uludağ sözlük gece yarısı hikayeleri

entry29 galeri0 video1
    1.
  1. Bir kibrit kutusu var elimin uzanacağı uzaklıkta. Yıpranmış biraz ve muhtemelen elime aldığımda boş olduğunu fark edeceğim. Belki de önceden yakılmış kibrit çöpleri içindedir hala. Nasıl olmasın...

    Üç gündür aynı su bardağı duruyor başucumda. Rakının gece yarısı uyanınca yarattığı susuzluğu gidermek için koymuştum. Bir yudum bile almadım.
    Ama duruyor hala orada. Toz tutmuş suyun üzeri, o kadar da kirli değildir evim ama...
    Kağıt parçası, batarya, eski bir kol saati(en azından 5 senedir takmamışımdır) çakmak, anahtarlık, çay kaşığı...

    Yeni farkına vardım. Eşyaları olduğu gibi bırakıyorum, yerinin orası olduğunu düşündüğüm yerde. Evet biraz garip bir düşünce. Ama illa bir yere ait olmamalı hiçbir şey. Özgürlük dediğinde bu değil mi? Ya da özgürlükten beklediğim? Yoksa hiç beklememeli miyim? Nasıl hissediyorsa öyle yaşamalı ya insan, ben bir şey hissedebilmek için nasıl yaşayacağımı bile bilmiyorum. Senelerdir birlikte yaşadığım insanlarda uzaklaştım biraz bencil bir fikirle. Ara sıra uğrar gönüllerini alırım dedim kendime. Yalnız kalmalı, kafamı toparlamalıyım. Selam verdim yeni memleketimde yolda yürürken her gördüğüme. isimlerini sormadım, geçmişlerini bilmedim hiç. Akıp gidiyor zaman işte, tanımadan kimseyi. Bilmeden dertlerini kederlerine eşlik ettiğim yeni dostlar edindim kendime.Yaşayıp gidiyorum işte. Bir yere ait olma duygusunun ötesinde yaşıyorum kendimce. Söz verdiğim gibi ara sıra uğruyor, ufak sürprizlerle gönüllerini alıyorum eski dostlarımın.Geceleri rakı içiyor, gündüzleri balık tutuyorum. Unutuyorum sahip olduklarımı çoğu zaman.
    Tek derdim; Önceden yakılmış kibrit çöpleri hala o kutunun içinde...
    5 ...
  2. 2.
  3. Kayda değer düşüncelerin ürünü hikayelerdir. Buraların sadece geyik yapma, ayar verme yeri olmadığını hatırlatmak için güzel bir vesiledir.
    1 ...
  4. 3.
  5. uykusu gelmeyen yazar sözlerine başladı,
    tamam gece yarısı sözlükte takılıyorum da yarım sayfa hikaye okuyacak halim de yok.
    o kadar okuma sevdalısı olsam açar kitap okurum.

    hikaye kısa ve özdü ve ne de güzel bir ana fikri vardı.
    4 ...
  6. 4.
  7. annem o gece hastanede kalıyordu. gece annem eve geldi ve beni uyandırıp öptü,, beni çok özlediğini söyledi. sonra ben uyudum, şaşırmıştım onun bu davranışına. sırf beni öpmek için eve gelmesi ilginçti cidden.

    ertesi gün uyanır uyanmaz annemi aradım ve niye gece yanıma gelip beni öptüğünü sordum. o ise böyle bir şey yapmadığını, tüm geceyi hastanede geçirdiğini söyledi. sonra da anneanneme gidip beni okumasını istememi söyledi.
    3 ...
  8. 5.
  9. iş aramaktan bıkmıştım. akşamları 3. sınıf bir birahaneye takılıyor 4-5 bira içip eve dönüyordum. kaldığım ev bizim ev değildi zaten, yakın bir akrabamın eviydi. bizim evde 1 gece uyumayalı 2 sene olmuştu.

