adını bilmiyorum. ellerimi cebime gömüp kimsenin çıkmak istemediği, camlardan bakan herhangi birinin ''vay budala bu soğukta bu saatte geziyor'' dediği günlerin adamıyım ben. cüzdan taşımayı pek sevmediğimden de severim kışı, sıcağı sevmediğimden de. iç cepte cüzdan taşıyabilmek çok güzel bir şey. cüzdanıma her bahar alışmaya çalışıyorum çünkü.
montun iç cebinde cüzdan, pantolon ceplerim boş, rahatım. hava soğuk, ben ki aralık ayında cam açık yatan biri olarak. mutluluğu bu gibi önemsiz detaylarda arıyorum.
birini seviyor olmak ait olmak düşünce itibarı bile olsa güzeldir. bir şeye sahip olmak ve ya ait olmak içimdeki bu boşluğu kapatmaya yetmiyor. ''ne istediğini bilmemekten'' demişti bir dostum bir zamanlar. bilmem ondan dolayı mı demiştim o sıralar. bence şimdi ne istediğini bilmenin sonucu tüm bu tanımı olmayan mutsuzluk. artık yeterince eminim.
neyin daha iyi daha güzel ve ya çirkin olduğu ile değil, bu hayatın arkası, ertesi ile daha ilgiliyim.
sorularıma en cesur ve tatminkar cevabı yine kendim veriyorum galiba.
kendim bildim bileli de böyleyim. orta okul dönemlerinde belki birini seversem geçer tüm bunlar. paylaşıma girebildiğim biri olduğunda mesela kendim gibi birini bulunca biter diye düşünüyordum ya da çocuğum diye saçmalıyorum sanırdım.
ilk 17 yaşında sevdim birini, ilk kız arkadaşımdı. evet çok geç olmasa da o döneme kadar sığırın tekiydim. belki de ilk olduğu için çok sevmiştim. ilk baba olmak gibi bir şeydir ya. sonra sonra anladım her birimizin gerçekte içimizde kopan fırtınalara anlatamadığımızı. ilklerin aynı zaman da son olmamaları gerektiğini, zira bunun sıkıcı bir şey olduğunu. çoğu şeyi hayat öğretiyor insana. o yüzden çok sorular soran çocuklara sorular sormak yerine yıllar geçtikçe deneyimleyeceksin, öğrenme yaşa, tadı böyle çıkar diyorum.
bunları yüz yüze birine anlatmış olsan anlamayacaktır ve deli olduğunu düşünecektir. halbuki aynı sorular kendi içinde de var olduğu halde akıllı numarası yapmaktadır.
artık sorular sormak yerine bomboş bir kafayla yaşamak istiyorum. yeterince ot gibi yaşarken bu gibi durumların yükünü çekmek ağır geliyor.
farkındalığı olmayan herkes yeterince mutlu.
hayat ise birbirine muadil insanlarla dolu. belki de bize sadece ''o tek insan'' lazım. böyle işte...
somut bir sebebi yok ama çok mutsuzum anlıyor musunuz?