Eğer sen de bırakıp gidersen beni, elimi tutacak kimse kalmazsa yani, ben de kalmam buralarda, giderim sanki... Evet anlattığın masallar gibi günlük güneşlik değil hayat, evet zorlanıyorum ama sensiz hepten karanlık olur, hepten kasvetli...
Hayal kurmamak gerek belki, bilemiyorum fakat onlar da olmasa nasıl umut edebilir, nasıl katlanabilir insan? Güzel bir günün sonunda hafiften rüzgar eser bir gemide, çocukça sözler verilir, gülüşülür, "o" günün geleceğine duyulan inançla en ince ayrıntısına kadar kurgulanır hayat. Bizim kontrolümüzde değil biliyorum, öğreniyorum, sadece güzel şeyler düşünürsek mutlaka güzel şeyler yaşayacağımızı görmek istiyorum. Kötü düşünceleri kovmakla uğraşıyorum bu aralar: daha uzunca bir süre benimle, bizimle kalacağına, binlerce şarkı söyleyeceğine, kapıyı çaldığımda sıcacık bir "hoşgeldin" duyacağıma, öğlen uykusundan domates kokuları eşliğinde uyandırılacağıma inanmak istiyorum. Gidersen eğer, yeni biçilmiş çimen kokusu, "benzemez kimse sana tavrına kurban olayım", yağmurdan hemen sonra ortalığı kaplayan toprak kokusu çok acıtır canımı. Ne çok şey kattın bana, zaman zaman kızsam, eleştirsem de ben ne çok benzemişim sana. Gidersen eğer, ben de vazgeçerim galiba, en iyi ihtimalle bir Akdeniz kasabasına yerleşip, yerlerine binalar dikilen portakal, mandalina bahçelerine ağlarım ya da Ankara’ya gidip Kurtuluş Parkı'nda koşuşturan o gencecik, umut dolu kızı ararım. Kimseye hesap sormam ama, affederim onları. Gidersen eğer, ben de benden giderim. içimdekilerin çoğu sen, gidersen, biterim....
yalnızdık aslında. o kızıl göğün bitmeyen soğuğunda, sevdalı yalanlarla kandırıyorduk kendimizi. bünyemiz kaldırmıyordu yalan söylemeyi, yine de yalan söylüyorduk, kendimizden utanmadan. varoluşun acısında yanımızdan geçen sartre idi, oluşun zorlu basamaklarında, hayata bağlayacak bir yalan ararken. ama sadece yürümeyi seçtik, yeri yönü belirsiz, yalpalayan adımlarla. içkiyi içen biz değildik, varlığımızı şaşırtmak istedik, diğerlerine benzeyebilmekti amaç. ağzımızı sıkıca dikmiştik ki, gürül gürül kan aksa da, konuşamayalım diye, ilk defa kendimiz gibi. soğuk bakışlarla düştü hayal, düştük. tekrar kalktık yola düştük, gözlerimizde bir çocuk, gülümseyen tek başına.
Geminin ardında bıraktığı iz, gökyüzüne, arkasında beyaz bir iz bırakan ince ve kızgın bir sarı ile son mesajını bırakmadan birkaç dakika önce idi. Gemi, dönmemek üzere, yolcuğununu sonlandırmaya doğru faaliyete geçti.
Güneş, ufuğun altına ilerledikçe, kumsalda son bir parıltı da kayboldu, bir örnek kutusunun kapağında parladı. Yakınlarda, sert dalgaların devinimlerinde hala keskin olan, bu gezegenin kayaları küçük plastik bir torbayı hırpalıyordu. Torba bir süre kapalı kaldı, kapak sıkıya kapalı, bağlantılar kendinden contalı idi, fakat kapağın sert plastik materyalinde ufak çaylaklar oluşmaya başladı. Kapağın çatlaması uzun sürmedi, ve sert bir dalga ile kırıldı, torba, denize boşaldı.
Katı atık yavaş yavaş battıkça, bağırsak bakterileri, ilkel canlılar olmaya doğru yüzdüler. Nişasta, yüzen sarı bir leke, viral nükleoprotein zincirleri, endosporlar ve protozoonlar serbestçe yüzdüler.
