Bir kibrit kutusu var elimin uzanacağı uzaklıkta. Yıpranmış biraz ve muhtemelen elime aldığımda boş olduğunu fark edeceğim. Belki de önceden yakılmış kibrit çöpleri içindedir hala. Nasıl olmasın...
Üç gündür aynı su bardağı duruyor başucumda. Rakının gece yarısı uyanınca yarattığı susuzluğu gidermek için koymuştum. Bir yudum bile almadım.
Ama duruyor hala orada. Toz tutmuş suyun üzeri, o kadar da kirli değildir evim ama...
Kağıt parçası, batarya, eski bir kol saati(en azından 5 senedir takmamışımdır) çakmak, anahtarlık, çay kaşığı...
Yeni farkına vardım. Eşyaları olduğu gibi bırakıyorum, yerinin orası olduğunu düşündüğüm yerde. Evet biraz garip bir düşünce. Ama illa bir yere ait olmamalı hiçbir şey. Özgürlük dediğinde bu değil mi? Ya da özgürlükten beklediğim? Yoksa hiç beklememeli miyim? Nasıl hissediyorsa öyle yaşamalı ya insan, ben bir şey hissedebilmek için nasıl yaşayacağımı bile bilmiyorum. Senelerdir birlikte yaşadığım insanlarda uzaklaştım biraz bencil bir fikirle. Ara sıra uğrar gönüllerini alırım dedim kendime. Yalnız kalmalı, kafamı toparlamalıyım. Selam verdim yeni memleketimde yolda yürürken her gördüğüme. isimlerini sormadım, geçmişlerini bilmedim hiç. Akıp gidiyor zaman işte, tanımadan kimseyi. Bilmeden dertlerini kederlerine eşlik ettiğim yeni dostlar edindim kendime.Yaşayıp gidiyorum işte. Bir yere ait olma duygusunun ötesinde yaşıyorum kendimce. Söz verdiğim gibi ara sıra uğruyor, ufak sürprizlerle gönüllerini alıyorum eski dostlarımın.Geceleri rakı içiyor, gündüzleri balık tutuyorum. Unutuyorum sahip olduklarımı çoğu zaman.
Tek derdim; Önceden yakılmış kibrit çöpleri hala o kutunun içinde...
ıslık gibi bir ses geliyor dışarıdan. saat daha sabahın beşi...
şiddetli bir sarsıntıyla zıplıyorum yataktan. deprem diyip yatıyorum tekrar yatağa ama odanın camına çarpan bir şeyler var. cıtır cıtır ses geliyor camdan. yine yuva yaptı lanet kuşlar! üşeniyorum ve tekrar yatıyorum.
erken uyanmanın verdiği o huzursuzlukla uykuya dalmam biraz uzun sürüyor haliyle.
Bugün rahat uyku yok sanırım bana, telefona uyanıyorum. saat 13.52, annem arıyor "nasılsın oğlum iyi misin" diyor telaşlı bir sesle. suratına kapatıyorum telefonu. aramayın beni...
EN iyisi sade bir kahve yapıp ayılmaya çalışmak. Tabi rahat verirlerse...
mutfaka girer girmez kanalizasyon kokusuyla birleşmiş sirke kokusu kötü bir koku var ama nereden geliyor belli değil. bulaşıkları yıkamıştım geçen hafta acaba bu haftakiler mi diye bakıyorum, değil. Aaaaaaah! yine telefon çalıyor. 2 oldu bu. aldığımdan beri en çok çaldığı gün oldu telefonun bugün. eski eşim arıyor bu defa.
"Ne var?"
"iyi misin?" sesin kulağıma ulaştığı anda telefon çıkıyor elimden... peşi sıra duvarda parçalandığını görüyorum. ve gülüyorum.
hakettiğin cevabı aldın umarım eski "fahişe" eşim.
kokunun kaynağı belli olmuyor kafayı kırıcam. kahve yapıyım en iyisi belki uykum açılır diyerek musluğu açıyorum. musluktan açık kahverengi su geliyor. sanırım bugün böyle geçecek. tıpkı dün olduğu gibi...
televizyonu açmak için uğraşıyorum ama açılmıyor bir türlü.
sonra farkediyorum ki elektrikler yok. sanırım son 3 aydır fatura yatırmadığım için kestiler.
kulaklığı takıp müzik dinlemeye başlıyorum. biraz rahatlamaya ihtiyacım var. Ve bu konuda beni bir tek anlayan Vivaldi.
Ne zaman gözlerimi kapatıp vivaldi dinlesem yalnızlığımın huzurunu yakalamışçasına coşkulu oluyorum hemen.
tam o esnada kapıyı yumrukluyor biri. ama alacaklı gibi. hoş alacağı olmayan biri neden benim kapıma gelsin. üşeniyorum açmaya.
sonra kapının kırılma sesi geliyor.
daha yataktan kalkmaya fırsat bulamadan bir asker giriyor odanın içine..
sonra derin sessizlik....
bugün ben öleli 4 yıl oldu.
ama hala söylemek istediğim bir şey var.
son 8 sene kapısı tek kişi tarafından çalınmayan biri olarak diyorum ki;
o oda senin, bu oda benim tartışmaları arasında ebeveynler tarafından verilen karar üzerine yerleştim 12 seneyi sığdırdığım odama. evin küçük çocuğu olmak her zaman işe yaramıştır böyle durumlarda. " sen büyüksün, kardeşini üzme" gibi can sıkıcı konuşmalara maruz kalmadan, çok kolay elde edilen bir zafer olmuştu.