    biz üç kişilik bir aileydik önceden. yani ben bu kadar içmeye başlamadan önce. bir yaz günü dostlarla bunalıp 3-4 günlüğüne denize gitmiştik. dönüşte ani bir kalp krizi sonucu babamı kaybettik. sonra annemle yapayalnız kaldık.

    ben o zamanlar üniversitede okuyordum. bu duruma alışmam çok zor oldu. üniversiteye gitme vakti gelince annemle ayrılmak zorunda kaldık. aslında anneme "satalım burayı, oradan bir ev alalım beraber geçinir gideriz." demiştim. annem ben başka şehirde kalamam dedi. annemin bir çok hastalığı vardı ve evde yalnız kalmasına da ben karşı çıktım. bunun üzerine teyzemde kalmaya başladı. ben okulu bitirince de tekrar evimize döndük.

    annem, aradan 2 yıl geçmesine rağmen babamın ölümünü kabullenememişti. bu da onun psikolojisini olumsuz etkiliyordu. ben geceleri, annem uyuduktan sonra, odamda ufak ufak alkolle vaftiz olmaya başladım. aradan zaman geçince bu bana yetmemeye başladı. artık büyük büyük alkol alıyordum. zamanla annemle tartışmalarımız oldu. ama annem alkolik olduğumu hiç bilmiyordu ya da bana hiç belli etmedi. ekonomik olarak rahattık. evimiz vardı, babamdan kalan emekli maaşı vardı bu bize yetiyordu.

    bir gün annem rahatsızlandı ve hastaneye kaldırdık. 16 günü yoğun bakımda olmak üzere 27 gün hastanede yattı. hastane çıkışı teyzem "artık annenin durumu iyi değil, ona sen bakamazsın, onu bize götürelim." dedi. annem başta kabullenmek istemedi ama çokta ısrarcı olmadı.

    ben bu arada iş aramaya yoğunlaştım. değişik internet siteleri, iş bulma kurumu derken haftada 3-4 kez iş görüşmesine gidiyordum. alkol almayalı neredeyse 6 ay olmuştu. ve ben bu durumdan sıkılmaya başlamıştım. herkes dört bir yandan ne yaptın? iş bulabildin mi? diye soruyordu. bu durum kafamı çok bozuyor, bazen birilerine patlıyordum, sonra pişman oluyordum. sanki herkes her şey üstüme geliyordu. boğuluyordum, nefes alamıyordum...

    her şeyden kurtulmak için yapılabilecek tek bir şey vardı... artık iş bakmıyordum. annemle zaman geçirmek için bir haftalığına teyzemlere gittim. annem her zamanki gibi içimi rahatlatmaya çalışıyor, hiç bir şeyi kafama takmamamı söylüyordu. anneme yeterince doyduğumu düşününce geri döndüm. şarap fıçısını rüyamda görene kadar içmeye başladım. herkese önümüzdeki hafta sonu bizim eve gideceğimi ve 1 hafta gelmeyeceğimi söyledim. eve gidince sarhoş olana kadar içecektim ve bileklerimi kesip intihar edecektim. kimse benden bunu beklemezdi. telefonumun zırt pırt şarjının bittiğini herkes biliyordu. arayıp ulaşamazlarsa da sorun yapmazdı kimse. ufak bir çanta hazırladım kendime. dikkat çekmemek istiyordum. içine de eski kitaplarımı koydum. 2 gün sonra ölmem için her şey hazırdı artık. cesedime ne zaman ulaşacakları umrumda değildi. önceleri asmak istemiştim kendimi ama bulununca kötü bir görüntü olmasın, görenlerin hafızasına böyle kazınmayayım istedim.

