loş ışık altında, masasının üzerinde sızmış bir adam. bir elinde kalem, kafasının altında kâğıtlar, diğer elinde ısınmış yarım bir bira. kısık sesle gelen, hafif bir müzik eşliğinde, bir şeyler karalıyormuş kâğıda sanki. uzun uzun anlatmış her şeyi kâğıda, kalem yazmaktan sıkılmış olsa da o durmadan devam etmiş. ta ki kendi pili bitene kadar.
yavaştan doğrulmaya çalışıyor şuan. kafasını kaldırırken masadan sendeliyor biraz. gözler kan çanağı olmuş. ağlamaklı bakışlarla yüzünü kaşıdıktan sonra son yazdıklarını okuyup, tekrar bir şeyler yazmaya çalışıyor. vücudunun buna izin vermediğini anladığında, sıcak olduğunu fark etmediği birasından bir yudum alıp, suratını ekşiterek kalkıyor masanın başından. bir şeyler homurdanıyor kendince. anlamsız cümleler kuruyor.
şehrin ışıklarıyla aydınlanan balkonu, gökyüzündeki yıldızları en iyi şekilde görüyor. sigarasını yakıp ilk nefesi çektiğinde, bir rahatlık alıyor onu. içi ferahlıyor. yukarı, yıldızlara doğru baktığında, hafif bir gülümseme kaplıyor yüzünü. bir şeyleri anımsıyor, birilerini hatırlıyor herhalde. nedenini belki de oda bilmiyor. aptal ama bir o kadarda masum bir gülümsemeyle ikinci nefesini de en derin şekilde, yıldızlara bakarken çekiyor. bir anda gelen öksürükle, sigarayı aşağı fırlatıp homurdanmaya başlıyor yeniden. içeri girdiğinde zannettiğimi yapmayıp, yatağına yöneliyor.
müzik eşliğinde yavaşça yatağına uzanıp, sevdiğinin gizlice çekilmiş, tüm odayı kaplayan resimlerini izliyor. özlem gözyaşı oluyor o anda. o nu düşlemenin harika bir duygu olduğunu, tüm korkuları yendiğini anlıyor.
müziği susturup, içindeki sessizliği dinliyor. onun anlattıklarını, yapması gerekenleri hayal ediyor. istemenin yetmediğini, artık bir şeyler için harekete geçmesini hatırlıyor. telefonuna titreyen elleriyle uzanıyor. numarasını çevirdiği anda titremeleri artıyor. aradığında neler söyleyeceğini kestiremiyor. bırakıyor telefonu kenara, vazgeçiyor o anlık. ama içi içini yiyor. uzanmış olduğu yatakta, o nunla geçecek rüyalara dalmak için gözlerini kapatıyor. bilmiyor ki gözlerinin kapadığında savaşın başlayacağını.
gözlerini kapadığı anda dalıyor uykuya. sevdiğiyle başladı rüya. ileride olmasını düşündüğü mutlu günleri görüyor. elini ilk tutacağı anı, sarıldığındaki sıcaklığı hissediyor. ilk öpüşteki tadı, bakışlardaki anlamı kavrıyor. güzel giden rüyası, bir anda karanlıkla kaplanıyor ve
açtığında gözlerini, koyuca bir karanlık var etrafında. kafasını kaldırdığı an bir yere vuruyor. düşüşünde de aynı ses. anlıyor ki tıkılı kalmış bir yere. hala rüyada olduğunu zannederken, bir sesle irkiliyor. etrafındaki her şey kayboluyor o an. ses git gide yaklaşıyor. neden burada olduğunu soruyor kendisine. "sen kimsin?" derken, " sorgulama, cevap ver. yeri geldiğinde öğreneceksin kim olduğumu." yanıtıyla sözü kesiliyor. karanlık yok olup ışık doğduğunda bir şaka olduğunu düşünüyor tekrardan. hala rüyada olduğunu, uyanmak için neler yapmasını düşünüyor.
hayali varlık yine ses veriyor. " uyandın dostum, gerçek hayata uyandın şimdi." dediğinde anlıyor her şeyi. o cümlenin noktası konduğunda, sırasının gelmiş olduğunu biliyor. "neden ben?" sorusuna, "hep istediğin şeydi, niye bu kadar içerledin ki?" cevabını aldığında karşısındakinin boş bir varlık değil, kendisinin yaratan olduğunu öğreniyor. sorular başlıyor yavaştan, teker teker cevaplıyor. bazılarında kem küm etse de sonunda cevabı alıyor tanrı ağzından. bitmek tükenmek bilmiyor, cevabının kesin olduğu sorular. hiç kaçış yolu yok. cevaplar gideceği yönü belirleyecek sanki. ipin üzerindeki dengesinin devamı, bu sorulara bağlıymış gibi geliyor.
" ../../.... günü saat ..:.. ana haber bültenine hoş geldiniz. bültenimize geçen gün bir gencin yatağında ki esrarengiz ölümüyle ilgili haberle başlıyoruz. otopsi sonucuna göre, gencin üzerinde hiç bir yara, darp izi, iç organlarında hasar veya iç kanama görülmemiş, ölümü gerçekleştirecek hiç bir bulguya rastlanmamıştır. savcı; genç tarafından yazılan hikâyeyi okuduktan sonra, kesin bir açıklama getirileceğini söyledi. psikiyatrisiler olayın, psikolojik bir travma sonucu olabileceğini, hikayeni ve arkadaş çevresinden alınacak bilginin konuda yararlı olacağını ekledi. "
tanrı sorularının bittiğini söyleyince derin bir nefes aldı. ve tanrı kararını verirken bir soru sormak istediğin söyledi. tanrı izni verdi ve konuşmaya başladı. " madem tüm evrenin yaratanısın, her şey senin elinin altında, her şeye sen hükmediyorsun." derken tanrı sözünü kesti. "evet! her şey benim. uzatmadan bitir." diyerek ikaz edince, bizim çocuk sorusunu sordu: " o zaman neden âdem ile havva'ya yasak elmayı yedirdin?"
yazım yanlışları ve anlatım bozuklukları için affola.
dört yıl, iki ay, üç hafta, bilmem kaç gün ve bilmem kaç saat... ibrahim'in bu arabayı almak için tam olarak çalıştığı süreydi. Bu süreyle eş değer olarak sırtında taşıdığı çuval sayısı, sıva yaptığı duvar sayısı, zabıtalardan kaçarken verdiği nefes sayısı ise bu itinalı hesabın içerisine dâhil etmemişti. Bu arabayla şoförlüğü öğrenmiş, ilk trafik kazasını duran bir arabaya çarparak yapmış ve böylece ilk dayağını da yemişti. Hatırası çoktu bu arabanın. Lakin nazı da bir o kadar çoktu. Yaktığı benzin, aylık ve yıllık bakımı bir yana, sırf arabası var diye öyle bir vergi veriyordu ki, duyanlar el insaf çekiyordu. Her şeyin üzerine bir de işsizlik eklenmişti. ibrahim her yükü taşırdı ama işsizlik, en ağır yüktü. işsiz kalmak kadar zor bir işe el atmamıştı daha.