10 metrekarelik bir mezar. yatak, dolap, komidin kombinasyonu dışında bir tek zaman zaman asılmış poster izleri, bir de yan apartmana bakan parmaklıklı bir penceresi var. ben mi çok düz mantıkla düşünüyorum yoksa odaya olan düşüncelerim zamanla çok mu negatifleşti bilmem ancak hiç değişmedi odanın düzeni. ilköğretim ve lise yıllarındaki o küçük dünyadan kurtulduktan sonra boş bıraktım hep duvarları. aslında anlatmak istediklerimde hep duvarların boş olduğu zaman diliminde cereyan etti.
5 yaşından itibaren ayrı yaşayan anne-babaya alışmışken, tam da gerçek dünyayı anlamaya başladığım zamanlarda sürpriz bir kararla tekrar bir aile olmamız gerektiği gerçeği ile baş başa kaldım yeni evimizde, yeni odam da geçirdiğim ilk gecede. ve o geceden sonra asla daha önce olduğum gibi ufak bir çocuk olamayacağımı anlamaya başladım. ufak yaşlardan itibaren otoriter, disiplinli ve alkol bağımlısı bir baba ile büyümek zaten yeterince travmalara neden olmuyormuş gibi, o oda da uyuduğum her gece geçmişe yönelik kötü anıların, hastalıkların, dayakların, azarların sesleri yankılanmaya başladı kafamın içinde. tabi bu yetişkin bir insan için normal olsa dahi, ufak bir çocuğun hayali bir arkadaşla konuşması yerine geçmişe ait o karanlık anları tekrar ve tekrar kendi içinde yaşaması gelecek için pek sağlıklı bir birey olamayacağımın belirtisiydi. bunun dışında çocukluk ve gençlik evreleri hep kendi içinde yaptıklarının muhasebesiyle geçti.
veshasıl kelam bu sıkıntılı günler akıp giderken, bir gece gördüğüm rüya iç dünyamı farketmemde yardımcı oldu bana.
"7 kişi bir masanın etrafında oturmuş, belli ki bir şeyi tartışıyoruz. ancak masadaki diğer kişilerin kim olduğu ile ilgili halen bir fikir sahibi değilim. bu tartışmanın bir bölümünde konuşma sırası bana geldiğinde, diğer 6 kişiye baktım ve hepsinde kendi içimde yaşadığım tüm o korkuların yansımasını gördüm. sandalyeyi hafifçe geriye iterek ayağa kalktım. masanın üzerinde duran bir bardak sudan bir yudum aldım. tam bardağı masaya koymuştum ki dizlerimin arka tarafına gelen bir darbe ile dizlerimin üzerine düştüm." rüya ile ilgili daha fazla birşey hatırlamasam da uyandığımda yatağımda dizlerimin üzerinde durduğum o anı çok iyi hatırlıyorum.
yalnızca filmlerde ya da dizilerde görebileceğimiz bir iç savaşın ortasında buldum kendimi rüyadan sonra. sonra yazmaya başladım. ne gördüysem onun hakkında aklımda parıldayan ilk kelimeyi kağıda dökmeye başladığım anda kendimi sürekli hep aynı nokta da, sonunu getiremediğim uzun cümlelerle kendi hayatımın kötü anılarını, bunları yaşatan adamı sorgularken buldum. seviyordum yazmayı, kendimi istediğim gibi ifade edebildiğim tek yerdi o beyaz kağıtlar. hiçbir zaman başarılı bir yazı olmadı yazdıklarım. okuduğum zaman sanki korkak bir adamın intihar etmeden önceki o son notu yazarcasına düzensiz, hezeyan dolu olduğu seziyordum. bir çoğu kaybolmuştu yazdıklarımın, güzel olanları fotoğraf albümünün arasında saklıyorum hala.
bir kaç hafta önce odamı toparlarken o uzun zaman önce kaybolan o yazıların bir kaç sayfasını buldum. önce okumak konusunda pek hevesli değildim ancak bulduğum sayfalardan birinde şu satırları görünce yazdığım tüm yazıları okumak konusunda yeniden bir heves doğdu içime...
"12 temmuz 2001 saat 09::30
dün gece öylece uzanmış haldeyken yatağa, tavandaki o sadeliğe gözüm takıldı. basit bir sıva üzerine yapılmış onlarca kat boyanın ardında sanki hayatımın o uçsuz bucaksız kasvetle geçen çocukluk günlerini gördüm. büyüyünce hep iyi biri olacağım dediğim o çocukluk günlerimi. doktor, futbolcu, öğretmen, polis, avukat olmak isterken arkadaşlarım ben seferinde iyi bir insan olmalıyım dediğim günleri. kahvaltı masasında gürültü yaptığım için dayak yediğim günleri. bir gün baba olursam çocuğumu çok seveceğim dediğim günleri. o zaman kin duyduğum o büyük adam "babam", şimdilerde yalnız ölmemek için merhametime sığınıyor.