    1 gün sonra yani ben gitmeden 1 gün önce teyzem aradı ve annemin rahatsızlandığını, acilen hastaneye götürmemiz gerektiğini söyledi. tüm planım suya düştü. hemen dayımı arayıp annemi hastaneye götürdük. annem 8 gün yoğun bakımda kaldı. sonra servise aldılar. annem iyileşme sürecine girmişti. doktorlar bir kaç güne çıkabileceğini söylüyorlardı. içim biraz rahatlamaya başlamıştı. planımı iptal etmemiştim ama mecburen ertelemiştim. annem hastaneden çıkınca tekrar uygulayacaktım.

    annemin hasteneye yatışının 21. günü sabah 7 gibi telefonum çaldı. arayan teyzemin kocasıydı. sanırım annemi bugün çıkaracaklar diye düşünüp açtım telefonu. acilen hastaneye gelmemi söyledi ve kapattı. ben de heralde araba lazım olacak ondan çağırıyor diye düşündüm. hastaneye geldiğimde tüm akrabalar ordaydı. annem fenalaşmış ve yoğun bakıma almışlardı. ilk şaşkınlığı atlatınca bir şeyler içmek için kafeteryaya gittik. bir süre sonra hastanenin anons sisteminden annemin adını söylediler ve yakınlarının gelmesini istediler. işte orda, o zaman eyvah dedim.

    3-4 kişi koşarak gittik. doktor yakınlık derecemizi sordu. ben oğluyum dedim, sen dışarda bekle dedi. içimizde kan bağı en uzak olan enişte doktorun yanında kaldı. camın arkasında bir şeyler konuştular. enişte yanıma gelip başımız sağolsun dedi.

    annemi kalp yetmezliği sonucu o gün, saat 9:30 da kaybettim. dünyada 1. dereceden akrabam kalmadı. aynı gün saat 1 de babamın yanında toprağa verdik...

    planımı hala iptal etmedim...
    4 ...
  10. 6.
  11. oturup iki kadeh içsek şöyle karşılıklı. Senin bilmediklerinden, benim ima ettiklerimden bahsetsek biraz.

    Zor dediğimiz şeylere bile alışıyormuş ya insan; evden gittim gideli özlemedim lan hiç buraları. Yatağımı, salondaki kanepeyi, bahçedeki köpeğimin mezarını.. Dostlarımı bile özlemedim desem yeridir. Yeni bir hayat kurdum kendime. içinde bir tek ben varım. Bide kırık dökük hatıralar. Hatırlar mısın; zorla çağırdın da beni karşılıklı şarap içmiştik sahilde bir cafe de. Soğuktu hava ama dışarıda oturmalıydık illa ki.
    Yaptıklarımızdan, yapacaklarımızdan bahsettik birbirimizden ayrıyken. Ben iki duble rakı içip balık tutmaya gidecektim, sen yine hayallerinin peşinde Ankara'yı keşfedecektin. Çok kızacaktı eş-dost. Neden gidiyorsunuz dediklerinde sen küfredecektin hani. Kızacaktım ben, Küfür etmek yakışmaz sana. Sen yine basacaktın kalayı çakır keyif gülüşünle.

    Ben gidiyorum arada iki duble içip balık tutmaya. Hava açık olduğunda görüyorum ya ait olduğun toprakları. Dalıp gidiyor kafam uzaklara. Yaşlanıyorum galiba. Eskiden olsa "siktir edelim" dediklerimizi düşünüyorum. Bilmem neden sarhoş oluyorum sanki her seferinde. Tanju Okan gibi "Koy koy koy" diyorum sanki ölecek mişim gibi. Görsen şimdiki halimi biliyorum aptal deyip basacaksın tokatı. En çok o acıyı özledim galiba.

    Bak şimdi evimdeyim. Geçici de olsa o hatıraları canlandırmaya geldim. Çok kalmayacağım 1-2 güne yine çevirecek ruhumun dört bir tarafını deniz. Biraz rakı içip Tanju abiyi dinliyorum. Sensizliğe alıştırıyorum artık kendimi. Sokaktaki köpekleri besliyorum orada. Bir de kedi geldi bir gün kapıma. Yaşlıcaydı, biraz da hırpalanmış. Eve aldım. Pek sevdirmiyor kendini, canı sıkılınca gidip gelmediği geceler oluyor. Nedense bana çok tanıdık birini hatırlatıyor. Yeni iş arkadaşlarım davet ediyor her gece içelim bu gece diye. Alkol almıyorum ben dedim. Eve dönünce dayanamayıp yine dibini görene kadar içip kanepede uyuyakalıyorum. Sevmezdin bu huyumu ama artık bende kendimce özgürlüğümü yaşamaya çalışıyorum. Diyordun ya "ait olma kimseye, hiçbir yere. Canını yakar insanın aitlik"

    Tek aitliğim üçlü kanepe ve boş kalmış şişelere. Onlarda canımı yakamıyor sızıp kalınca...