Berberin çırağı cep telefonuyla arabanın fotoğrafını çekip, internete ilan verdi. ilanın altına da bir iki hoş cümle yazdı. "Yolda kaymak gibi kayar. Kullanması ayrı, izlemesi ayrı bir keyiftir. Ayrıca bu arabayı alana, mustafa Erkek Kuaförü!nde saç sakal traş bedava."
ilk hafta kimse ilana cevap vermedi. Sonra ibrahim, araba için istediği fiyatı düşürdü. Yine kimseden cevap gelmeyince, belki biri boş bulunup yer diye, ilanın altına şu cümleleri eklediler. "Yüzde yüz yerli malı, kullananın milli duygularını güçlendirir, iman gücü katar, kazalardan korur." Aradan iki hafta geçtiğinde, ibrahim arabası garajda yattığı için olacak ki, gidip cebindeki son parayla, bir ballı vergi daha ödedi. Böylece arabaya koyacak benzin bulabilirse, belki yola çıkabilecekti.
ilanın üzerinden bir ay geçtikten hemen sonra, bir alıcı telefon açtı. Pazarlık etmek istemeden, parası neyse vermeyi kabul etti. ibrahim bu durumdan hiçbir şey anlamadı. Adam, arabayı hemen almak istiyordu. ibrahim arabanın sorunlarından bahsetti. Sağ kaportada ezik, sol kapıda çizik vardı. Adamın umurunda bile değildi. Hemen getir, paranı peşin verip alayım dedi. ibrahim, beynindeki sinirleri ikinci vitese geçirip, hafiften kıllandı. Kıllanmasıyla birlikte, yokuş yukarı giderken zorlanan emektar arabası gibi stop etti. En yakın koltuğa kuruldu. Düşünmeye başladı. Adamın, telefonun öbür ucundaki sabrı taştığında, arabayı satmayı kabul etti.
Bir fabrikanın arkasında buluştuklarında, adam hiç konuşmadan parayı uzattı, anahtarları aldı. ibrahim arabasının ya da onun gözünde, emeğinin arkasından baka kaldı. Arabanın yeni sahibinin, yanındaki arkadaşına; "Bu arabanın arkasını kestirip, üzerine bir kasa koyduracağım. Sonra ister çuval taşırsın, ister taş taşırsın. Bu arabalar sağlamdır, bir şeycik olmaz" dediğini duydu. içi cız etti ibrahim'in. Sırtında çuval taşıyarak aldığı arabasının sırtını kesip, çuval taşıttıracaklardı. Bir an için nefessiz kaldı. Arabanın yeni sahibi gazlayıp giderken, ibrahim uzun süredir ilk defa gülümsedi. Neyse dedi kendi kendine. En azından benim araba bir iş buldu kendine, çuval taşıyacakmış. Belki benim emeğime de bir şeyler çıkar dedi. inanmadı bu lafına, yine de gülümseyerek eve döndü.
not: incememed'e bu ince düşünüşü için teşekkürü borç bilirim.
Yabancı olduğum yalnızlıkla baş başayım. Evimde ve odamda.. Elektrikler kesik ve duvardaki saatin tik takları sinirimi bozuyor. Pencereden içeri süzülen kısık ay ışığı altında bir şeyler yazmaya çabalıyorum ancak duvardaki saatin aşırı düzenli ritmi buna izin vermiyor. Elektriklerin gelmediği her saniye ise odamdaki karanlık içime dolmakta.. Dayanılacak gibi değil.
Sigara içmeliyim. Elimle sigara paketini arıyorum. Sabahtan beri en sık yaptığım ikinci eylem anti depresan ilacının kutusundan sonra sigara kutusunu aramak. Karanlık beynime de dolmaya başlamış olsa gerek, paketi nereye koyduğumu hatırlayamaz oldum. En sonunda sabahtan beri üzerlerine saçma sapan şeyler yazdığım, kayda değer tek bir cümlenin bile bulunmadığı kâğıtların altında buldum onu. Boştu. Bu durum bir hayli üzdü beni.
Ardından keşke bir şeyler dinleyebilsem diye düşünüyorum. Ancak müzik dinleyebileceğim aletlerin hiç biri elektriksiz çalışmıyor. Tek dinlediğim şeyin duvardaki saatin sesi olması sinirlerimi alt üst ediyor. Kalktım ve saatin pillerini çıkardım. Ancak hiçbir şeye yaramadı. Omuzlarıma binen sıkıntıyla birlikte odamın ortasında küçüldükçe küçülüyorum. Daha fazla dayanamayacağım. Kapının arkasında asılı duran montumu aldığım gibi dışarı atıyorum kendimi.
Sokaklar ışıksız, gökyüzü ışıksız. Ne bir sokak lambası ne bir yıldız parıltısı ne de az önce odamı aydınlatan ay ışığı.. Gecenin karanlığında ve lapa lapa yağan karın altında yürümek odamdaki kasvetten iyidir diyor ve devam ediyorum.
Gecenin karanlığını beyaza bürüyen melekler iniyor gökten. Çok şiddetli bir şekilde hem de… Yürümek zorlaşıyor. Yağan şiddetli kardan dolayı kaldıramadığım kafamı hafifçe yukarı doğrultuyorum. Önümde yürüyen bir adam.. Normal bir insanın aksine bu soğuk havada incecik giyinmiş. Bende de aynısı olan bir tişört, yine benim pantolonumun aynısı ve aynı ayakkabılar.. Kardan zor açabildiğim gözlerimle gördüklerim bunlar. Ancak yanılıyor da olabilirim.
Kafasını omuzlarının arasına saklamış ve kolları, duvarımdaki saatin sesi kadar düzenli bir şekilde ileri geri sallanırken yürümesine devam ediyor. Ne yalan söyleyeyim, ıssız bir gecede, sokakta benden başka birinin geziniyor olması güven veriyor. Her ne kadar gördüğüm insan pek normal olmasa da. Bu anormallik onu takip etmeye karar vermeme sebep oluyor. Bu kararın anlamsızlığının farkında olsam da karşı konulamaz bir merak onun peşinden ayrılmamı engelliyor. Mümkün olduğunca az ses çıkarmaya çalışıyorum. Aramızda ki mesafenin kapanmaması için de onunla aynı ritimde adımlar atmaya dikkat ediyorum. Yürüdükçe yürüyor ancak bu soğukta hiç bir üşüme belirtisi göstermiyor.