-ben iyi bir baba olamadım sizlere,istediklerinizi alamadım.
-bu tip şeyler için üzülme. evet belki o zaman çok kızmıştım o oyuncağı ya da ayakkabıyı almadığında... ama tüm bunlardan çok daha önemli bir şey öğrettin sen bana.
-sen henüz baba bile olmadın. anlayamazsın şuan ki pişmanlığımı.
-herkesin pişmanlıkları var baba. ama şuan senin yaşadığın ızdırabı yaşamamak için elimden gelenin fazlasını yapacağım kendi çocuklarım için.
-sen sen ol, asla benim gibi bir baba olma. geleceğini pişmanlıklara hapsederek hem kendi ömrünü hem de çocuklarının ömrünü zindana çevirme.
-ben bunları yapmayacağıma sen beni döverken kendime söz verdim baba. sofrada oyun oynadığım için, kahvaltıya geç geldiğim için, annemi kızdırdığım için, haberleri izlemeni engellediğim için, parkta oynarken üstümü kirlettiğim için, sen işten geldiğinde ben kapıya "babam geldi" diye heyecanla koşarken, sen neden kapıyı "kim o" demeden açtığım için sen beni döverken anladım tüm bunları. çocukluğum için çok şey borçlusun belki bana ama ben sana kızgın değilim artık baba. sana verebileceğim en büyük ceza ben çocuklarımı sakınırken her türlü beladan, onlarla çocuk olup oynarken, onlara dayak değil baba şevkati verirken tüm bunları seninde izlemen olur. ben seni tüm bu yaptıklarına rağmen affettim baba."
içim cız etti bunları okuyunca. ne kadar kızgın olsam da ona, çocukken olmak istediğim iyi insan tanımına uymuyordu babama söylediklerim. aradım,özür diledim.
çok şey paylaştım bu odayla. cenazelerden, ayrılıklardan, bunalımlardan sonra...
şimdi başkalarının anılarıyla, çocukluklarıyla dolu başka bir eve, başka bir odaya taşınıyorum.
ve her gece tekrar tekrar yaşadığım o günleri geride bırakıp, odayı içinde babamla birlikte sahibinden kiraya veriyorum.
oturup iki kadeh içsek şöyle karşılıklı. Senin bilmediklerinden, benim ima ettiklerimden bahsetsek biraz.
Zor dediğimiz şeylere bile alışıyormuş ya insan; evden gittim gideli özlemedim lan hiç buraları. Yatağımı, salondaki kanepeyi, bahçedeki köpeğimin mezarını.. Dostlarımı bile özlemedim desem yeridir. Yeni bir hayat kurdum kendime. içinde bir tek ben varım. Bide kırık dökük hatıralar. Hatırlar mısın; zorla çağırdın da beni karşılıklı şarap içmiştik sahilde bir cafe de. Soğuktu hava ama dışarıda oturmalıydık illa ki.
Yaptıklarımızdan, yapacaklarımızdan bahsettik birbirimizden ayrıyken. Ben iki duble rakı içip balık tutmaya gidecektim, sen yine hayallerinin peşinde Ankara'yı keşfedecektin. Çok kızacaktı eş-dost. Neden gidiyorsunuz dediklerinde sen küfredecektin hani. Kızacaktım ben, Küfür etmek yakışmaz sana. Sen yine basacaktın kalayı çakır keyif gülüşünle.
Ben gidiyorum arada iki duble içip balık tutmaya. Hava açık olduğunda görüyorum ya ait olduğun toprakları. Dalıp gidiyor kafam uzaklara. Yaşlanıyorum galiba. Eskiden olsa "siktir edelim" dediklerimizi düşünüyorum. Bilmem neden sarhoş oluyorum sanki her seferinde. Tanju Okan gibi "Koy koy koy" diyorum sanki ölecek mişim gibi. Görsen şimdiki halimi biliyorum aptal deyip basacaksın tokatı. En çok o acıyı özledim galiba.
Bak şimdi evimdeyim. Geçici de olsa o hatıraları canlandırmaya geldim. Çok kalmayacağım 1-2 güne yine çevirecek ruhumun dört bir tarafını deniz. Biraz rakı içip Tanju abiyi dinliyorum. Sensizliğe alıştırıyorum artık kendimi. Sokaktaki köpekleri besliyorum orada. Bir de kedi geldi bir gün kapıma. Yaşlıcaydı, biraz da hırpalanmış. Eve aldım. Pek sevdirmiyor kendini, canı sıkılınca gidip gelmediği geceler oluyor. Nedense bana çok tanıdık birini hatırlatıyor. Yeni iş arkadaşlarım davet ediyor her gece içelim bu gece diye. Alkol almıyorum ben dedim. Eve dönünce dayanamayıp yine dibini görene kadar içip kanepede uyuyakalıyorum. Sevmezdin bu huyumu ama artık bende kendimce özgürlüğümü yaşamaya çalışıyorum. Diyordun ya "ait olma kimseye, hiçbir yere. Canını yakar insanın aitlik"
Tek aitliğim üçlü kanepe ve boş kalmış şişelere. Onlarda canımı yakamıyor sızıp kalınca...
Yine anlatamadım bak diyeceklerimi. Rakı ele geçirdi yine beni.
