Henüz keşfedildiği alan itibariyle bildiklerimizin neredeyse bir toz tanesi kadar olduğu söyleniyor. Uzay büyük bilinmezliğin içi, gizemli alan.
Galaksimizin tabiri caizse en uzağından dünyaya baktığımızda dünya basit bir yıldız gibi gözüküyor ve bir yerden sonra gözükmiyor bile. Üstelik başla galaksiler var. Çok acayip ercan.
https://galeri.uludagsozluk.com/r/1535408/+
Uzayın mayınlı tarlası olan Kara delikler çok tehlikelidir. Uzay mekikleri bu girdaba yakalanırlarsa eğer makarna gibi esneyip dümdüz olurlar.
Gökyüzündeki en parlak yıldızın adı Kutup Yıldızı’dır.
(Gece gökyüzündeki en parlak yıldızın adı Sirius, fakat görebildiğimiz gökyüzünün en parlak yıldızı Güneştir. )
Ayrıca güneşin, sistemin en büyük yıldızı olması, evrendeki en büyük yıldız olduğu anlamına gelmez, Güneşten binlerce kat büyük milyarlarca yıldız vardır"... Şu ana kadar keşfedilen en büyük yıldız UY SCUTI dir"
Kuyruklu yıldızlar, arkalarında parlak ışıklı kuyrukları olan yıldızlar değildir. Yıldız hiç değildir. Güneşe yaklaştıkça eriyen, bu nedenle yörüngesi boyunca kuyruğa benzer partiküller bırakan dönmüş gökcisimleridir"
Hep övünüyoruz "Çocuklarımız çok zeki!" Çocuklarımız yeni jenerasyon vb.
Gözünü açar açmaz tabletleri telefonları kullanıyor, herşeyi havada kapıyor bilmem ne ! Bu tür konulara gelince ama "Çocuktur anlamaz!"
O zaman ne okuma yazma öğretin, ne de doğru bilgiler verin!
Çocuk bunlar daha nereden bilecek değil mi ?
Daha sonra doğrusunu öğrenirler!
Unutmayınız!
"Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse, öbürleri de yanlış gider."
--spoiler--
*Uzay aslında uzak değildir, yeryüzünden sadece 100 kilometre uzaklıktadır. Eğer arabayla uzaya doğru seyahat edebilseydik bir saatten kısa sürede uzaya çıkabilirdik.
*Uzay boşluğunda trilyonlarca mikroskobik elmas kristali olduğunu düşünen astronomlar bu maddelerin sönen yıldızların patlamaları sonucunda ortaya çıktığını inanıyorlar.
*Uzay yolculuğunda taşınacak her kilo için gerekli olan yakıt miktarı 530 kg’dır.
*Uzaya baktığınızda gördüğünüz sadece uzay değil, aslında bir zaman tünelidir. Örneğin şu an Dünya’dan 65 milyon ışık yılı uzakta olan bir uzaylı Dünya’yı seyrediyor olsaydı, büyük olasılıkla şu an dinozorları görüyor olurdu.
*Uzaya çıkan ilk kedi 1963 yılında uzaya gönderilen Felicette adlı bir Fransız kedidir. Kendisi daha sonra sağ salim Dünya’ya dönmüştür.
*Uzaya çıkarsanız boyunuz uzar.
*Uzaya ilk defa 12.04.1961 tarihinde Yuri Gagarin uçtu.
*Uzaya ilk uçan kadın Valentina Tereşkova’dır. (1962)
*Uzayda göz yaşları düşmediği için ağlamak mümkün değildir.
*Uzayda yerçekimi olmadığı için astronotlar ağlayamaz. Çünkü gözyaşı aşağı düşmez.
--spoiler--
popüler bilimin anlayabilmemiz adına iki boyutlu olarak bizlere sunduğu "düzlem". halbuki uzay bildiğimiz üzere özünde üç boyutludur. sorun şu ki üç boyutlu uzayın içerisinde yer alan üç boyutlu bir kütlenin o üç boyutlu uzayı nasıl deforme ettiğinin görsel ifadesi ne yazık ki hayal edilemediği için üç boyutlu bir şekil ile gösterilemiyor. örneğin boyutlu bir topu hayalimizde bükebilmek mümkün iken o topun bulunduğu üç boyutlu uzayın bükülmesini hayal etmek mümkün olmuyor. normal bir kütlede hal böyle iken bir karadeliğe sebep olan bir kütlenin bu "düzlemi" tekilliğe bükmesi hayalin ötesinin de ötesine geçiyor.