Düz devam eden yolda yürürken birden sola döndü. Bende döndüm. Sonra sağa ve tekrar sola.. Bu istikamet canım sıkkınken yürüyüş yaptığım yolun aynısıydı. Karşıdan karşıya geçmesi gerekiyordu bu istikameti devam ettirebilmesi için. Öyle de yaptı. Ne sağa ne de sola baktı karşıdan karşıya geçerken. Ve karşı kaldırıma ayak basar basmaz durdu. Beni görmemesi için ne yapacağımı şaşırdım. Yolun ortasında öylece kalakaldım.
Bana doğru dönmeye başladı. Korkuyorum. Ancak bir anda kayboldu. Önce şiddetini arttıran kardan dolayı göremediğimi zannettim ama tekrar tekrar baktım. Karşımda değil. Kimse yok. Aldığım ilaçların etkisi sanırım. Şu an hayal görmemden daha normal ne olabilir ki? Bir daha bu kadar çok anti depresan kullanmamam gerek. Tüm bunları aklımdan geçirirken yolun ortasında olduğumu unuttum. Karın etkisiyle yokuş aşağı kayarak gelen ve kontrolden çıkan kamyondan ise hiç haberim yoktu. Anladım ki o yürüyen hayal beni ölümle tanıştırıyor..
Usulca yürüyordu boş yolda.. Tek başına, bütün yaşanmışlıkları düşünüyordu şimdi. Ve kulaklarında kendi sesinin yankıları: "ben sevmeyi beceremedim, belki de sevilmeyi" Ve düşündü tekrar: "benim, sevmeye engel ve asla evcilleştiremeyeceğim acılarım var. Kapanmamış yaralar.. ya da kapansa bile izinin asla geçmeyeceği yaralar"
Nereye gittiğini kendisi bile bilmiyordu. Sanki o ayaklarına değil de,yollar ona emir veriyormuş gibi bir his vardı. Uzun zamandır bunu yaşamamıştı. Ne kadar da güzel bir duyguydu.
Yürüdü saatlerce.. aklındaki tek şey 'o'nun gitmeden önce söylediği sözlerdi. Haklıydı evet, o asla sevilmeyi becerememişti. Asla aşık olamamıştı. Ama bir an "hangi aşk?" diye söylendi içinden. Bir romandan esinlendiği gibi o da binlerce çeşit aşk olduğuna inanan insanlardandı. Ona göre şu an hissettikleri de bir çeşit aşktı, fakat karşındaki zavallı onu anlayamamıştı.
Eğer çok duygusal biriyseniz yaşadıklarınız sizi normalden çok daha fazla etki altında bırakır. Üzerinden ne kadar zaman geçse bile unutamayacağınız şeyler vardır. O bunları çok yaşamıştı. Çok acı çekmişti. Aslında bu acılar sayesinde olgunlaşabilmişti. Bir bakıma, bu yaşadıklarından dolayı aşka ve sevgiye olan bakış açısı değişmişti. Ona göre binlerce aşk çeşidi vardı, fakat sevgiyi sınıflandıramazdınız. Zira sevgi ya vardır, ya yoktur.
Yürürken acı acı mırıldandı tekrar:
-Asla sevildiğimi hissedemedim, bu gidişle de zor halim.. dedi.
Son on yıldır, çok sıkıldığında en çok yaptığı şeyi yaptı, cebinden sigara paketini çıkardı. Parasızlıktan aldığı ucuz sigarayı yaktı ve ilk nefesini içine çekti. Ve bıraktı kendini, bıraktı ki zehir vücudunda daha rahat yayılabilsin, kafasını dağıtabilsin birazcık da olsa..
Yürüdü.. yaptığı tek şey yürümek ve düştüğü düşünce kuyusundan tırmanarak çıkmaya çalışmak oldu.
Ne kadar zaman geçtiğini kendisi bile bilmiyordu. Muhtemelen bir saattir yürüyürdu. Yorulduğunu hissetti.
Üşüdüğünü..
Tanıdık mekanlar, tanıdık sokaklar..
Kendini birden bire aşina olduğu bir parkta buldu. Oturdu, cebinden tekrar bir sigara aldı ve ısınmaya başladı gecenin soğuğunda.
Kendini kandırdığının farkındaydı. Yürümek asla ona iyi gelmemişti. "üstelik bu lanet olası ayakkabılar da sıktı ayağımı, boşu boşuna yürüdüm o kadar" diye düşündü. Sessizce birkaç küfür etti. Ve aniden karşıdan bir silüetin yaklaştığını gördü:
-Muhtemelen hayâl görüyorum. Seni burda bulmayı hiç beklemezdim Murat. dedi karanlıktaki kadın sesi.
O sessizce homurdanmakla yetindi.
-Efendim anlamadım? Yoksa burdan bir an önce çekip gitmek istediğini mi söyledin? dedi yine o lanet ses.
-Hayır hanımefendi yanlış duydunuz. Burdan bir an önce çekip gitmenizi istediğimi söyledim. dedi. içinden bir anda nefret dalgası yükseldi. Ne demeye buraya kadar kalkıp gelmişti Dilek?!
-Güldürme beni koca adam. Benden nefret ediyormuş gibi konuşmalarına inanacağımı bekleme!
-Kanma zaten. Sadece çık git başımdan! dedi Murat.
Sıkıldı.. canı hakikaten sıkıldı bu konuşmaya. "oysa o onu pohpohlamama o kadar çok alışıktı ki.." diye düşündü Murat.
Bu onun tarzı değildi zaten. Dilek gecenin bir yarısında onu görmek için taa buralara gelecek ve hala aynı ilgiyi bekleyecek öyle mi? Bu kız gerçekten problemli olmalıydı.
Fakat Dilek'i buraya çeken bir şey olmalıydı. Bu kesindi. Vicdan azabı? Yok,yok. Onda o duygunun olmadığını birkaç gün önce öğrenmişti zaten.
Acaba söylemek istediği neydi?
Sessizlik uzadı. O da düşüncelere dalmış gibiydi. Belki bininci kez onun ne kadar güzel olduğunu düşündü Murat. kumral saçlar, hem de fazlasıyla.. Ela gözler, kusursuz bir yüz.. Ve insanın içine işleyen o umursamaz tebessüm..
Kendisine şaşırmadı ben bu insanı nasıl sevebildim diye. Cazibesine kapılmamak imkansızdı. Gülüşü ve o masum bakışlarıyla ilk günden hayran kalmıştı ona. Zaten aksinin gerçekleşmesi imkansızdı.
-Ne istiyorsun Dilek?
Hala sessizlik.. ve onu aniden bölen bir damla gözyaşı..
Ardından da derin bir iç çekiş..
-Dilek, sana bir şey sor-
-Sus artık!
Gecenin bir yarısı gelip onu araması onun tarzı değildi.
Ama bu, onun tarzıydı.