Kurtuldum artık sensizlikten. Ne eski dostlar, ne hatıralar?
Biraz rakı ve o eski taş plaklar...
iş aramaktan bıkmıştım. akşamları 3. sınıf bir birahaneye takılıyor 4-5 bira içip eve dönüyordum. kaldığım ev bizim ev değildi zaten, yakın bir akrabamın eviydi. bizim evde 1 gece uyumayalı 2 sene olmuştu.
biz üç kişilik bir aileydik önceden. yani ben bu kadar içmeye başlamadan önce. bir yaz günü dostlarla bunalıp 3-4 günlüğüne denize gitmiştik. dönüşte ani bir kalp krizi sonucu babamı kaybettik. sonra annemle yapayalnız kaldık.
ben o zamanlar üniversitede okuyordum. bu duruma alışmam çok zor oldu. üniversiteye gitme vakti gelince annemle ayrılmak zorunda kaldık. aslında anneme "satalım burayı, oradan bir ev alalım beraber geçinir gideriz." demiştim. annem ben başka şehirde kalamam dedi. annemin bir çok hastalığı vardı ve evde yalnız kalmasına da ben karşı çıktım. bunun üzerine teyzemde kalmaya başladı. ben okulu bitirince de tekrar evimize döndük.
annem, aradan 2 yıl geçmesine rağmen babamın ölümünü kabullenememişti. bu da onun psikolojisini olumsuz etkiliyordu. ben geceleri, annem uyuduktan sonra, odamda ufak ufak alkolle vaftiz olmaya başladım. aradan zaman geçince bu bana yetmemeye başladı. artık büyük büyük alkol alıyordum. zamanla annemle tartışmalarımız oldu. ama annem alkolik olduğumu hiç bilmiyordu ya da bana hiç belli etmedi. ekonomik olarak rahattık. evimiz vardı, babamdan kalan emekli maaşı vardı bu bize yetiyordu.
bir gün annem rahatsızlandı ve hastaneye kaldırdık. 16 günü yoğun bakımda olmak üzere 27 gün hastanede yattı. hastane çıkışı teyzem "artık annenin durumu iyi değil, ona sen bakamazsın, onu bize götürelim." dedi. annem başta kabullenmek istemedi ama çokta ısrarcı olmadı.
ben bu arada iş aramaya yoğunlaştım. değişik internet siteleri, iş bulma kurumu derken haftada 3-4 kez iş görüşmesine gidiyordum. alkol almayalı neredeyse 6 ay olmuştu. ve ben bu durumdan sıkılmaya başlamıştım. herkes dört bir yandan ne yaptın? iş bulabildin mi? diye soruyordu. bu durum kafamı çok bozuyor, bazen birilerine patlıyordum, sonra pişman oluyordum. sanki herkes her şey üstüme geliyordu. boğuluyordum, nefes alamıyordum...
her şeyden kurtulmak için yapılabilecek tek bir şey vardı... artık iş bakmıyordum. annemle zaman geçirmek için bir haftalığına teyzemlere gittim. annem her zamanki gibi içimi rahatlatmaya çalışıyor, hiç bir şeyi kafama takmamamı söylüyordu. anneme yeterince doyduğumu düşününce geri döndüm. şarap fıçısını rüyamda görene kadar içmeye başladım. herkese önümüzdeki hafta sonu bizim eve gideceğimi ve 1 hafta gelmeyeceğimi söyledim. eve gidince sarhoş olana kadar içecektim ve bileklerimi kesip intihar edecektim. kimse benden bunu beklemezdi. telefonumun zırt pırt şarjının bittiğini herkes biliyordu. arayıp ulaşamazlarsa da sorun yapmazdı kimse. ufak bir çanta hazırladım kendime. dikkat çekmemek istiyordum. içine de eski kitaplarımı koydum. 2 gün sonra ölmem için her şey hazırdı artık. cesedime ne zaman ulaşacakları umrumda değildi. önceleri asmak istemiştim kendimi ama bulununca kötü bir görüntü olmasın, görenlerin hafızasına böyle kazınmayayım istedim.
1 gün sonra yani ben gitmeden 1 gün önce teyzem aradı ve annemin rahatsızlandığını, acilen hastaneye götürmemiz gerektiğini söyledi. tüm planım suya düştü. hemen dayımı arayıp annemi hastaneye götürdük. annem 8 gün yoğun bakımda kaldı. sonra servise aldılar. annem iyileşme sürecine girmişti. doktorlar bir kaç güne çıkabileceğini söylüyorlardı. içim biraz rahatlamaya başlamıştı. planımı iptal etmemiştim ama mecburen ertelemiştim. annem hastaneden çıkınca tekrar uygulayacaktım.
annemin hasteneye yatışının 21. günü sabah 7 gibi telefonum çaldı. arayan teyzemin kocasıydı. sanırım annemi bugün çıkaracaklar diye düşünüp açtım telefonu. acilen hastaneye gelmemi söyledi ve kapattı. ben de heralde araba lazım olacak ondan çağırıyor diye düşündüm. hastaneye geldiğimde tüm akrabalar ordaydı. annem fenalaşmış ve yoğun bakıma almışlardı. ilk şaşkınlığı atlatınca bir şeyler içmek için kafeteryaya gittik. bir süre sonra hastanenin anons sisteminden annemin adını söylediler ve yakınlarının gelmesini istediler. işte orda, o zaman eyvah dedim.