    Yine anlatamadım bak diyeceklerimi. Rakı ele geçirdi yine beni.
    Kurtuldum artık sensizlikten. Ne eski dostlar, ne hatıralar?
    Biraz rakı ve o eski taş plaklar...
    4 ...
  12. 7.
  13. lise 2 nin 2. döneminin başıydı. ruhumdaki fırtınalar durmuştu. o kadar ki yel esmiyordu. bir gün koridorda aptal aptal etrafa bakarken birini gördüm. yeni birini. daha önce görsem unutamayacağım birini. o kadar güzeldi ki giderken aklımı da yanında götürdü.

    bir gün sonra koridorda bekleyip peşine takıldım. adı raziye idi. babası buraya tayin olmuş, başka bir şehirden gelmişti. etrafı her tenefüs kalabalıktı. nasıl konuşurum nasıl arkadaşlık teklif ederim diye uykularım kaçmaya başlamıştı. her gün onun peşindeydim artık. eminim her tenefüs en az 20-25 teklif alıyordu ve benim şansım gitgide azalıyordu. sınıftaki kız arkadaşlardan bu konuyla ilgilenmelerini istedim. sonuçta onlar iş bağlama konusunda üstad seviyesindeydiler. kızlar bakalım dediler. içim çok rahatlamıştı. onlara çok güveniyordum, halledemeyecekleri iş yoktu. dünyanın en tipsiz adamını öyle parlatıp anlatırlardı ki bir kızın kabul etmemesi için henüz doğmamış olması gerekirdi, o derece. sanırım onlarda benden kurtulmak için kabul ettiler. her birine beşer kez
    teklif etmişliğim vardı ama bonservis sorunları nedeniyle işi imzaya dökememiştik.

    okul çıkışı klasik bir sap gibi takip edip evlerini öğrendim. aslında tam olarak evi sayılmazdı. biz ona apartman desek daha iyi olurdu çünkü. hangi katta, hangi dairede oturduğunu bilmiyordum henüz. ama olsun orda olduğunu biliyordum işte. akşamları öyle tavaf edip durdum apartmanlarını. sokak lambalarıyla arkadaş oldum.

    bir kaç güne bizim kızlardan haber geldi. tamam seninle görüşecek dediler. içimden üçlü çektim oley oley oley. bahçe kantinin yanındaki banklarda 4. tenefüs beni bekleyecekti. peki ben 4. tenefüsü nasıl bekleyecektim? insan bir sonraki tenefüse randevu verir değil mi? 3 tenefüs sonraya kadar randevuları doluydy demekki. neyse görüşmeyi kabul etmesi bile benim için bir fırsattı ve bunu değerlendirmek için bildiğim tüm hokkabazlık numaralarını yapmalıydım, öyle de olacaktı.

    zil çalar çalmaz koşarak gittim ve oradaki bir banka oturdum. 3-4 dakika sonra raziye geldi. merhaba murtaza deyip oturdu yanıma. yüzünde garip bir tebessüm vardı. sanki kahkaha atacakmışta kendini zor tutuyormuş gibiydi. ona bakınca yüzüm kızaracaktı biliyordum ama bu fırsatı kaçırırsam küme düşebilirdim. fazla zaman kaybetmemem gerekiyordu ve hemen maruzatımı anlatmam gerekliydi. çünkü zil çalınca fareye dönüşme ihtimalim vardı. lafa girdim.