Küçük organizmalar kayalara çarptılar, çatlaklara yerleştiler. Orada, üzerlerine dökülen deniz dalgaları onlara, besinleri için parçaladıkları protein zincirleri ve kimyasallar getirdi. Nitrojen bağlayan organizmalar, torbadan döküldü ve E. coli ve fungilerle yığılarak bir araya geldiler. Bazılarının arasında, gen değişimi ile, konjugasyon ver yeniden birleşim başladı; transdüksiyon diğerleri arasında kormozomsal materyal değişimi yaptı. Hücre bölünmesi yeni gelenlerin habercisi idi.
Bakteri her yerdeydi... Kemosentetik bakteri kimyasalları parçalar halinde bölmeye başladı... Fotosentetik bakteri şafağı bekledi... Küçük organizmalar, kamçılarıyla denize hareket ettiler.
Mikropsal hücreler, metabolik yollarını izlediler, kendi yolculuklarında, okyanus akımlarında, devinim yaptılar: dün, yarına doğru, ve sonsuza dek. Sabah, güneşin ilk ışıkları onları ısıttığında, daha fazlası vardı.
Önce yeşil ve kahverengide evrilecek, sonra gökkuşaklarının spektrumunda geçeceklerdi. Gezegeni, denizleri, cennetleri dolduracaklardı. Kayaları, zirveleri, ırmakları, rüzgarları isimlendireceklerdi, ve bu denizi. Savaşacak, barışlar yapacak, birbirlerine öğretecek, teknoloji yaratacaklardı. Yıldızlar arası keşifler yapacak, eksobiyoloji ve eksobotani yapacaklardı. Sabrı, çalışkanlığı ve düş kırıklığını öğreneceklerdi.
Jovah, neredeyse koştuğunu fark ederek yavaşladı, sonra durdu, ve denize baktı. Kaçacak hiçbir yer yoktu. Önünde, sonsuz bir hiç uzanıyordu. Ve ev büyük bir mesafe uzaklıkta idi.
Güneş ışığı, özel keşif giysisinin gümüşü üzerinde parladı. Denizin karşısında, güneş, üstlerde koyu maviye dönen, gök mavisi bir gökyüzündeki, kabarık beyaz bulutların üzerinden, kırmızı ve turuncu ışıklarını saçıyordu. Manzara, oldukça güzeldi, fakat; o bakmak için ancak durabilmişti.
Başka biri, yalnızca diğerleri gibiydi. Hala, oldukça ışık yılı uzakta, yardımcı pilotuna, "Eğer bu biri değilse, bunun biri olmadığına anet oldun, herhangi bir yerde." dedi. Korkularınızı dile getirmemelisiniz, diye düşündü. Bir çocuk bile bunu bilir. Bu, onların gerçekleşmesini çok daha kolay yapar. Bazı sebeplerden, annesini düşündü, annesinin ona olan inancını. 20 yıl...
Etraflıca test ettiler, daha sonra, her testi yeniden yaptılar. Bezginlik içinde kaskını çevirdi, giysisinden hava bağlantılarını çıkardı, kaskı çıkardı ve kumların üzerine fırlattı. Kask, bir kayaya çarparak, durdu. Sarışın saçlarını silkti, son saç kesiminden beri aylar geçmişti. En yakın zamanda saçlarını kestirmeliydi.
"Onu çıkarmamalıydın." dedi, gemiden Gaia'nın sesiyle, kumların içindeki yerinden kaskı.
"Ne fark eder." diye cevap verdi Jonah. "Şimdi hiçbir hastalık kapmayacağım, değil mi." Hoparlörde onun uğuldamalarını duyabiliyordu, daha sonra, yorum yapmadan düğmeye bastı.
Resmi emirler zıttına olmasına rağmen, kaskını çıkarması hiçbir şey fark ettirmemişti, sorun da burada yatıyordu. Atmosfer oksijen, nitrojen ve hidrojen dolu idi. Ortamı kötü kokutmak için yeteri kadar metan ve amonyak vardı, ama nefes almak zor değildi.