Ne olduğu anlamadan onun elini kendi ellerinde hissetti. Burnunun akmasını duyuyordu.
Nefes alış verişlerini duyabiliyordu.
"hayır bu kadarı çok fazla. Onun elini tutmayacağım!" diye düşündü içinden saniyeler boyunca.
Görünen o ki elleri emirlerine uymuyordu.
Zaten ağlaması onu çok kötü yapmıştı. Dudak bükmesine ve damla damla gözyaşlarına alışık değildi. O hep neşeliydi, hep güleçti..
"Hayır, lanet olsun sana! Aptal kadın, neden buraya geldin! Birkaç damla gözyaşında gidişini unutturabileceğini mi? Yoksa seni seviyorum deyip herşeyin eski haline mi gelmesini bekliyorsun?" dedi iç sesi Murat'a. Fakat o biliyordu bu düşüncelerin yalan olduğunu..
-Sen gittikten sonra çok düşündüm Murat. ve inanır mısın tıpkı az önceki gibi ağladım saatlerce. Anladım benim için ne kadar değerli olduğunu.("ah hayır buna nasıl direnç gösterebilirim") Ve aşk üzerine söylediklerini düşündüm. Haklısın. Senin hislerin de bir çeşit aşk. Benim seni sevmem de aşk.. Gitme nolur! Lütfen gitme! Boşluğunu doldurabileceğimi sanmıyorum. Hayatım boyunca pişmanlık duyacağım bir hata da yapmak istemiyorum. Biliyorum saçmaladım. Ama sen hep demez miydin saçmalıkların senin özündür diye? işte özümü yarattım ben de! Dedi ve tekrar sustu..
Sessizlik..
Ve hayakırıklığı..
Dilek'in hemen cevap beklediğini biliyordu o. Bu sessizliğin onu çıldırttığını da biliyordu.
Yüzünde hafif bir tebessümle Uludağ'ın eteklerine baktı. Işık demetini gördü. "keşke zirvede tek başıma olup deliler gibi bağırabilseydim." diye mırıldandı..
Düşündü.. cebinden bir sigara daha çıkarıp yaktı. Sol eli hala onun ellerindeydi.
Düşündü.. sigarası bitti ve söz sırası ona geldi. Asla iyi bir konuşmacı değildi böyle durumlarda. Zaten konuşmadı da.
"Hayır, yapmamalıyım! Elini tutmamalıyım! Kendimle çelişmemeliyim! Ama, ne var ki gururumu zorlasam? Hayır, kanmamalıyım!"
Usulca sokulup onu öptü. Ve dudaklarından,sonradan çok pişman olacağını hissettiği iki kelime döküldü:
-Seni seviyorum.
Hala kendine söz geçiremiyordu.
Ve hala, onu deli gibi seviyordu.
edit: imla. ayrıca anlatım bozukluğu yaptıysam affola.
Zaman ve kader iyi arkadaşlar.. Yemek için beni de davet ettiler bir akşam.. Gerçekten şaşırmıştım. Hayatıma yön veren iki kavram beni yemek yemeye davet ediyor.. Akşam için sabahtan başladım hazırlanmaya.
Saat 8'de uyandım. Önce güzel ve sağlam bir kahvaltı yaptım. Ardından üstüne başıma yeni bir şeyler almak için alışverişe çıktım. Dile kolay..
Zaman ve kaderle yemeğe gideceğim. Bir mağazaya girdim ve en beğendiğim takımı aldım. Zaten beğendiğim de mağazadaki en pahalı elbiselerdendi. Sonra elbisemi nasıl olacak diye mağazada denedim. Evet.. Gerçekten çok güzel, yakışmış ve oturmuştu üstüme; ama bir şey olmamıştı..
Bir baktım ki bu şahane elbise, kışa, kar yağışı ne kadar yakışıyorsa bana da o kadar yakışan takımımda ahengi bozan bir şeyler vardı. Boy aynasında tepeden tırnağa süzdüm kendimi.. Evet... Kar yağışını bozan mızıkçı güneş misali uzamış, yağlı saçlarım ve kireçten yapılmışçasına beyazlayan eski ayakkabılarından başkası değildi.. Saat 1'e doğru gelirken bir de berbere uğradım. Tabi her erkek gibi ben de berber sendromu yaşadım. Adını dahi bilmediğim o giz dolu, tatlı kokulu şey, arkada sürekli açık olan kral tv ve genelde çalan serdar ortaç şarkıları eşliğinde berber işe başlamıştı. Yanlardan az kısalt üstleri biraz daha fazla bırak dediğim halde yine bildiğini okuyan berber, yine ten ten modeli yapmış ve kendi bildiğini okuduğunun farkında olmasının verdiği pişkinlik ve hazla, 'jöle de süreyim mi' demesi, sanki çok bir şey yapmış gibi '-de' bağlacını kullanması da pek bir manidar oluyor..
Ardından esmer, kavruk, saçı hatıra ormanına benzeyen dik saçlı çırağına getirttiği aynayla ense tıraşını gösterip ' bak, iyi olmuş ama' demesi... O cümledeki 'ama' kelimesi her şeyi anlamaya yetiyor.. Yadırgadığım saç modeliyle buram buram koktuğum berber kolonyası kokusu ile çıktım dışarı. Oradan bir ayakkabıcıya girdim, yoğun bali ve deri kokusu, berberde oluşan sendromun gerginliğini üzerimden atmama yardımcı oldu. Ayakkabıcıda, kedigözü misali parlayan bir ayakkabıya yöneldim. Gerçekten çok pahalıydı ama onu da aldım. Saat 3 olduğunda dış görünüşüm, yemek için hazırdı. Peki zihnim hazır mıydı? Yemekte ne konusacagimizi düşünmeye başladım. Zaman ve kaderin nasıl bir ortak noktası vardı ki bu kadar konuşacak şeyleri oluyordu? Düşündüm...
Eğer kulların kaderi daha önceden belirliyse, insanın yaptığı her eylemin belli olduğu yazgının içinde zaman da olacaktı. Yani zaman ve kader birbirlerini tamamlayan ve daha önceden belirlenmiş iki dosttu... Bir diğer ihtimal ise, ya kader insan iradesiyle gerçekleşen bir durumsa? O halde insan kendi belirlediği kaderine göre yaşayacak ve zaman da insan iradesine bağlı kadere itaat edecekti. Yani ben onların efendisiydim... Bilemedim... Düşünmekten saate bakmadım ve yemeğe sadece iki saat kalmıştı. Hemen hazırlandım ve restauranta gitmek için evden çıktım.