    m: hoş geldin raziye
    r: merhaba murtaza, çok bekletti mi?
    m: yok yok ben de yeni geldim zaten.
    r: hayırdır, bana söyleyeceğin önemli şeyler varmış.
    m: evet sana söylediğim için önemli, yoksa kendi kendime konuşunca alamlı olmuyor.
    r: tamam anladım, çalışıp gelmişsin ama hadi anlat.
    m: ben senden hoşlandım raziye. sana tutkuyla bağlandım.
    r: bir hevestir, gelir geçer merak etme.
    m: yok kız vallaha heves değil. sana aşık oldum sana.
    r: sen aşk sanıyorsun ama değildir o. bir kaç haftaya geçer.
    m: sen beni dinlemiyorsun ama. seni seviyorum ben, seni görebilmek için geceleri evinizin oralarda dolanıp duruyorum.
    r: evimizi nerden biliyon murtaza? beni takip mi ettin yoksa ?
    m: evet canım. takip ettim. ama sadece apartmanınızı öğrenebildim.
    r: sen baya baya aşıksın o zaman.
    m: heralde canım boş konuşmuyoruz biz. ee ne diyorsun?
    r: biraz zaman ver bana murtaza. düşünmem lazım, kendimi dinlemem lazım.
    m: bir ik gün içinde cevabını söylersen sevinirim. seni beklemek bile bana mutluluk verir ama uzatma ne olur.
    r: tamam çok bekletmem.

    dedi ve zil sesiyle birlikte ahenkli ahenkli yürüyerek okula girdi. bende yavaş yavaş sınıfa doğru yol aldım. sınıfa girince bizim kızlar eeeeee dediler. benimle beraber sizde bekleyeceksiniz dedim. sonra hep beraber offffff dedik.

    bir gün sonra tenefüste sınıfta mal mal otururken bizim sınıfın kapısından içeriye bir güneş girdi. hemen bir köpek gibi yanına koştum gel dedi. beraber aşağıya indik ve bana tamam dedi. okul çıkışı beraber gidelim mi? dedi bende tamam dedim. hoşçakal dedi ve gitti. ilk şoku atlatır atlatmaz sınıfa uçtum. emeği geçen tüm kızları öptüm. kızlar çok şaşırdı. ama şehvetli öpmedim, arkadaşça bir öpmeydi yanaktan.

    okul çıkışı acele etmeden çıktım sınıftan. kapıda beni bekliyordu. ilerdeki bakkaldan tek sigara aldım, yaktırdım. ordan ara sokağa daldık. ona çok teşekkür ettim ve onu üzmeyeceğime söz verdim. o da aynısından bana. havadan sudan konuşa konuşa apartmanlarının yanına geldik. bana oturdukları daireyi gösterdi ve bundan sonra yanlış evlere bakma dedi. bende memnuniyetle dedim. görüşürüz deyip gitti. bizim zamanımızda cep telefonu olmadığından numarasını isteyemedim...

    birbirimizi çok sevdik. ilişkimiz baya ilerledi. lise 3 te ailemle tanıştırdım ve ben de onun ailesiyle tanıştım. zamanla ailelerimizde birbirleriyle tanıştılar, onlarda birbirlerinden memnunlardı. üniversite sınavını kazanamadık. liseden sonra aynı dersaneye gittik. alanlarımız farklı olduğundan aynı sınıfta olamadık. ben sözelciydim, o eşit ağırlıkçı. sabah derse giriyorduk, öğleden akşama biryerlerde oturup konuşuyorduk. ama konuşmalara doyamıyorduk. sınav geldi çattı ve yine kazanamadık. sınavdan sonra abimle dersaneye gittik. dersanedeki rehberlik hocam abiminde eski hocasıydı. kazım hoca bu şehirden gitmezsen sınavı kazanamazsın dedi bana. abim de zaten bu sene benle gelecek, bizim orda ders çalışacak dedi. ben şok olmuştum. bundan haberim yoktu. ailem benim hakkımda bir kara vermişti ve benim bundan haberim yoktu.

    abimle eve geldik. evde kavga çıkaracaktım gelirken arabada düşünmüştüm. yemekte sofrada öylece oturup durdum yemeğe dokunmadım. annemin sorusunu bekliyordum, o sorunca konuya girecektim. annem beklenen soruyu sordu ve hemen daldım olaya.