Gaia'ya kaba davranmak istememişti, fakat Gaia, onu, bunu bilecek kadar tanıyordu. Birlikte çalıştıkları bu aylar, bir görünür problem dışında, kötü aylar olmamıştı: Gaia'nın Jovah'tan daha kolay kabul ettiği bir sorun. Gaia bir mühendisti, ve mühendislik, içinde kendini kaybedebileceği bir mücadele idi... bekleyebileceği, uzun gelecekte, düşleyebileceği. Jovah için, durum farklı idi.
Bu orta yaşlı gezegenin denizi, henüz çok tuzlu değil, tamamen mükemmel, iyi su içeriyordu, fakat bu, gezegensel gelişimin bu seviyesinde olabileceği gibi idi. Kıyı şeridindeki kayalar, bu büyüklükteki yetişkin bir gezegende, bir okyanus kıyısında bulunamayacak çentikli şekillere sahipti. Birisi, bolca yuvarlak ve aşınmış kaya da bulabilirdi, fakat, ne yazık ki, Jovah ve onun teorilerine göre, bu gezegen o kadar da genç değildi.
Bulunan bir fosil kaydına dayanarak, gezegenin yaşamında bu evrede, burada, ekvatoryal bölgelerde, yetişkin bitki oluşumları bolluğu olmalıydı. Denizler yaşamla dolu olmalı, gökyüzü uçan şeylerle, bir şeylerle dolu olmalıydı. Fakat hiçbir şey, en küçük, en ilkel yaşan biçimleri bile yoktu. Hiçbir şey. Tanımlanabileceği kadarıyla, hey zamanki gibi, hiçbir şey olmayacaktı. Hiçbir şey.
20 yıl eğitim, ne için. Jovah'ın uzmanlık alanı yıldızlar arası uzak yolculuğu ve keşfi idi, fakat, politikacılar, yatırımlarının karşılığı olmadan, bir yıldızlar arası uzay programını finanse etmeye devam etmeyeceklerdi. Ne de olsa, evden birkaç ışık yılı uzaklıkta, sömürgeleştirme için uygun gezegenler vardı. Üzerlerinde keşfedecek canlının olmaması, politikacılar için bir şey farkettirmiyordu.
Eksobiyoloji ve Eksobotanik: Javah'ın ana çalışma alanları. bir iş başvurusunda bunların, ona çok yararı olurdu. Gerçekten başka yol yoktu; uzmanlık alanı yoktu. Mezun olduğu, en üst düzey bilimsel çalışmaları hayal olmuştu. Bu düşünce, en korkutucudan daha kötüydü. Buna alışmayı denemenin aylar sonrasında,
hala kafasında bu düşünceyi kontrol edemiyordu. Eksobiyoloji ve Eksobotanik, uygulamasız teoriler. Deli, şarlatan bilimi. Hayır. bunu düşünemiyordu.
Giysiyi çıkarabilmeyi de diledi, fakat bunu iki seferde başarabildi. Çömelerek, düşünmemeye çalışarak, giysisinin tuvalet fonksiyonlarını kullandı... düğmeye bastı ve sifon mekanizmasının, atık torbasına boşaltmasının, ultrasonik temizleyicinin temizlemesinin sesini dinledi. Her şey gayet muhtazam ve düzenli idi... oldukça medeni. Oldukça boş. Tuvalet ihtiyacınızı gideriyor ve temizlemeye bile gerek duymuyordunuz. Giysi fonksiyonları çoğu metali kaynak yapabiliyor ve kesebiliyor, eğer odun varsa, odun yakabiliyor, varolmayan uzaylılara karşı koruma ve savunma sağlabiliyor, giyeni hastalıklardan koruyabiliyordu... fakat hastalık yoktu. Muhtemelen bu giysiyi bir daha asla giymeyeceğim, diye düşündü. Bu düşünce, onu cesaretsiz hissettirdi ve alnını eliyle sildi, sonra tekrar oturdu.
Kaskına, kumun karşısındaki gümüşüne baktı. Tabii ki, kaskın ikinci bir amacı, giyenini kirlilikten korumaktı, fakat kirlilik yoktu... kirliliğin en zayıf ihtimali bile. Bu gezegende, indikleri ellinin üzerinde diğerlerinde olduğu gibi, baştan başa bütün keşifleri boyunca ve sayısız diğerlerinde olduğu gibi, aralıkları şey yine kayıptı. Yine.