Kapıyı tam kapatacakken aşırı kaynamadan dolayı çaydanlıktan gelen ıslık sesini duydum ve geri dönüp çaydanlığın altını kapattım. Ocağın üstünün çay içinde olduğunu görünce bir de onu temizledim. 5 dakikalık bir gecikmeyle çıktım evden. Arabama doğru yöneldim, arabanın kapısını açmak üzereydim ki 18.55 otobüsünün hızla üstüme geldiğini gördüm. Frenleri patlayan otobüsü gördüğümde, panikle tüm kaslarımın kaskatı kesildiğini ve hareket edemediğimi fark ettim. Hareket edemeyerek daha başlamamış olan çarpma hareketinin sonunu düşündüm.. Frenleri patlayan otobüs kazasında bir kişi can vermişti; fakat ölen otobüsün içinden biri değildi...
Daha sonra kader bana bir not yolladı, tam düşündüğüm gibi, zaman, beni oyalamış; kaderim uygulamıştı. Notta:
Özür dilerim.. Seni zamanla beraber yemekte görmek isterdim; ama çaydanlığın altını açık bırakman gerekiyordu..
Not: hibrit kibrite katkılarından dolayı teşekkürü borç bilirim
ıslık gibi bir ses geliyor dışarında. saat daha sabahın beşi...
sarsıntıyla zıplıyorum yataktan. deprem diyip yatıyorum tekrar yatağa ama odanın camına çarpan birşeyler var. cıtır cıtır ses geliyor camdan. üşeniyorum ve tekrar yatıyorum.
yine ne oldu ya?
telefona uyanıyorum. saat 13.52, annem arıyor "nasılsın oğlum iyi misin" diyor. suratına kapatıyorum telefonu. aramayın beni...
mutfakta kötü bir koku var ama nereden geliyor belli değil. bulaşıkları yıkamıştım geçen hafta acaba bu haftakiler mi diye bakıyorum. yok o da değil. yine telefon çalıyor. 2 oldu bu. aldığımdan beri en çok çaldığı gün oldu telefonun bugün. eski eşim arıyor bu sefer de
"iyi misin?" sesin kulağıma ulaştığı anda telefon çıkıyor elimden... peşisıra duvarda parçalandığını görüyorum. ve gülüyorum.
hakettiğin cevabı aldın umarım sevgili eski "fahişe" eşim.
kokunun kaynağı belli olmuyor kafayı kırıcam. kahve yapıyım en iyisi belki uykum açılır diyerek musluğu açıyorum. musluktan açık kahverengi su geliyor. sanırım bugün böyle geçecek. tıpkı dün olduğu gibi...
televizyonu açmak için uğraşıyorum ama açılmıyor bir türlü.
sonra farkediyorum ki elektrikler yok. sanırım son 3 aydır fatura yatırmadığım için kestiler.
kulaklığı takıp müzik dinlemeye başlıyorum. tam o esnada kapıyı yumrukluyor biri. ama alacaklı gibi. hoş alacağı olmayan biri neden benim kapıma gelsin. üşeniyorum açmaya.
sonra kapının kırılma sesi geliyor.
daha yataktan kalkmaya fırsat bulamadan bir asker giriyor odanın içine..
sonra derin sessizlik....
bugün ben öleli 4 yıl oldu.
ama hala söylemek istediğim birşey var.
son 8 sene kapısı tek kişi tarafından çalınmayan biri olarak diyorum ki;
üçüncü ders başlamak üzereydi. hoca son birkaç dakikayı bekliyordu amfide. birinci sınıf tıp amfisinde o gün yüzden fazla öğrenci vardı. pencereleri olmayan, içindeki genç insanlar olmadan havasız bir mezardan farksız amfide ders zamanı gelmişti. o günkü antropoloji dersinde insanın evrimi anlatılacaktı. homo erectus ve diğerleri, primatlar ve darwin tabii ki. ve ders başladı. fakat profesör derse başlayalı henüz birkaç dakika geçmişti ki hemen itirazlar duyuldu. bunların saçmalık olduğunu söyleyen öğrenciler evrimi reddediyordu. tek yaratıcının tanrı olduğunu bağırarak hocayı susturmaya uğraşıyorlardı. tartışma ilerledikçe hocanın sabrı taştı. "sessizlik!" diye bağırdı ve cebinden bir çakmak çıkardı. herkes susmuş çakmağa bakıyordu. "burada bilim öğrenmek için bulunuyorsunuz. size önce bilimin ne olduğunu öğretmek lazım ki ne için burada olduğunuzu idrak edesiniz." ve ışıkları kapattı. tık, tık, tık... koca amfide onlarca öğrenci şimdi sonsuz bir karanlıktaydı. kimse konuşmuyordu, sadece bekliyorlardı. ve birden zifiri karanlığın içinde bir kıvılcım parladı. "işte bu ateş elimizdeki yegâne aydınlanma aracı yani bilim ve akıldır. bu ateşin ışığında aydınlanansa bilebileceğimiz yegâne gerçek bilgidir. yani bu koca, karanlık ve bilinmezlerle dolu evrende bize bir şeyleri gerçekten gösterebilecek tek araç olan bu ateş güvenebileceğimiz tek bilgi kaynağıdır. o halde bilim ve aklı tek rehber kabul eden üniversitede size öğretilecek tek bilgi ve disiplin de işte bu ateşin ışığında hazırlanandır. bu ateşin ulaşamadığı karanlıkta ise ancak gölgeler ve kara bir bilinmez vardır. karanlıkta kalanın ne olduğu ise ancak sezgi ve tahminle yorumlanabilir. bu tahmin doğru da olabilir yanlış da. işte sizin ödeviniz bu ateşi tek rehber ve onun aydınlattığını ise bilinen tek gerçek bilgi kabul etmek, göreviniz ise bu rehberi ve bilgiyi kullanarak karanlıktakileri de aydınlatmak, tahminlerin gerçekliğini açığa çıkarmak ve bu rehberi ve bilgiyi daha iyi hale getirmektir. o zamana kadar ise karanlık sizin için her zaman ancak bir şüphe kaynağı, o karanlıktakilere inanmak ise sizin için bir kişisel inanç meselesi olarak kalmalı ve ateşin aydınlığından daima ayrı tutulmalıdır, kıyaslanmamalıdır. işte gerçek bilimsel yaklaşımın özü budur ve bunu kabul etmek kişisel bir tercihtir. ancak bunu reddedenlerin burada işi yoktur. çünkü bilimin geldiği bu nihai anlayış nice emek ile cana mal olmuştur ve insanlık bunun için yüzlerce hatta binlerce yıl beklemiştir. gücü yadsınamaz ve geçerliliği gösterilebilen tek yaklaşım olan bu anlayışı nice zorlukların sonucu olarak işte burada, bu amfide gururla temsil eden ben de bizi aydınlatan bu yegâne ateşi ne pahasına olursa olsun savunmak amacındayım. çünkü bu dünyada bizi insan gibi yaşatacak gücün tek kaynağını işte bu ateşte buluyorum. elimizden alındığında soğuktan donacağımız, yem olacağımız veya karanlıklarda kör kuyuların dibini boylayacağımız bu ateşi ne pahasına olursa olsun savunmak ve büyütmek, yani sahiplenip kullanmak, yani sonuna kadar akılcı olup en gayretli çalışkanlıkla bir şeyler üretmek sizin de tek kurtuluşunuzdur. şimdi bu anlayışı kabul edenlerle konuşacaklarım var. bu anlayışı, yani aslında kendi akıllarını da reddedenler, onu eleştirmeyip karalayanlar, onu daha iyi hale getirmeyip yıkmaya uğraşanlar ise dışarı çıksınlar ve yeniden düşünsünler. dünyada aklını satıp umut ve hayal çöplüğünün köle pazarlarında sürünen çoğunluğun yanında onlara da mutlaka yer bulunur."
ve ateş söndü. geriye kalan, sessiz bir karanlıktı.
