"Gördüğüm Anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım? Önce,bu arazi parçasında kimler yaşıyor? Görülen harabelerin yapıcısı hangi cins mahlukattır?. Anadolu Türkleri'nin karınları kurtlarla dolu ve kanları bu kurtların salgıladığı asalaklara doymuş bulunuyor. Cinsi,yakın bir tükenme ile tehdit eden bu halin nedeni ne imiş, bilir misin? Noksan beslenme." **
Genel Yardım Teşkilatı müfettişliği sırasında Anadolu'nun bazı bölgelerini gezen şairin gözlemleri aradan geçen yetmiş yıla rağmen geçerliliğini koruyor ne yazık ki. Yolu,suyu, okulu,ışığı, doktoru olmayan yerleşim yerlerinde yaşayanların yürek acıtan görüntüleri başıboş gidişin olanca haşmetiyle egemen olduğunu gösteriyor. Dağların kuytu eteklerinde, çorak ovalarda, metropollerin çöplüğünde yaşamaya uğraşanların da,mahlukat'ın insan cinsinden olduğunun anlaşılmasının zamanı geldi geçiyor.
Ahmed Haşim, arkadaşı Refik Şevket ince'ye gönderdiği mektubun bir yerinde kağnı arabasını tanımlarken "boyunduruğu altında masum hayvanatın çektiği azabı gördükçe, onu sevkeden asude köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim" diyor. Yetersiz beslenme sonucu bağırsakları parazitlerle dolan insanın mücadelesine eksik yaklaşıyor bana göre. Yalnız bırakılanın, sahiplenilmeyenin iş başa düşünce neler yapabileceğinin göstergesidir aslında şairin gördükleri. isyan duygusunu bastırıp, yaratıya yönelen cahil insanın ayakta kalabilme arzusudur. Aç karınları doyurulunca bunlar da bilir yarin dudağından getirilmiş bir damla alev olduğunu karanfilin. Ah, şu mide gurultusu olmasa ne de güzel seyrederler ateşten renklere bölünen ufku. Kimileri açlık edebiyatı yaptığımı düşünebilir ama gerçekten aç karnına şiir yazılamayacağını, yazılsa da yaşamın kımıltısıyla örtüşemeyeceğini düşünüyorum ben.
Algıladığı maddenin üzerinden bakabilen ve madde olduğunu duyumsayan şairin dizeleri hızını akıldan alır. Dar alanlarda gerçeğin kulu kölesi olmaktan ziyade olması gerekenin peşinden koşar o. Bu yüzden hiçbir siyasi ve dini görüşün kölesi olamaz. Zamana akran, tanrılardan eski konumu onun ham hayaller peşinde koşmasını engeller. Doğal akışın tarafsızlığı içinde o da bitaraftır. Bu tarafsızlığın her kefesi insanla doludur. Gözümüze bir yüzüyle ilişen gerçeğin sınır tanımayan binbir çeşit yüzünü görür ve hayatta yeri olmayan, sadece cahilin uydurmasıyla yer edinebilen mucizeler, olağanüstülükler vb. içi boş söylemlerin ortadan silinmesine ve sıradan insanın da güzelin ayrımına vararak doğayla biraz daha bütünleşmesine ön ayak olur biraz da.
Geçmiş yaşamların üzerine inşa ettiklerinde eskiyenin, çürüyenin yeri yoktur. Sınır tanımayan bir akış içerisinde çürümüşü, eskimişi mayalandırmaya uğraşmak kadar büyük kötülüğün olabileceğini sanmıyorum. Alınyazısı, kader vb. olgulara tapınan kalabalığın çoğalmasında ısrar edenlerin ince hesaplarla dayattıkları bir durumdur bu. Milyarlarca yıldır dönüp duran evrenin bir parçası olan Dünya yuvarlağının içindeki doğal akışın ve türevi olan insanın varlık nedenlerine kutsallıklar atfederek, onu allayıp pullayarak olduğundan başka türlü biçimde göstermekte ayak diremek düpedüz sömürüdür. Felsefe tarihinin derinlerinde soluklanan bir felsefecinin kendi görüşlerine daveti, aynı biçimde bir ilahiyatçının çağrısı, herhangi bir siyasi parti liderinin kendisini olumlamasından farklı değildir. Güzellik'in ne olduğunu bilmeyen, tanımayan insan için bu noktada özgürlüğünü yitirme tehlikesi başlamıştır. H.Hesse bu konuda şöyle söylüyor:
"Bugünün dünyasında insana, partiler ,vatanlar, veya dünya ahlak hocalarınca propagandası yapılan çağrılar yöneliyor. Bu, insanın benliğinden ve kişilik, eşsizlik gibi şeyler olabileceği düşüncesinden tamamen vazgeçmesi, normal ya da geleceğin ideal insanlığının katılacağı makinesinde bir küçük çark, birbirinin aynı binlerce yapı taşından biri olması için yapılan çağrıdır."