3-4 kişi koşarak gittik. doktor yakınlık derecemizi sordu. ben oğluyum dedim, sen dışarda bekle dedi. içimizde kan bağı en uzak olan enişte doktorun yanında kaldı. camın arkasında bir şeyler konuştular. enişte yanıma gelip başımız sağolsun dedi.
annemi kalp yetmezliği sonucu o gün, saat 9:30 da kaybettim. dünyada 1. dereceden akrabam kalmadı. aynı gün saat 1 de babamın yanında toprağa verdik...
annem o gece hastanede kalıyordu. gece annem eve geldi ve beni uyandırıp öptü,, beni çok özlediğini söyledi. sonra ben uyudum, şaşırmıştım onun bu davranışına. sırf beni öpmek için eve gelmesi ilginçti cidden.
ertesi gün uyanır uyanmaz annemi aradım ve niye gece yanıma gelip beni öptüğünü sordum. o ise böyle bir şey yapmadığını, tüm geceyi hastanede geçirdiğini söyledi. sonra da anneanneme gidip beni okumasını istememi söyledi.
üniversite anılarından bir gülümseten bir hikaye. üniversite 2. sınıftaydım sınıfımıza türk fakat azerbaycan'a bakü üniversitesine gitmiş daha sonra geri gelmiş yeni bir arkadaşımız geldi. ilk günden itibaren sınıfta dikkat çeken bir arkadaştı fakat kimse ona yaklaşıp arkadaş olmuyordu. ilk zamanların verdiği soğuklukla arkadaş ortamına girmeye çalışıyordu. bir gün bölümde bozcaada'ya arazi gezimiz olmuştu. hocanın talimatıyla geziye gelenlerden para toplanıp bir sürü tavuk eti, köfte, kanat vb. kızartmalık malzeme aldık. daha sonra arazide bu malzemelerin hazırlanması görevini hoca bize verdi gelen her kişi için kızartmaları kızartıp yemesi için hazırladık ve daha sonra fazla bir miktar tavuk eti, köfte vb. birçok malzeme arttı. hoca gezi sonrasında arkadaşlarla bu kalanları aranızda paylaşın diye talimat verdi. tabi biz grup olarak aramızda et dağılımını yaptık bunu duyan yeni öğrenci kardeşlerim bir paket bana da ayarlayın diyerek muhabbete girdi tamam kardeşim ayarlayacağız sana da dedik. fakat gezi bittiğinde otobüsten indiğinde bizim gruptan kimseyi çevresinde bulamadı arazi olduk. ertesi gün okulda bu yeni gelen arkadaşla güzelce makara yaptık ve böylece tanıştık daha sonra üstümüze kalan etlerle büyük içkili bir sofra kurduk arkadaşı da trakyalı grubu olarak aramıza aldık böylece tanışmış ve evinin de bize yakın olduğunu öğrendim ve zamanla yakın arkadaş olduk.
sonra bu bursa' lı arkadaşımın 1 bira ile sarhoş olduğunu gördüm ve onu yetiştireceğime ve daha iyi bir içici olacağını söyledim. evinin yakın olmasından dolayı her gece onların eve 1.5 lt' lik şarap alıp gidiyordum o zamanlar şarap sudan ucuz tabi. zamanla biz iyice şarap içmeye alıştık arkadaşımda kendini iyi bir şekilde geliştirdi. fakat bir gün farklı bir şey oldu ben yine 1.5 lt' lik şarabımı alıp arkadaşın evine gittim şarabımı yere koydum benim tercihimden dolayı şarabı gazozla karıştırmayı severim. gazozla şarabı yan yana koyup koltuğa oturdum; daha sonra bakü' den gelen arkadaş ve ev arkadaşı birden hareketlilik yaşadılar şöyle bir diyalog geçti:
- aga huni yok bizde ne yapalım? (bakü' den gelen)
- aga leğen var dolabın içinde onu kullansak olur mu? (bakü' den gelenin ev arkadaşı)
- dayı siz ne arıyorsunuz? (ben)
-huni arıyoruz kardeşim; ama leğen var işimizi görür mü? (bakü' den gelen)
- aga leğen ile huniyi ne yapacaksınız. (ben)
- aga şarapla gazozu nasıl karıştıracağız.(bakü'den gelen)
diye cevap verince ben zaten siz neyin kafasını yaşıyorsunuz diyerek gülmekten yarıldım. daha sonra onlarda olayı anladılar kendi kendilerine gülmeye başladılar bizim aklımızda ne vardı amacımız neydi diyerek güldüler güzel bir hikaye kaldı bize güzel bir anı ayrıca.
lise 2 nin 2. döneminin başıydı. ruhumdaki fırtınalar durmuştu. o kadar ki yel esmiyordu. bir gün koridorda aptal aptal etrafa bakarken birini gördüm. yeni birini. daha önce görsem unutamayacağım birini. o kadar güzeldi ki giderken aklımı da yanında götürdü.