"Hiçbir lanet olası hayat. imkansız, fakat hayat yok. Asla hiçbir hayat." Dizlerine çöktü, giysilerini yırtarak, saçlarını çekerek. "Hiçbir lanet olası, lanet olsaı hayat."
Atık torbasını monte edildiği yerden çıkardı ve denize doğru savurdu. Hava sisteminin kablolarını ve vanalarını söktü, toplama araçlarını tekmeleyerek örnekleme takımını çekip çıkardı, yere attı üzerinde zıpladı ve ezdi.
Kızgınlığı sonunda bitti, fakat örnekleme taakımını düştüğü yerde bıraktı. Kimse onu bulmaya gelmeyecekti ve ona bir daha ihtiyacı olmayacaktı.
Her şey kusursuz olarak yerinde idi. Yaşam için daha ideal bir gezegen adayı düşünülemezdi. Karbon bazlı organik kimyasallar boldu. Uzun dizgili moleküller, alifatik asitler, üre, amino asitler, nükleik asitler ve proteinlerde bulunan temel yapılar. Yaşamın denizdeki bütün yapı blokları.
Tahmin edebildikleri kadarıyla, milyonlarca yıldır. belki bir milyar yıldır, her şey yerinde olmuştu. Fakat hayat yoktu. Hiçbir zaman, hiçbir zaman hayat olmamıştı. Dağlarda, vadilerde yeşillikler yoktu. Her zaman olduğu gibi, diğer gezegenlerde olduğu gibi hiçbir şey, bir mikrop, bir virüs bile yoktu.
"Jovah," dedi Gaia yeniden, haberleşme cihazına. "Jovah. Hadi. Gidelim. Burada yapacak başka bir şey yok. Zamanımız zaten geçti."
Yapılacak hiçbir şey. Problem bu değilmiş gibi. Her şey burada idi. Her şey burada idi ve hiçbir şey burada değildi, ve sorun buydu, her zamanki sorun, çözülemez sorun. Konuşmak için tıkanmış olarak, haberleşme cihazının koluna, kalbinde negatif düşüncelerden başka şey olmaksısızın, haberleşme cihazının düğmesine, "olumlu" sinyali için iki kez bastı. Elinde şapka ile, kumsaldan aşağı doğru, geldiği yoldan ağır ağır yürüdü.
Gemiye doğru, adımlarını izleyerek Jovah, araca yaklaşınca baktı, kumların üzerindeki sarp kayalıkların yanında ne kadar küçük göründüğüne şaşırdı. Bütün teknolojisine rağmen, geminin yuvarlak dış cephesi, tek açıya yükselen kayalıklardan daha yaşlı görünüyordu.
Gezisi bitmemişti. Bir daha gitmeyecekti... elki kimse gitmeyecekti. Evde, hükümetten destek için baskılar azalmıyordu. Evrende, olmadığı kanıtlanan bir şeyi kovalamak için alınan destek, bütçede uzun süre yer almayacaktı. Eve dönmenin koşullarını düşündü... kirliliği, kalabalığı, bozulmaları... kendi hayal kırıklıklarını... Bu son hatayı bekleyen karşılama tipini, ve dönmesine ve sahile inmesine neden olan anıları.
Ama neye, diye düşündü, ve nereye, elinde kaskı ile gemiye girdi, çocukluğundan beri hayal ettiği uzaylı ile asla karşılaşamamak, asla o garip ve muhteşem eli sıkamamak. Kendine güldü, önce içinden, sonra kahkahalarla. Bir koloni bulmaya yardım edebilirdi... hala mücadeleler olacaktı. Fakat keşifler olmayacaktı... Rüyaları bir serap olmuştu. Teslimiyet, içinde, yavaş yavaş başlamıştı, bu isimsiz denizdeki günbatımı gibi, giderek koyulaşarak.
yazıyorum işte...ne yazdıgımı, ne yazacagımı bilmeden yazıyorum.
bir şeyleri düşünmedigimi yahut birşeylein içini dolduramayacagımı bile bile yazıyorum.