Sanatın amacı kendisidir. Bu amaç, hızını ulaşma gayretinden alan bir aşmayı da beraberinde taşır. Aşılamayacağı bilindiği halde, rengi, biçimi, kokusu ne olursa olsun bir hedef söz konusudur burada. işte tam bu noktada sanatın oyalayıcı, dinlendirici etkisinden çok, hedefin barındırdığı öz'ün önemi ortaya çıkıyor. Hızını doğal akıştan alan sanat ürünü, öyle bir an geliyor ki yaratıcısını bile dışlıyor ve okuruyla, izleyicisiyle, kendisiyle haşır neşir olanla yeniden yaratılıyor. Bir yol göstericiye, tanımlayıcıya, davetkara gereksinme duymuyor.
Zevklerin ve renklerin tartışılmayacağını söyleyenler işin kolayına kaçıyorlar biraz da. Bu iki olgunun bireysel benimsenme aşamasında hiç kimseye söz söyleme hakkımız olmayabilir. Ama gül fidanlarını zakkumla aşılamaya kalkışanlar karşısında suskun mu kalacağız? Mendel'in yasaları olabilirlik sınırları içerisinde gerçekleşiyor, bunu biliyoruz. Birileri dut ağacını kiraza dönüştürmeye yelteniyorsa, bu durum zevk olmaktan çıkıyor zevzekliğe dönüşüyor demektir. insanın uyanışını engellemeye çalışan zevzekler, kalabalığın eğitimiyle, öğretimiyle on yıllardır yap boz oynuyorlar. Doğal akışın alfabesi bütün kımıltıların erginliğe doğru yöneldiğini anlatırken, yaratımların gereği olan düş gücünü engelleyen, düşünceyi dumura uğratan, bu tür olumsuzlukları gündemde tutmakta ısrar edenlerin uygarlık anlayışlarının içinde ışıksız, susuz, yolsuz, okulsuz, doktorsuz köyler, kasabalar var mı? Sormak gerekir. Yetmiş yıl önce Anadolu insanının eksik beslenmeden kaynaklanan sayrılıklarını anlatan Ahmed Haşim'in sormayı unuttuklarını biz şimdi sormalıyız. Aynı ağaca yuvalanan yüzlerce kuşun şakımalarına bakıp, minicik ağızlarıyla barınaklarına yiyecek taşıyan karıncaların kardeşce telaşını anlayarak, gökyüzünden ve yeryüzünden payımıza düşen aydınlığın, suyun, havanın ve toprağın hesabını sormalıyız.
Yaşam, dışardan bir müdahale olmadığı sürece kendi başına sürüp gidiyor. Derinlere kök salmış damarlarıyla bahçesinde açan çiçekleri besliyor. Mevsimine göre deseni, biçimi değişiyor ama aynı öz gülümsüyor bize. Bütün canlıların özlerine göre kımıldaştığı bu bahçede;
"...gerçek olan yalnız bir şiir vardır. Bu da ne bir halkın, ne bir asilzadenin, ne bir kralın, ne de bir köylünündür. Kendisini gerçek insan duyan herkes bunu benimser. Bu da yalın, evet, hatta kaba halkın içinde, karşı konamayacak halde belirdiği gibi, kültürlüler arasında da, evet, hatta kültürleri yüksek uluslar arasında da belirir" *
Bütün eylemleriyle insanın içinde olduğu bir şiirin sözünü ediyor Goethe. Bu şiirin, yani yaşamın sosyal bölünmelere maruz kalamayacağını söylüyor. Soyut kavramların egemen olduğu toplumlarda içi boş güzel lakırtılar, soyutlamalar, salon ya da meyhane edebiyatıyla oyalanmalar, gerçeği perdeliyor ne yazık ki. Yazardan çok gazetecilerin yazdıklarıyla oyalanılıyor.
Yıl 2006'nın eşiği; çılgınlar mezbahanesinden aklı arayanlara merhaba... *