bir gün sonra koridorda bekleyip peşine takıldım. adı raziye idi. babası buraya tayin olmuş, başka bir şehirden gelmişti. etrafı her tenefüs kalabalıktı. nasıl konuşurum nasıl arkadaşlık teklif ederim diye uykularım kaçmaya başlamıştı. her gün onun peşindeydim artık. eminim her tenefüs en az 20-25 teklif alıyordu ve benim şansım gitgide azalıyordu. sınıftaki kız arkadaşlardan bu konuyla ilgilenmelerini istedim. sonuçta onlar iş bağlama konusunda üstad seviyesindeydiler. kızlar bakalım dediler. içim çok rahatlamıştı. onlara çok güveniyordum, halledemeyecekleri iş yoktu. dünyanın en tipsiz adamını öyle parlatıp anlatırlardı ki bir kızın kabul etmemesi için henüz doğmamış olması gerekirdi, o derece. sanırım onlarda benden kurtulmak için kabul ettiler. her birine beşer kez
teklif etmişliğim vardı ama bonservis sorunları nedeniyle işi imzaya dökememiştik.
okul çıkışı klasik bir sap gibi takip edip evlerini öğrendim. aslında tam olarak evi sayılmazdı. biz ona apartman desek daha iyi olurdu çünkü. hangi katta, hangi dairede oturduğunu bilmiyordum henüz. ama olsun orda olduğunu biliyordum işte. akşamları öyle tavaf edip durdum apartmanlarını. sokak lambalarıyla arkadaş oldum.
bir kaç güne bizim kızlardan haber geldi. tamam seninle görüşecek dediler. içimden üçlü çektim oley oley oley. bahçe kantinin yanındaki banklarda 4. tenefüs beni bekleyecekti. peki ben 4. tenefüsü nasıl bekleyecektim? insan bir sonraki tenefüse randevu verir değil mi? 3 tenefüs sonraya kadar randevuları doluydy demekki. neyse görüşmeyi kabul etmesi bile benim için bir fırsattı ve bunu değerlendirmek için bildiğim tüm hokkabazlık numaralarını yapmalıydım, öyle de olacaktı.
zil çalar çalmaz koşarak gittim ve oradaki bir banka oturdum. 3-4 dakika sonra raziye geldi. merhaba murtaza deyip oturdu yanıma. yüzünde garip bir tebessüm vardı. sanki kahkaha atacakmışta kendini zor tutuyormuş gibiydi. ona bakınca yüzüm kızaracaktı biliyordum ama bu fırsatı kaçırırsam küme düşebilirdim. fazla zaman kaybetmemem gerekiyordu ve hemen maruzatımı anlatmam gerekliydi. çünkü zil çalınca fareye dönüşme ihtimalim vardı. lafa girdim.
m: hoş geldin raziye
r: merhaba murtaza, çok bekletti mi?
m: yok yok ben de yeni geldim zaten.
r: hayırdır, bana söyleyeceğin önemli şeyler varmış.
m: evet sana söylediğim için önemli, yoksa kendi kendime konuşunca alamlı olmuyor.
r: tamam anladım, çalışıp gelmişsin ama hadi anlat.
m: ben senden hoşlandım raziye. sana tutkuyla bağlandım.
r: bir hevestir, gelir geçer merak etme.
m: yok kız vallaha heves değil. sana aşık oldum sana.
r: sen aşk sanıyorsun ama değildir o. bir kaç haftaya geçer.
m: sen beni dinlemiyorsun ama. seni seviyorum ben, seni görebilmek için geceleri evinizin oralarda dolanıp duruyorum.
r: evimizi nerden biliyon murtaza? beni takip mi ettin yoksa ?
m: evet canım. takip ettim. ama sadece apartmanınızı öğrenebildim.
r: sen baya baya aşıksın o zaman.
m: heralde canım boş konuşmuyoruz biz. ee ne diyorsun?
r: biraz zaman ver bana murtaza. düşünmem lazım, kendimi dinlemem lazım.
m: bir ik gün içinde cevabını söylersen sevinirim. seni beklemek bile bana mutluluk verir ama uzatma ne olur.
r: tamam çok bekletmem.
dedi ve zil sesiyle birlikte ahenkli ahenkli yürüyerek okula girdi. bende yavaş yavaş sınıfa doğru yol aldım. sınıfa girince bizim kızlar eeeeee dediler. benimle beraber sizde bekleyeceksiniz dedim. sonra hep beraber offffff dedik.
bir gün sonra tenefüste sınıfta mal mal otururken bizim sınıfın kapısından içeriye bir güneş girdi. hemen bir köpek gibi yanına koştum gel dedi. beraber aşağıya indik ve bana tamam dedi. okul çıkışı beraber gidelim mi? dedi bende tamam dedim. hoşçakal dedi ve gitti. ilk şoku atlatır atlatmaz sınıfa uçtum. emeği geçen tüm kızları öptüm. kızlar çok şaşırdı. ama şehvetli öpmedim, arkadaşça bir öpmeydi yanaktan.