    murtaza: beni şaziyeden ayırmak için abimle gönderecekmişiniz doğru mu?
    annem : ayırmak için değil bir işin olsun, bir okul oku diye.
    murtaza: benim niye haberim yok, oraya gidince onunla aramız soğuyacak öylemi?
    annem : daha gittiğin yok zaten. abin daha bir ay burda, baban senle konuşacaktı bunu
    babam : he yav, daha vakit var diye ben şey yapmadım, konuşuruz bi ara şimdi atar yapma
    murtaza: ayıp ya valla ayıp sizin yaptığınız, ben şimdi şaziyeye ne diyeceğim.
    annem : şaziyeye deki benimle evlenir misin de. annemler haftasonu gelip seni istesinler mi de
    murtaza: olur...

    annem öyle evlilik felan diyince yumşadım hemen pamuk gibi oldum. niyetleri gayet ciddiydi. vay be şaziye ve murtaza bir ömür beraber olacaktı.

    sabah erkenden uyanıp şaziyelere koştum. şaziye kapıyı açtı. daha yeni uyanmıştı, yüzünü bile daha yıkamamıştı, tüm güzelliğiyle karşımda duruyordu. evdekiler daha uyuyordu, bizde şaziyenin odasına geçtik. kanepeye oturduk. şaziyenin ellerinden tuttum ve benimle evlenirmisin dedim. şaziye ilk başta biraz afalladı çünkü daha önce bu mesleyi hiç konuşmamıştık. sonra da olmaz dedi. neden dedim. biz çok iyi anlaşıyoruz, birbirimizi seviyoruz neden olmaz. biz taşınıyoruz murtaza dedi. babamın tayini çıktı ve biz gidiyoruz. evlenmek için erken, bu konuyu konuşmak içinde öyle. ben üniversiteye gidip okuyacam, bir işe girmeden de evlenmem. ben de dedimki, hemen evlenmeyelim tamam, bir nişan takarız, işin adı koyulur, bende üniversite okumak istiyorum zaten ama hemen hayır deme neolur. lütfen ısrar etme murtaza dedi, evlilik farklı bir şey ve bizim evlenmemiz mümkün değil. tamam ben gidiyim o zaman dedim ve çıktım.

    en yakın dolmuşa atlayıp bir meyhanede aldım soluğu. içince hallolmuyordu ama hallolmayınca içiliyordu işte. en ucuz şaraplardan 2 şişe içtim. masadan kalkacak halim kalmadı. abimi telefonla aradım geldi aldı beni, önce biraz temiz hava sonra güzel bir yemek kendime getirdi. ben iyice ayılınca abim ne oldu lan dedi. bende harşeyi anlattım. şaziyenin aklıma gelen tüm akrabalarına küfrettim. eve geldik. annem sormadan onada anlattım her şeyi babama da o anlatacaktı. 2 gün yattım odamda. sonra şaziyelerin evine gittim artık çok geçti taşınmışlar...
    2 ...
  14. 8.
  15. o oda senin, bu oda benim tartışmaları arasında ebeveynler tarafından verilen karar üzerine yerleştim 12 seneyi sığdırdığım odama. evin küçük çocuğu olmak her zaman işe yaramıştır böyle durumlarda. " sen büyüksün, kardeşini üzme" gibi can sıkıcı konuşmalara maruz kalmadan, çok kolay elde edilen bir zafer olmuştu.

    10 metrekarelik bir mezar. yatak, dolap, komidin kombinasyonu dışında bir tek zaman zaman asılmış poster izleri, bir de yan apartmana bakan parmaklıklı bir penceresi var. ben mi çok düz mantıkla düşünüyorum yoksa odaya olan düşüncelerim zamanla çok mu negatifleşti bilmem ancak hiç değişmedi odanın düzeni. ilköğretim ve lise yıllarındaki o küçük dünyadan kurtulduktan sonra boş bıraktım hep duvarları. aslında anlatmak istediklerimde hep duvarların boş olduğu zaman diliminde cereyan etti.