Emre her zamanki gibi sabah 7.45 de işe gitmek üzere sıcacık yatağından uyku mağruru gözlerini ovalayarak kalktı. Kendine gelmek için elini yüzünü yıkayıp hazırlanmaya başladı. Kendine mısır gevreğinden basit bir kahvaltı hazırlayıp yedikten sonra her gün ki gibi uyumakta olan annesinin ve babasının odasına gidip temmuzun ortasında ki Lefkoşa'nın o boğucu sıcağından bunalıp şikâyet eden babasını düşünerek odanın camlarını açıp evden ayrıldı. Evlerine üç dakika mesafedeki minibüs durağına doğru ilerlerken önünden geçmekte olan çocuğun arka cebinden büyük bir çakı düşürdüğünü ve çocuğun bunu fark etmediğini gördü. Hemen çocuğu "çakını düşürdün küçük diye" uyarıp çakısını ona geri verse de 12-13 yaşlarında olduğunu düşündüğü üstü başı pislik içinde ki bu çocuğun bu denli büyük bir çakıyla ne işi olacağını düşünmeden edemedi. içi biraz huzursuz olsa da gitmesi gereken bir işi vardı. Yoluna devam etmek üzere arkasını dönüp minibüs durağına doğru ilerleyecekti ki o sırada çocuk "biraz para versene" deyince durakladı. "Ne yapacaksın parayı" diye karşılık verdi. Çocuğun "karnım aç abi ekmek alıcam" demesi Emre'yi etkilese de pislik içindeki üstünden başından tinerci olabileceğini ve parayı tiner için harcayacağını düşünerek "veremem" dedi ve oradan uzaklaştı. Minibüs durağına gitti birkaç dakika minibüsü bekleyip minibüse bindi. Bir iki durak ilerledikten sonra geçen akşam eve çalışmak üzere getirdiği ve o gün işe geri götürmesi gereken dosyaları evde unuttuğunu fark etti. Hemen minibüsü durdurdu. Aşağı indi ve hızlı adımlarla eve doğru ilerlerken bir yandan da iş yerini arayıp biraz gecikeceğini haber verdi. Birkaç dakika yürüdükten sonra evinin olduğu sokağa girmişti nihayet. Uzaktan eve bakarak hızlı hızlı yürürken bahçe duvarlarından birinin atladığını gördü. ilk anda kısa bir şaşkınlık yaşadı. Daha sonra ilk fark ettiği duvardan atlayanın birkaç dakika önce gördüğü çocuk olduğuydu. Hemen çocuğa doğru "Dur! Dur!" diyerek koşmaya başladı. Ancak daha evin olduğu yere gelemeden çocuk çoktan gözden kaybolmuştu. Emre çocuğu kovalamak yerine eve yönelip oraya göz atmaya karar verdi. Bahçe kapısını açtı. Hemen evin kapısına göz attı ve kapının kapalı olduğunu görüp rahatladı. Arkasına dönüp bahçeye de bir göz süzdükten sonra garip bir şey görmeyince çocuğun bir şeye dokunmadığından emin olarak unuttuğu dosyaları almak üzere eve girdi. Odasına gidip dosyaları aldı ve evden çıkmak üzereyken uyanmışlar mı diye bakmak üzere annesinin ve babasının odasına yöneldi. Kapıyı araladı ve her araladığı santimde yerdeki kanları görüyordu. Emre'nin gözleri büyüdü ve "olamaz" diye bağırdı. Kapıyı tamamen araladığında birbirinin ellerini tutmuş şekilde yatağın ortasında kanlar içerisinde yatan annesini ve babasını gördü. Gözyaşları içinde hemen yanlarına gitti ve göğüslerini dinledi. Ama ikisinin de kalbi durmuştu. Hıçkırıklara boğulan Emre'nin aklına duvardan atlayan çocuk geldi. O çocuğu sabah görmüş yere düşürdüğü ve fark etmediği çakısını ona geri vermişti. O çakı hala babasının kalbine saplı duruyordu. Yatağın hemen başındaki çekmecelerde açılmış annesinin kız kardeşinin düğününde takmak üzere aldığı bilezik ve babasının aldığı son emekli maaşından kalan paralar da çalınmıştı. Belki de o çocuğa ekmek parası vermeliydi.
ben sizlerden biriyim. her insan gibi dünyanın bir kenarından tutunmaya çalışan, didişen ve cebelleşen bir insanım.
babam ve annem birbirlerini çok severek evlenmişler. öyle anlatırdı annem. o küçük yuvamızda daha ben dünyaya ilk adımımı atmadan sorunlar baş göstermiş. yaşadıkları zor şartları bilerek beni dünyaya getirmek istemişler. çünkü onlar için bir evlat, tüm yoklukları unutmakmış aslında. çocukluğum, hatırladığım kadarıyla tek kelimeyle darmadağın bir çocukluktu. kahkahadan uzak bir çocuk düşünebiliyor musunuz? tek oyuncağı "yokluk" olan bir çocukluk. sakın annemin ya da babamın kötü biri olduğunu düşünmeyin! onlar da çok isterdi beni güldürmek, eğlendirmek ve bana güzel oyuncaklar almak. ama yeri geldiğinde aç yatılan geceler varken bana oyuncak alınmasını bırakın, yırtılmış ayakkabımı dâhi diktiremiyordular. onlara hiç kızmadım, gücenmedim. gerçeği çocukluğumda kimi zaman öfkelendim, başka arkadaşlarıma özendim, istemeden de olsa kalplerini kırdım. ama şunu çok iyi hatırlıyorum ki, onları hiç bir anne-babanın yerine koymadım.
henüz ilkokula yeni kayıt olma sevdasıyla yanıp tutuşurken bir yandan da maddi imkansızlıklarla boğuşuyorduk. babamı yine işten çıkarmışlardı. babamın sabit bir mesleği yoktu esasen. elinden geldiği her işe koşardı. yufka yürekli olmasının yanında asla hakkını yedirtmezdi. böyle kişiliği sebebiyle bir çok işten olmuştu. annem ona hep kızardı;
"ne olacak sanki göz yumsan" diye. babam da;
"bir kere alıştın mı artık kurtulamazsın" derdi hep.