okul çıkışı acele etmeden çıktım sınıftan. kapıda beni bekliyordu. ilerdeki bakkaldan tek sigara aldım, yaktırdım. ordan ara sokağa daldık. ona çok teşekkür ettim ve onu üzmeyeceğime söz verdim. o da aynısından bana. havadan sudan konuşa konuşa apartmanlarının yanına geldik. bana oturdukları daireyi gösterdi ve bundan sonra yanlış evlere bakma dedi. bende memnuniyetle dedim. görüşürüz deyip gitti. bizim zamanımızda cep telefonu olmadığından numarasını isteyemedim...
birbirimizi çok sevdik. ilişkimiz baya ilerledi. lise 3 te ailemle tanıştırdım ve ben de onun ailesiyle tanıştım. zamanla ailelerimizde birbirleriyle tanıştılar, onlarda birbirlerinden memnunlardı. üniversite sınavını kazanamadık. liseden sonra aynı dersaneye gittik. alanlarımız farklı olduğundan aynı sınıfta olamadık. ben sözelciydim, o eşit ağırlıkçı. sabah derse giriyorduk, öğleden akşama biryerlerde oturup konuşuyorduk. ama konuşmalara doyamıyorduk. sınav geldi çattı ve yine kazanamadık. sınavdan sonra abimle dersaneye gittik. dersanedeki rehberlik hocam abiminde eski hocasıydı. kazım hoca bu şehirden gitmezsen sınavı kazanamazsın dedi bana. abim de zaten bu sene benle gelecek, bizim orda ders çalışacak dedi. ben şok olmuştum. bundan haberim yoktu. ailem benim hakkımda bir kara vermişti ve benim bundan haberim yoktu.
abimle eve geldik. evde kavga çıkaracaktım gelirken arabada düşünmüştüm. yemekte sofrada öylece oturup durdum yemeğe dokunmadım. annemin sorusunu bekliyordum, o sorunca konuya girecektim. annem beklenen soruyu sordu ve hemen daldım olaya.
murtaza: beni şaziyeden ayırmak için abimle gönderecekmişiniz doğru mu?
annem : ayırmak için değil bir işin olsun, bir okul oku diye.
murtaza: benim niye haberim yok, oraya gidince onunla aramız soğuyacak öylemi?
annem : daha gittiğin yok zaten. abin daha bir ay burda, baban senle konuşacaktı bunu
babam : he yav, daha vakit var diye ben şey yapmadım, konuşuruz bi ara şimdi atar yapma
murtaza: ayıp ya valla ayıp sizin yaptığınız, ben şimdi şaziyeye ne diyeceğim.
annem : şaziyeye deki benimle evlenir misin de. annemler haftasonu gelip seni istesinler mi de
murtaza: olur...
annem öyle evlilik felan diyince yumşadım hemen pamuk gibi oldum. niyetleri gayet ciddiydi. vay be şaziye ve murtaza bir ömür beraber olacaktı.
sabah erkenden uyanıp şaziyelere koştum. şaziye kapıyı açtı. daha yeni uyanmıştı, yüzünü bile daha yıkamamıştı, tüm güzelliğiyle karşımda duruyordu. evdekiler daha uyuyordu, bizde şaziyenin odasına geçtik. kanepeye oturduk. şaziyenin ellerinden tuttum ve benimle evlenirmisin dedim. şaziye ilk başta biraz afalladı çünkü daha önce bu mesleyi hiç konuşmamıştık. sonra da olmaz dedi. neden dedim. biz çok iyi anlaşıyoruz, birbirimizi seviyoruz neden olmaz. biz taşınıyoruz murtaza dedi. babamın tayini çıktı ve biz gidiyoruz. evlenmek için erken, bu konuyu konuşmak içinde öyle. ben üniversiteye gidip okuyacam, bir işe girmeden de evlenmem. ben de dedimki, hemen evlenmeyelim tamam, bir nişan takarız, işin adı koyulur, bende üniversite okumak istiyorum zaten ama hemen hayır deme neolur. lütfen ısrar etme murtaza dedi, evlilik farklı bir şey ve bizim evlenmemiz mümkün değil. tamam ben gidiyim o zaman dedim ve çıktım.
en yakın dolmuşa atlayıp bir meyhanede aldım soluğu. içince hallolmuyordu ama hallolmayınca içiliyordu işte. en ucuz şaraplardan 2 şişe içtim. masadan kalkacak halim kalmadı. abimi telefonla aradım geldi aldı beni, önce biraz temiz hava sonra güzel bir yemek kendime getirdi. ben iyice ayılınca abim ne oldu lan dedi. bende harşeyi anlattım. şaziyenin aklıma gelen tüm akrabalarına küfrettim. eve geldik. annem sormadan onada anlattım her şeyi babama da o anlatacaktı. 2 gün yattım odamda. sonra şaziyelerin evine gittim artık çok geçti taşınmışlar...
uykusu gelmeyen yazar sözlerine başladı,
tamam gece yarısı sözlükte takılıyorum da yarım sayfa hikaye okuyacak halim de yok.
o kadar okuma sevdalısı olsam açar kitap okurum.
hikaye kısa ve özdü ve ne de güzel bir ana fikri vardı.