burada özellikle "düzlem" ifadesini tırnak içine aldım çünkü iki boyutlu uzay bir alan iken üç boyutlu uzay için hacim ifadesini kullanıyoruz fakat hacim dediğimiz şey zaten uzayın içerisinde yer alan bir bölgeyi temsil ediyor. yine de "uzayın genişlemesi" (boşluğun içinde genişlediğini ya da durmadan kendini yani kendi hacmini yarattığını kabul ediyoruz) gibi bir gerçek söz konusu olduğundan "uzayın hacmi genişlemeye devam ediyor" gibi bir ifade kullanıyoruz. uzayın hacminin neyin içinde genişlediği konusu ise elbette klasik tartışmalardan biri. bilimsel anlamda "uzayın dışı" diye bir tanım yok çünkü uzay zaten her an kendi kendini yaratan konumunda olarak kabul ediliyor. bu noktadan sonra ileriye gidersek işin içine felsefe de girmeye başlıyor. varlık ve yokluk gibi kavramlar ile iş içinden iyice çıkılmaz bir hale dönüşüyor. bilimsel kanıtlar ve teoriler ise henüz evrenin kendisinden öteye geçebilmiş değil bu yüzden bu konu felsefi anlamda tartışmaya daha yatkın bir konu deyip geçmek daha uygun olur.
ilki klasik iki boyutlu uzay iken ikincisi gerçeğe daha yakın olan bir görseldir fakat yine de tam anlamıyla gerçek uzayın kendisi değildir. dediğim gibi gerçek uzay henüz hayal edilmesi güç bir şey fakat tüm bunları açıklığa kavuşturduğumuz gün evrende var olması muhtemel uzaylıların ezkaza gördüklerinde taşak geçeceği bu iki boyutlu görsellerden de kurtulmuş olacağız. yine de şimdilik bu tip görsellerle onu anlamaya çalışmak elbette önemli.
bu fotoğrafta gördüğünüz alan uzay teleskobu kepler'in tarayabildiği ve keşfedebildiği alanı gösteriyor. 3000 ışık yılı ötesine kadar bakabilen kepler uzay teleskobu bugüne kadar kabul görmüş 977, henüz onaylanmamış 2500 gezegen keşfetti.
çalışma prensibi çok asit. kepler, renkleri algılıyor. bir yıldız sistem'ine bakan kepler, o esnada bir gezegen söz konusu yıldızının çevresinde dönüyorsa, yıldız'dan gelen ışığın frekansının değiştiğini algılıyor. bu sayede, ışığı değiştiren gezegen'e odaklanıyor. gezegen'in gölgesine göre ağırlığını, o gezegendeki ana elementi, sıcaklığını bulabiliyor. böylelikle o gezegende yaşamın dünya üzerindeki canlılara göre var olup olmayacağının muhakemesini olabilir hale geliyoruz.
işte böyle muazzam şekilde çalışan kepler'den daha büyük mercekli ve daha uzağa yerleştirilecek james webb uzay teleskobu sırasını bekliyor. bir türlü yerleştirilemedi, hesaplara göre bu seneydi ancak şimdi 2018 yılına ötelendi. james webb ile hangi gezegenleri, hangi uzaklığı keşfedeceğimiz inanılmaz bir deneyim olacak.
yazının en başına gelirsek, sadece 3 bin ışık yılı ötesinde bile bulduğumuz yüzlerce gezegenden onlarcası canlılık barındırabilir. sadece 3 bin ışık yılını görebiliyoruz şu anda. göremediğimiz, kendi galaksimizde, milyonlarca yıldız ve bu milyonlarca yıldızın yüz milyonlarca gezegeni var. bakamadığımız milyonlarca galaksi var. milyonlarca galasinin, milyarlarca yıldızı ve milyarlarca yıldızın trilyonlarca gezegeni var. evet, bu bizim doğamız. bu, yaşadığımız evren ve bu sayılar tamamen gerçek.
kesinlike yalnız değiliz.
carl sagan'ın dediği gibi: "evren'de yalnız olduğumuzu düşünmek, okyanustan bir bardak su alıp balinalar yok demekle aynı şey."