o zamanlar anlamazdım neden bahsettiklerini. ama şimdi düşündükçe anlıyorum, babamın neden bu kadar sözünde kararlı olduğunu. bir akşam elinde önlükle çıka geldi. bu elbise okul önlüğümdü. annem "nereden buldun" deyince, hiç tepki vermemişti bile. ben sevinçten ne dediğimi hatırlamıyordum. hemen giyindim, hafiften yırtıkları vardı. ama tap tazeydi. sanki yeni alınmıştı. evet evet yeni alınmış olmalıydı. düşünmeden de edememiştim, yeni alındıysa neden bu yırtıklar vardı ? pek üzerinde durmamıştım o zamanlar. çünkü çocuktum. daha yeni yeni hayata atılıyordum. annem ile babam o gün yatak odalarında bâzen hararetli, bâzen sus-pus olmaları, bâzen de fısıltıyla konuşmaları olmuştu. ne dediklerini anlamak için kapıya yanaşmam gerekliydi. sesler yükselince irkiliyor, yavaşça kapıya doğru ilerliyordum. ayak seslerimden olacak ki, odayı suskunluk bürüyor, bir kaç dakika konuşmuyorlardı. onlar konuşmalarına benden gizli devam ederken, ben önlüğümün tadını çıkarıyor, bildiğim tüm okul marşlarını söylüyordum. o sırada annem kapıyı açtı ve elinde ki iğne iplik ile yanıma geldi.
"çıkar oğlum üzerindekini" deyince geri çekildim. annemin bana doğru uzattığı eli havada kalmıştı.
"hayır" dedim.
"bugün bununla uyuyacağım".
annemin yüzünde hafiften tebessüm oluşmuştu.
"tamam oğlum, üzerinde yırtıkları var. onları dikeyim tekrardan giy gene" dedi.
ben ısrarla devam ettim, korkuyordum çünkü. bir daha giyememekten korkuyordum.
"hayır, üzerimde dik" dedim.
annem başka bir şey demeden dikmeye başladı. babam, bana "çok yakıştığını" ifade eden bir bakışla gülerek yüzüme bakıyordu. o'nu o gün hiç bu kadar sevmiş miydim bilmiyorum. şimdi bu yaşımda bile, o çocuk saflığındaki sevgiye ulaşacağımı zannetmiyorum. annem nihayet önlüğümü dikmişti. artık kötü gözüken hiç bir yanı kalmamıştı. o benim için her şeyden üstün bir elbiseydi. ben 8 yaşımda ilkokula kayıt olmuş. yaşadığımız zorluklar, imkansızlıklar nedeniyle 2 sene beklemiştim. ama artık özlem bitmişti. artık benim için gün, sevinç günüydü.
okul koskocaman bir oyuncaktı. gördüğümüz dersler, kitaplar, defterler, sıralar, yazı tahtası, silgi ve okula ait ne varsa bir oyuncaktı. öğretmenler oyuncakları bedavaya veren satıcılar, bizler onunla oynayan çocuklardık. bu oyuncaktan ben hep zevk aldım. çünkü oyuncak zevk vermiyorsa, ya çocuk değilizdir ya da oyuncak ile nasıl oynanacağını bilmiyoruzdur. sabaha kadar uyumamış, okula gideceğim ilk günü beklemiştim. o günü hiç unutmuyorum. o gün sanki cennetten bir gün gibiydi. korktuğum "gece" bile o zaman bana huzur vermişti. nihayet şafak sökmüş, gün ağarmıştı. hemen annemin yanına koştum.
"hadi anne kalk, okula geç kalacağım".
annemi ilk kez bu kadar soğuk görmüştüm. tekrar seslendim;
"anne hadi!"
bir türlü kalkmıyordu. ben ise hâlâ okula geç kalacağımdan dert yanıyordum. nihayet babam uyandı. uyku mamuru gözlerini hafif araladı ve uyku sersemliğiyle bir kaç şey söyledi. pek aldırış etmemiştim. çünkü o an aklımdaki tek şey "okuldu". babam anneme doğru yöneldi. eli ile omuzunu silkeledi. annem neyseki o sırada gözlerini açabilmişti. beni bir kaç saniye süzdükten sonra, yine yüzünde o mükemmel tebessüm oluşmuştu. kalktı, üzerini giyindi. içim içime sığmıyordu. evde daha fazla kalamadım ve annemi dışarıda beklemeye durdum. babam da bize eşlik etti. ve üçümüz okulun yolunu tuttuk. her şey çok önceden konuşulmuştu; benim yaşımın yaşıtlarıma göre büyük olması, sınıfım, hattâ oturacağım sıram bile. sınıf kapısına yaklaşınca annem elimden tutarak;
"hadi oğlum iyi dersler, sakın öğretmenini üzme! dediklerini çok iyi kavra." diyerek babamla birlikte beni sınıfıma bırakıp gittiler. annemin beni sınıfıma bırakıp giderken o son bakışını hiç unutmuyorum. o son bakışı hâlâ içimde bir uktedir. sınıftan içeriye ilk girdiğimde bir uğultu ve ses karmaşasıyla karşı karşıyaydım. çoğu çocuk ağlıyor, kimisi bağırıyor kimisinin de annesi yanında duruyordu. çok şaşırmıştım. neden ağladıklarını anlayamamış, hafiften ben de bunca ağlamanın tesirinde kalıp gözlerimin dolduğunu hissetmiştim. acaba okul hayalimde ki gibi cennetten bir bahçe değil miydi? öğretmenler oyuncakları acaba parayla mı satıyorlardı? bunları düşünürek sırama oturdum. elimde sadece eski püskü bir defter ve minicik bir kalem vardı. öğretmenimiz biraz yaşlıca bir bayandı. çok içten bir gülüşe sahipti. dış görünüşü öyle samimiydi ki hemen kendinizi ona sevdirmek isterdiniz. sınıfta veliler başına toplandıkları için pek seçilemiyordu. hemen yanı başımda oturan arkadaşımın da gözleri doluydu. ama ağlamıyordu. ismini sordum.
