Bulutlar buharlaşmanın yükünü, daha fazla taşımadı o gece. içlerinden geldiği gibi döktüler gözyaşlarını. Şimşekler her çakışlarında, "ağla! Açılırsın,"diye güç verdi. Şehir, bulutların teessürünü paylaşmak istemez görünüyordu. Bulutların omuzuna elini koyup, "üzülme geçer!" diyen kimse yoktu etrafta. Herkes inine kaçmıştı birer birer. Onlarda ağladıkça yalnızlaştı; yalnızlaştıkça daha çok ağladı.
hadise bir alışverkezindeki kafede geçmektedir. bir müşteri ve garson kankadırlar ve sohbet etmektedirler. garson onu yapmaya üşeniyorum bunu yapmaya üşeniyorum. müşterinin cevabı da şudur sen iki tuvaleti bir araya getirirsin.*
Keşke bir ağaç olarak dünyaya gelseydim. Yağmurun ıslaklığı çarpsaydı tohumlarıma, ve güneş ısıtsaydı içimi. Zamanla büyüyen ve gelişen bir çocuk gibi büyüseydim, dallarımda yapraklarım, meyvelerimle sevindirseydim insanları, birkaç ısırıkla yere atılsaydı yetiştirdiğim, dallarımda büyüttüğüm meyveler. Birkaç çocuk salıncak yapıp sallansaydı, ilerde hatırlayacak bir anıları olsaydı, belki bir diz yarası kadar buruk, belkide bir anne öpüşü kadar huzur veren. Sevgililer doluşsaydı etrafıma, ebediyen kazısaydı sevgilerinin baş harflerini üzerime, bir gün kader onları ayırınca ben saklasaydım onların aşklarını gövdemde, ve bir sonbahar günü, bana ait ne varsa, ne kaldıysa geriye dökseydim bütün yapraklarımı, çırılçıplak ölseydim her canlı gibi, rüzgarla saçtığım bütün tohumlar filizlenseydi, ben onları göremeden, bu dünyadan ebediyen göçüp giderken. Ama köklerime dokunmasınlar, çünkü onlardır beni öldükten sonra bile var eden.
sabah güneşi dört çürük tahtaya oturtulmuş çatlak camdan sızıyor, alnını aklıyordu. Açılmaktan aciz göz kapakları bir de gün ışığına direniyordu. Uyanmak istemiyordu.
Yalnızdı. işsizdi. Bir bekleyeni yoktu. Bir sevdiği ve ya seveni yoktu.
Uyanmak için hiçbir sebebi yoktu. Gözlerini sonsuza dek kapalı tutmak istiyordu.
büyük adam
kaç gün geçmişti bu uykusuz gecelerin delikanlıya hasıl olmasından bu yana. Gün geçtikçe zaman mefhumunun belirsizliğine hatta olmayışına inanıyordu..
yaşadığı kasabaya "büyük adam"ın gelmesinden bu yana tüm hayatı değişmişti, sadece kendisinin değil elbette tüm ahalinin. "büyük adam" ilk önce herkese kendini sevdirdi, sonra onlara hükmetmeye başladı. Bir avama hükmetmek elbette çokta zor değildi ancak bu kasabada havaslar da vardı. Büyük adam havaslara mensup olduğunu sezdiği herkesi teker teker köy meydanında bütün ahalinin önünde astırırdı.
Ancak delikanlı kendisini ne avama ne de havasa ait hissediyordu fakat büyük adam bir kez onu gözüne kestirmişti, muhtemelen asılma günü de gelmişti.
sabahın besinde kan ter içinde uyanan delikanlı sessizce yanına aldığı bir kaç kitap ve elbisesiyle sokağa çıkıp bir sigara yaktı ve beklemeye koyuldu.
"özgürlük, dün olduğu gibi bugün de dairenin içinde değil, dışındadır" diye bir şey okuduğunu anımsadı. Evet, bugün; delikanlı için dairenin dışında olmak adına mücadele günüydü.
bu kadar severken memleketi,
belki de aşkın lezzetini kaçırdım olsun.
hüzün fırtınası hayatımda
yaşamasam da tutkulu sevda, ölümsüz aşkların bekçisi oldum ya
evlenemedim, bir oğlum olmadı mesela.
yüreğine sevgi, aklına bilgi ve eline helalinden bir marifet koyacağım..
bir kızım olmadı.
bütün pınarlardan duru
ışıklı geleceğin çocuklarına öğretmenlik yapacak..
ah güzel kız
kalbimi, birbirini fark edemeyen,
bu yüzen bencillik çukurunda boğulan nefislerin
çoraklaştırdığı memleketime helal diyorum.
biz ebabil kuşuyuz gülüm.
gölgesini büyük sayan mağrur fillerin belalısıyız.
kısa çöpüz
uzun çöpte hakkımız vardır da, gözümüz yoktur.
kiminin dilindedir memleket,
kiminin bir çek karnesi gibi elinde.
onlar istikbal kaygısında, biz insan saygısındayız.