    5 yaşından itibaren ayrı yaşayan anne-babaya alışmışken, tam da gerçek dünyayı anlamaya başladığım zamanlarda sürpriz bir kararla tekrar bir aile olmamız gerektiği gerçeği ile baş başa kaldım yeni evimizde, yeni odam da geçirdiğim ilk gecede. ve o geceden sonra asla daha önce olduğum gibi ufak bir çocuk olamayacağımı anlamaya başladım. ufak yaşlardan itibaren otoriter, disiplinli ve alkol bağımlısı bir baba ile büyümek zaten yeterince travmalara neden olmuyormuş gibi, o oda da uyuduğum her gece geçmişe yönelik kötü anıların, hastalıkların, dayakların, azarların sesleri yankılanmaya başladı kafamın içinde. tabi bu yetişkin bir insan için normal olsa dahi, ufak bir çocuğun hayali bir arkadaşla konuşması yerine geçmişe ait o karanlık anları tekrar ve tekrar kendi içinde yaşaması gelecek için pek sağlıklı bir birey olamayacağımın belirtisiydi. bunun dışında çocukluk ve gençlik evreleri hep kendi içinde yaptıklarının muhasebesiyle geçti.

    veshasıl kelam bu sıkıntılı günler akıp giderken, bir gece gördüğüm rüya iç dünyamı farketmemde yardımcı oldu bana.

    "7 kişi bir masanın etrafında oturmuş, belli ki bir şeyi tartışıyoruz. ancak masadaki diğer kişilerin kim olduğu ile ilgili halen bir fikir sahibi değilim. bu tartışmanın bir bölümünde konuşma sırası bana geldiğinde, diğer 6 kişiye baktım ve hepsinde kendi içimde yaşadığım tüm o korkuların yansımasını gördüm. sandalyeyi hafifçe geriye iterek ayağa kalktım. masanın üzerinde duran bir bardak sudan bir yudum aldım. tam bardağı masaya koymuştum ki dizlerimin arka tarafına gelen bir darbe ile dizlerimin üzerine düştüm." rüya ile ilgili daha fazla birşey hatırlamasam da uyandığımda yatağımda dizlerimin üzerinde durduğum o anı çok iyi hatırlıyorum.

    yalnızca filmlerde ya da dizilerde görebileceğimiz bir iç savaşın ortasında buldum kendimi rüyadan sonra. sonra yazmaya başladım. ne gördüysem onun hakkında aklımda parıldayan ilk kelimeyi kağıda dökmeye başladığım anda kendimi sürekli hep aynı nokta da, sonunu getiremediğim uzun cümlelerle kendi hayatımın kötü anılarını, bunları yaşatan adamı sorgularken buldum. seviyordum yazmayı, kendimi istediğim gibi ifade edebildiğim tek yerdi o beyaz kağıtlar. hiçbir zaman başarılı bir yazı olmadı yazdıklarım. okuduğum zaman sanki korkak bir adamın intihar etmeden önceki o son notu yazarcasına düzensiz, hezeyan dolu olduğu seziyordum. bir çoğu kaybolmuştu yazdıklarımın, güzel olanları fotoğraf albümünün arasında saklıyorum hala.

    bir kaç hafta önce odamı toparlarken o uzun zaman önce kaybolan o yazıların bir kaç sayfasını buldum. önce okumak konusunda pek hevesli değildim ancak bulduğum sayfalardan birinde şu satırları görünce yazdığım tüm yazıları okumak konusunda yeniden bir heves doğdu içime...