1997 yada 98. hakan isminde iki arkadaş mahallenin en sevilen zıpır veletlerinden idik. nerede yeni bir oyun, nerede popüler bir saçmalık alır mahalleye getirir moda yapardık herkes bizden sonra tekrarlardı. avrasya maratonunun o sene yapılacağını duyduğumuzda ikimizdede ampül parlamıştı. bide kazan kazanma sonuncuda olsan bilmiyorum şuan varmı madalya veriyolardı herkese. sırf o madalya için katılabilirdik. topladık mahalleden peşimize bi kaç kişi yarış için kayıt olma ve o göğüs numarasını almaya gideceğiz. öğrendik ki aksaray metro istasyonu içerisinde satılıyormuş. esenlerden metroya binip gittik. iki hakan, hakanın kardeşi okan, mıstık ve ismi hatırlanmayan bir kaç arkadaş daha. aksaraya geldiğimize göğüs numaralarını aldık. para çıkışmayınca üstününün tamamınıda ben tamamladım. nedendir bilmem o tayfa hepimiz için aksaray bir cennetti. esenlerde yaşıyorduk ve metroyla gidilmesi en kolay yerlerden biriydi. ne taksimi bilirdik ne eminönünü nede başka biyeri. daha bahçelievlermiş bakırköymüş avcılarmış varlığından bile haberimiz yok. varsa yoksa aksaray. birazda gezdikten sonra tekrar esenlere metro ile döndük. çok pardon düzeltiyorum, gezmedik. çünkü metrodan çıkarsak bidaha jeton almak zorunda kalacağız diye çıkmamıştık dışarı * dönerken bilenler bilir esenler dörtyoldan üçyüzlüye inen bir yokuş vardır. menderes mahallesinde oturduğumuz için o yokuşu inmemiz lazım. inerken o yıllarda o yokuş üzerinde bi manav vardı. şeytan dürtmüş olacak muz çalalım dedik. e tabiki onuda ben yapacağım. hakanın kardeşi okan mıstık ve ismi hatırlanmayan arkadaşlar manavın az aşağısında korkularından bekliyorlar hakanla bende hırsızlık operasyonu için plan yapıyoruz. hakan manavcıyı kesiyor bende muzları çalacağım. tam bi deste muzu aldım hakanla beraber aşağı doğru yardıyorum ayağım takıldı ve düştüm. yerden kafamı kaldırdığımda korkak tayfa yardırmış kaçıyor hakanda arkasına yani bana baka baka yavaş yavaş gidiyor, birden döndü ve beni kaldırdı adam tam yakalayacakken kaçmaya başladık kolkola. velhasılı kelam mahalleye döndüğümüzde herzaman toplandığımız apartman önündeki mermer merdivenlere oturduk. herkes göğüs numaralarını alıp hayaller kurmaya başlamıştıki yavaş yavaş dağıldılar. hakanla ben napolyon misali mahallenin haritasını çizmiş dünyanın kralı gibi hissediyoruz kendimizi. haritayı çizme nedemizde maratona kadar mahallede koşu antrmenları yapacağız. nereleri koşacağız neler yapacağızı düşünüyoruz. eğlence yaratıyoruz işte kendimize. hakanda öyle bir çizmiş ki haritayı görmeniz lazım. eee sonradan karikatürist ve mimar olacak adam en nihayetinde. bir gün iki gün üç gün derken zaman yavaş yavaş geçiyor bizde çizdiğimiz mahalle haritasına göre her gün koşuyoruz göğüs numaraları göğsümüzde. bir kaç gün kalmıştıki yine koşu antrmanındayız diğer arkadaşlar peşimize takıldı. mahallenin diğer piçleride canları sıkılmış olacak ki haydi sende gel hoop sizde gelin vay efendim eğlence var hakanla ben önde mahalle arkamızda koşuyoruz * bizim bir alt katımızda oturan siirtli bir aile vardı. benim yaşımda olan çocuklardan birinin adı sabri diğerinin adını hatırlamıyorum ismini hatırlamadığımda arkamızda. çocuğun tiki vardı, sürekli çiiişş çiişşş diye bağırırdı. mahalledede fenomen olmuş herkes çiiş derdi niye bilmiyorum. çekirdek yiyen adama el uzatıp sıç bakalım derdik onun gibi bişeydi herhalde. bu velet çiiiş çiiş diye bağırınca ondandır herhalde arkamızda koşan herkesin çişi geldi. kaba inşaatı yeni bitmiş bi binanın ordan geçerken hadi şuraya bi işiyiverelim dedik. tüm çocuklar girdi başladılar inşaata işemeye. ama okadar velet varki hepside işiyor binadan sidik akıcak nerdeyse. iki hakan bizde açma germe hareketleri yapıp çocukları bekliyoruz. neyse geldiler ve koşmaya devam ediyoruz. yavaş tempo koşarken birden çocukların hepsi depara başladılar. ben ne olduğunu sonradan anlayacağım salak salak '' lan gerizekalılar yavaş tempo koşuyoruz napıyosunuz '' diyorum. derken ensemden koca bir elin etimi sıktığını farkettim. bi döndüm inşaatın bekçisiymiş. her zamanki gibi herkes yine kaçtı hakan adaşım gardaşım yine yanımdaydı hiç biyere gitmedi. adama vurma abi biz işemedik diyordu. bir iki tokat yedikten sonra işimize baktık..
aslında hikaye bukadar. aklıma geldi yazıvereyim dedim. kelime ve harf hatalarımız affola. eyvallah...