ödülü yoktur sevgimizin.
bilet almadığımızdan piyango da beklemeyiz.
en yakınımızda ki de anlamaz bizi.
çünkü memleket sevmek için aşkın kıymetini bilmek lazım.
Komşum kızı, bana âşık olduğunu yazmışsın.
ey gençliğimin küçük papatyası,
nerden aklına düştü bu aşkın yetimine âşık olmak.
sen bu mahalleden taşınmadan
ve saçlarına bir pırlanta toka gibi baharı takmadan önce
senin mutluluğunu sabahlara kadar ben beklerdim.
ayşe teyzemin evini,
ecdad yadigârı çınar ağacını,
bizim çocukların iki kalas bir heves top sahasını
ve yalnızlığımı bekler gibi..
ailesi tarafından bana emanet edilen bir kıza, bacım dedikten sonra
nasıl âşık olabilirdim.
affet beni..
bembeyaz bir gelecek bekliyor seni.
arada bir mahalleye uğra.
evlen, çocukların olsun.
onlara memleketi öğret,
onlara memleketi sevdir..
çünkü;
bir ayçiçeğinin güneşe bakışı gibi,
sevmeli insan memleketini.
bir tohumun ormana, bir derenin denize koşması gibi,
sevmeli insan memleketini..
memleket demek ne demek?
memleket demek;
sen demek,
ben demek,
biz demek.
ah güzle kız,
bu kadar yalnız, bu kadar kimsesizken
ve bu kadar hüzünlüyken memleketim;
başka bir aşkı koyamadım yüreğime.
ben, olamam bir aşkın kölesi
benim derdim memleket meselesi
Herseyden yorulmus, mutsuz ve umitsizdi genc kadin. ihanetin en derinlerini yasamisti zamaninda. Yok olmustu icindeki cesaret, korkusuzuluk, dobralik. Konusmaya dahi mecali yoktu artik genc kadinin. Kimsesiz hissediyordu kendini yalnizdi, hep zorluklarla karsilasti ve hic mutlu olamadi kadin. Ve yapacagi tek sey guclu kalmakti. Ama kim icin guclu kalmaliydi, yasamak icin hevesi olmayan ve sevmeye deger hic kimseyi tanimayan kadin, neden yasamaliydi. Goz yaslarindan kurtulmanin zamani gelmisti, artik gulmeliydi. Cunku intikam dayanmisti kapiya, yapacagi tek sey.
Bembeyaz bir günde karlar içinde uyanmıştı genç kadın. Etrafında kendinden başka kimsecikler yoktu. Doğruldu. Yüzündeki karları temizledi, titrek elleriyle yaktığı sigarası yalnızlığını simgeliyordu. Derin bir nefes çekti, ve yoluna devam etti. Ağaçlık bir yoldu bu, uzun uzadıya konuşup yolu arşınlayacak biri yoktu yanında. Koskoca dünyada bir tek o vardı, kendi başına. Rüzgarın içindeki bir toz parçasıydı...
gözlerini açtı, ilk gördüğü ufuktu; pencerenin tozlanmış camının arkasından. doğruldu, esnedi ve ilk derin nefesini aldı; hala o kokuyordu oda: içten içe...
Yorgun gözlerini günışığına teslim edip, buruşmuş tenini ipek kumaştan ayırdı. Siyah benekli, kırmızı geceliğini sırtına geçirip aşağıya indi. Feryal, elindeki kahve dolu kupasıyla, yeşilin maviyle oynaşmasını izliyor, doğanın cıvıltısını dinliyordu.
Ay ufukta hilal şeklinde gülümsüyordu. Ben de ona gülümsedim. iki sevgilinin birbirine gülümsemesi gibiydi. Dış dünya ile tanışma vaktim gelmişti. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Aslında biliyordum: Özgürlüğe.