doguştan hakkım olan 'düşünebilmek''istidadım elimden, kendi rızam olmadıgı halde alındıgı için yazıyorum.
küçük bir organizasyon için olsa da bütün bir sanata kafa tutarcasına yazıyorum aslında.
bir sürahiden agzına kadar dolmasını beklemeden taşmasını istemek herhalde riyakarlık olur.
daha tabanımı dahi doldurmadıgım halde benden taşmam istendigi için yazıyorum.
ben, kendime sordugum sorulara yanıt alamadıgım için yazıyorum.
ben, bana sorulmadıgı halde benim adıma alınan kararlara tepki olarak yazıyorum belki de.
her şey bir yana, hangi konuda olursa olsun, şimdi adına yaptırım dedikleri dayatamayı bir türlü kabullenemiyorum.
beni ikna edin, inandırın ama asla bana dayatma yapmayın...
dayatma kadar insanın yapısına ters bir davranış tanımıyorum.
evet ben bir kapalı hududu aşıyorum.
ve bir parça da olsa kendi adıma düşünebildigim için yazıyorum.
ben, benim yerime bir şeyleri düşünenlerden düşüncelerimi geri istiyorum artık.
kendi adıma kendim düşünmek, kendim için ibr şeyler yapabilmek, kendi yaptıgım hataların sonuçlarına kendim katlanmak istiyorum.
bütün bunlara kim inanır dersiniz?
aslında bu ne zor, ne de kolay bir iş.
kim inanır, kim inanmaz?
tebeşirle kondurulmuş bir nokta kadar basit ve sefil bir köylü inanır.
yük altında iki büklüm, akşama kadar solumaktan başka bir hayatiyeti olmayan bir hamal inanır.
ötesi var mı?
ya en aptal, ya en akıllı inanır.
aptal da ne demek?
tam akıllılık kabil mi ki, tam aptallık mümkün olsun?
aptal dedigimiz çok defa üstüne hiç bir yazı yazılmamış boş kagıda benzer.
madem ki boştur, güzeli bulamamıştır.
fakat madem ki yine boştur çirkinden kurtulmuştur.
aptalın şuuraltı veya şuurüstü kavrayışıyla bulunmuş kimbilir ne hakikatler var.
hakiki aptal o boş kagıdın üzerinde hiç bir yazı yazılmamış olan degil, saçma-sapan, kör-topal, yalan-yanlış şeyler karalamış ve onlara sımsıkı sarılmış olandır.
yani;aptallıktan yola çıkıp akla varamamış ve yarı yolda kalmış idrak cücesi.
inanmak, ya çok üstün, kendi kendini kül edecek kadar üstün bir akıl davasıdır; yahut yarı yolda bangır bangır iflas eden aklın her türlü estetiginden mahrum, fakat gizli bir ruh feyziyle gayesini sezmiş ve fikir kargaşasından kurtulmuş saf ve basit adam işi.
o akıl budalaları ki, gözün nasıl gördügünü anlamadan gördügü şeylere inanırlar, fakat görmediklerine inanmazlar.
gözlük üstüne gözlük takarlar ve üstelik görüneni bile görmezler.
işte onlar ellerinde birer istiklal pervasızı taşırlar, eşya ve hadiselerin posalarını hep onunla incelerler ve hiçbir şey bulamazlar.
şudur ki, birinin oluşundaki sırları bilmedigimiz halde, öbürünün meydana gelişini, bütün dış şekilleriyle tanıyoruz.
biri aklımızı, çepeçevre sarmış bulunur.
bu yüzden, biri bin kere olmakla yeni kalıyor da, öbürü bir kere olmakla eskiyi veriyor.
ne garip aslında, birileri geliyor bizim yerimize bizi düşünüyor, bizim adımıza kararlar alıyor ve biz ses çıkartmaya kalkıştıgımız zaman düşüncelerimizden dolayı suçlu oluyoruz.
aslında ne gerek var ki, bize bu tekrarın, belki en kaba, fakat en saygılı cephesiyle düpedüz tekrarın, hiçbir şahıs mümtazlıgı ve hiçbir alet hususiligi göstermeyen hakir ve basit bir halkası olmak yeterken...