"hasan" dedi. benim ismimi sormamıştı, yine de söylemek istedim;
"ben de ali yüksel".
bana karşı çok soğuk davranmıştı. biraz kırılganlıkla sağıma, soluma göz gezdirdim. çoğusunun yüz ifadesinde pişmanlık vardı. sanki buraya zorla getirilmişlerdi. oysa ya ben? ben buraya gelebilmek için 2 sene beklemiş ve o son gecenin asırlaştığı zaman, sabah etmiştim. bir yanlış vardı. evet büyük bir yanlış! afallamıştım. birine sormalıydım, birine demeliydim;
"neden herkes bu kadar üzgün? yoksa oyuncaklarını beğenmediler mi? ya da oynamayı bilmiyorlar mı?"
derken veliler yavaş yavaş sınıfı terk etmeye başladı. her veli sınıfı terkedince, sınıfta bir yaygara kopuyordu. ben ise müthiş etkileniyordum.
annemin yanımda olmasını çok istemiştim. onu çok özlemiş, bir an neredeyse okuldan çıkıp eve bile gitmek istemiştim. içim bir tuhaftı. sanki annemi bir daha göremeyecek gibi bir hise kapıldım.
beni kötü olumsuz etkileyecek düşüncelere daldım;
"yoksa okul dedikleri ayrılık yeri miydi? bir daha annemle ve babamla görüşemeyecek miydim?"
hayır, annem ve babam bana bunu yapmazdı. onların beni çok sevdiğini iyi biliyordum ve hemen bu düşünceleri aklımdan silip, tekrar sınıfıma yoğunlaştım. öğretmen ayağa kalkarak çocukları sakinleştirmeye çalıştı.
"biliyorum şu an dediklerimi anlayamayacak kadar küçüksünüz. ama anne ve babalarınız sizi çok fazla sürmeden, sınıfa gelip geri alacaklar. o yüzden ağlamayın çocuklar. burasını bir oyun olarak görmenizi istiyorum" ben pür dikkat öğretmeni izlerken, yazı tahtasına yönelip eline silgiyi aldı.
"bakın bu silgi bile bir oyuncaktır sizin için." el hareketleriyle konuşmasına devam etti;
"mesela bu yazı tahtası. sizin en güzel oyuncağınız!"
o an öğretmenim ile aynı düşüncelere sahip olmak beni fevkalade heyacanlandırdı. ne demek istediğini çok iyi anlıyordum. sanırım demek istediklerini tek anlayan kişi de bendim. yanımda oturan hasan sessizce mırıldanıyordu;
"ondan oyuncak olmaz" diye.
sanırım tüm çocuklar böyle düşünüyordu. buna emindim. ama ben öyle düşünmüyordum. ben oyuncağımla en iyi şekilde oynamak istiyordum. onu doya doya kullanmak, en iyi şekilde ondan istifade etmek istiyordum. derken sınıfta tanışma fasılları olmuş, öğretmen hepimizi daha ilk günden tanımaya çalışmıştı. son ders zili de çalmış, ama annem ya da babam beni almaya gelmemişlerdi. tüm arkadaşlarım tek tek anne ve babasının eşliğinde sınıfı terk ettiler. en son ben kalmıştım. neyse ki evimin yolunu biliyordum. içimdeki hafif buruklukla, evime doğru şarkı eşliğinde gidiyordum. evimizin önünde bir kalabalık vardı. o an aklıma pek bir şey gelmemişti. şaşkın bakışlarla etrafıma bakınıp, ilerliyordum. kimi insan üzgün, kimisi ağlamaklı ve kimileri de aralarında konuşmaktalardı;
- yazık ya, neden ölmüş?
- kalp krizi diyorlar.
binadan içeriye girerken kalabalık da iyice artmış ve beni içeri bırakmıyorlardı.
"ne oluyor, annem nerede? bırakın beni" dedim.
anneme ilk günümü anlatacaktım. duyduğum müthiş sevincimi onunla paylaşacaktım. beni dışarıya çıkarmaya çalıştılar. ama çok öfkelenmiştim;
"bırakın beni, annemle konuşacağım" deyince beni tutan komşumuz birden hıçkırarak ağlamaya başladı. komşumuza ne demiştim ki bu kadar içerlenmişti? artık aklıma kötü şeyleri getirmeye başlamış ve bulduğum ilk fırsatla eve girmiştim. evde ki kalabalık arasında tek seçebildiğim babamdı. yatağa doğru diz çökmüş, yatak odasında yatan anneme iki eliyle üzerine kapanmıştı. babam ve annemin hemen yanına gittim. annem yatıyordu. boyu çok uzamıştı sanki. yüzünde o güzel tebessümü vardı yine. babam beni görünce kan çanağı olan gözlerinden yine yaşlar akmaya başladı.
"hadi anneni öp" dedi. ve o an anlamıştım. o an anlamıştım! sanki okul başıma yıkılmıştı! sanki dünyanın tüm yükünü tek omuzuma yüklemişlerdi. annem ölmüştü. onu doyasıya öptüm, kokladım. yanına uzandım.
"anne hadi kalk, bak sana ilk dersimizi anlatacağım. anne... beni duyuyorsun biliyorum." ilk kez bana bu kadar soğuktu. işte bu ölümün soğukluğu olmalıydı. gözlerimden akan yaşlara hiç aldırış etmiyordum. yaşlar annemin yanağını ıslatıyordu. herkes ağlıyordu. ama kimse benim kadar ağlamamıştı! zorla tutup kopardılar beni annemden. babamın dertli gözlerinden anlayabiliyordum. "hadi oğlum, gidelim" ifadesini.
"hayır, onu bırakmam" dedim. "bırakmayacağım. sen git, ben annemle daha çok şeyler konuşacağım. anne, bak şurada yine bir yırtık var. hadi kalk dik onu"
kendimi kandırmak istiyordum. çevreden de "tamam, onun başı ağrıyor. uyansın dikecek" sözlerini bekliyordum. ama kimse bir şey söylemiyordu. sadece ağlıyor, beni daha da üzüyorlardı. onu son kez öptüm, kokladım. ve zorla da olsa yanından ayrıldım...
annesizlik, okuluma daha da sıkı bağlanmama sebep olmuştu. okudum, hep okudum. hiç durmadan. çok çalıştım. ve şimdi büyük bir adam oldum. babam ben liseyi bitirince vefat etti. dertli bedeni daha fazla kaldıramamıştı dünyanın koca yükünü. bana aldığı o önlüğü ise çok sonradan anlattığına göre, giysi dükkanından çalmıştı. o yırtıklar da panikle sağa sola sürterken oluşmuştu. babam ile annemin o gece ne konuştuklarını şimdi daha iyi anlıyorum. koca dünya da tek başımaydım. ama zor şartlara aldırış etmeden okudum. çünkü okumak bana zevk veriyordu. çünkü okul benim en vazgeçilmez oyuncağımdı. şimdilerde bir yuva sahibiyim ve artık bende bir babayım. ve oğluma alacağım ilk önlüğümü sabırsızlıkla bekliyorum.
not: bir kaç duyarlı yazarımızın sayesinde öyküde bulunan hataları düzeltmeye çalışıyorum. sizin de eleştirisel dâhi tüm yorumlarınızı bekliyorum.