1969’da Uzay'a giden Apollo 10 uzay aracında bulunan astronotların, Ay'ın arka tarafında bazı sesler duydukları ortaya çıkmış. NASA, kaydedilen sesleri yıllar sonra yayımlamış. sesi dinledim bir uğultu gibi. ya gerçekten varlarsa?
elinize bir avuç kum alıp fırlatığınızı düşüğünün. ilk kum tanesi elden çıktıktan sonra, sallıyorum alacağı her milimetre/1 milyon gibi bir mesafeyi 100 yıl kadar bir zamanda adımlayacak şekilde bunu yavaşlatıyoruz. yani mikroskobik bir mesafeyi bile bir insan ömründe görmek mümkün olmuyor.
100 kadar yıldır biz bu hareketi ölçmeye çalışıyoruz. onu da yeterince uzaktan değil, bizzat kum tanesinin üzerinde algılamaya çalışıyoruz. yani, belki yanımızda bize yakın hızla ilerleyen bir şeylerin hareket ettiğinden bile haberdar değiliz. yeterince veri elde ettikten sonra belki her şeyi hesaplamak mümkün olacak. fırlattığımızı düşündüğümüz kum taneleri ilk adımlarını doğrusal bir yörüngede atarken zamanla biraz daha büyük kütleli taşa doğru meyil alarak 1 milyonla 100 milyonuncu adımı arasında spriale benzer bir yol çizdiğini öngörebileceğiz. sonraki adımlarında da taşın çekimine katılıp hızını birazcıcıcıck daha artırarak tek bir kütle oluşturduklarını falan. uzaydaki hareketliliğin neye benzediğini anlayabileceğiz. yeterince yaşayabilirsek.
dünya'nın bizim gözümüz ve görme kabiliyetimiz için bir kum tanesi boyutunda olduğunu düşünelim. buna bir-iki metreden bakalım. başta salladığım ölçekte hareket etsin. bunun hareketini ancak bu ölçekten algılayabiliriz görsel olarak. yani koskoca uzaydan çok çok daha büyük gözlere sahip olup daha hatırı sayılır bir uzaklıktan bu uzaya bakmalıyız ki neye benzediğini anlayabilelim.
belki de akıl almayacak kadar büyük şeylerin savurduğu kum taneleriyiz. bakterilere baktığımız gibi bizim dünyamıza bakan, içinde hayat var mı yok mu, sistem nasıl çalışıyor farkında bile olmayan büyük büyük şeyler var. belki de bakterilerin de böyle baktığı minnacık kütleler var. belki de onlar da üzerine yerleştikleri organlarımızın akıl almaz sınırsızlığını keşfetmeye çalışıyorlar. virüsler mesela. bu konuda bizden çok daha ileriler. ölümsüzlüğün sırrını bulmuş durumdalar. sürekli yenileniyorlar. düşmanları çok güçlü fakat onlar her seferinde kendilerini değiştirip tekrar yaşamaya devam ediyorlar. insanlara mesaj yolladıklarından eminim. akciğerimizde falan çınlayan bir sinyal var ama duyamıyoruz. bizden daha ileri bir medeniyetleri var. uzaylarında yolculuk yapıp yakıtları ve yiyecekleri bittiğinde çadırlarını kurup sonsuza kadar bekleyebiliyorlar.
bizim uzaydaki hareketi çözmememiz bize ne getirecek bilemiyorum. belki canlılığımızın devamı için başka bir gezegene transfer olmamız falan gerekebilir. bize benzer canlılar falan bulsak çok heyecanlı olur falan ama biz uzaydaki hareketliliğin sebebiyle, o şey her neyse muhattap dahi olamayacak ölçekte şeyleriz.
belki de vücudumuzdaki minik canlılar hücre duvarlarına taşlarla "heey biz burdayız" yazmışlardır kendi dillerinde. biz de mikroskopla bakıyoruz tam da o duvara ama okuma yazmamız yok anlayamıyoruz. belki de bizim alyuvarlarımıza tapıyorlardır.
tanrılar tarafından bize yasak edilmiş bir yer. neden hep en çekici ve gizemli yerler yasak olur ki diyor insan. oysa ki kocaman dediğimiz dünyadan akıl almaz derecede daha fazla büyüklükte bir yer orada bizi bekliyor ama gidemiyoruz. keşfedilecek o kadar çok şey var iken harekete geçememek gerçekten üzücü.