    "12 temmuz 2001 saat 09::30

    dün gece öylece uzanmış haldeyken yatağa, tavandaki o sadeliğe gözüm takıldı. basit bir sıva üzerine yapılmış onlarca kat boyanın ardında sanki hayatımın o uçsuz bucaksız kasvetle geçen çocukluk günlerini gördüm. büyüyünce hep iyi biri olacağım dediğim o çocukluk günlerimi. doktor, futbolcu, öğretmen, polis, avukat olmak isterken arkadaşlarım ben seferinde iyi bir insan olmalıyım dediğim günleri. kahvaltı masasında gürültü yaptığım için dayak yediğim günleri. bir gün baba olursam çocuğumu çok seveceğim dediğim günleri. o zaman kin duyduğum o büyük adam "babam", şimdilerde yalnız ölmemek için merhametime sığınıyor.

    -ben iyi bir baba olamadım sizlere,istediklerinizi alamadım.
    -bu tip şeyler için üzülme. evet belki o zaman çok kızmıştım o oyuncağı ya da ayakkabıyı almadığında... ama tüm bunlardan çok daha önemli bir şey öğrettin sen bana.
    -sen henüz baba bile olmadın. anlayamazsın şuan ki pişmanlığımı.
    -herkesin pişmanlıkları var baba. ama şuan senin yaşadığın ızdırabı yaşamamak için elimden gelenin fazlasını yapacağım kendi çocuklarım için.
    -sen sen ol, asla benim gibi bir baba olma. geleceğini pişmanlıklara hapsederek hem kendi ömrünü hem de çocuklarının ömrünü zindana çevirme.
    -ben bunları yapmayacağıma sen beni döverken kendime söz verdim baba. sofrada oyun oynadığım için, kahvaltıya geç geldiğim için, annemi kızdırdığım için, haberleri izlemeni engellediğim için, parkta oynarken üstümü kirlettiğim için, sen işten geldiğinde ben kapıya "babam geldi" diye heyecanla koşarken, sen neden kapıyı "kim o" demeden açtığım için sen beni döverken anladım tüm bunları. çocukluğum için çok şey borçlusun belki bana ama ben sana kızgın değilim artık baba. sana verebileceğim en büyük ceza ben çocuklarımı sakınırken her türlü beladan, onlarla çocuk olup oynarken, onlara dayak değil baba şevkati verirken tüm bunları seninde izlemen olur. ben seni tüm bu yaptıklarına rağmen affettim baba."

    içim cız etti bunları okuyunca. ne kadar kızgın olsam da ona, çocukken olmak istediğim iyi insan tanımına uymuyordu babama söylediklerim. aradım,özür diledim.
    çok şey paylaştım bu odayla. cenazelerden, ayrılıklardan, bunalımlardan sonra...
    şimdi başkalarının anılarıyla, çocukluklarıyla dolu başka bir eve, başka bir odaya taşınıyorum.
    ve her gece tekrar tekrar yaşadığım o günleri geride bırakıp, odayı içinde babamla birlikte sahibinden kiraya veriyorum.
    3 ...
  16. 9.
  17. ıslık gibi bir ses geliyor dışarıdan. saat daha sabahın beşi...
    şiddetli bir sarsıntıyla zıplıyorum yataktan. deprem diyip yatıyorum tekrar yatağa ama odanın camına çarpan bir şeyler var. cıtır cıtır ses geliyor camdan. yine yuva yaptı lanet kuşlar! üşeniyorum ve tekrar yatıyorum.
    erken uyanmanın verdiği o huzursuzlukla uykuya dalmam biraz uzun sürüyor haliyle.
    Bugün rahat uyku yok sanırım bana, telefona uyanıyorum. saat 13.52, annem arıyor "nasılsın oğlum iyi misin" diyor telaşlı bir sesle. suratına kapatıyorum telefonu. aramayın beni...
    EN iyisi sade bir kahve yapıp ayılmaya çalışmak. Tabi rahat verirlerse...
    mutfaka girer girmez kanalizasyon kokusuyla birleşmiş sirke kokusu kötü bir koku var ama nereden geliyor belli değil. bulaşıkları yıkamıştım geçen hafta acaba bu haftakiler mi diye bakıyorum, değil. Aaaaaaah! yine telefon çalıyor. 2 oldu bu. aldığımdan beri en çok çaldığı gün oldu telefonun bugün. eski eşim arıyor bu defa.
    "Ne var?"
    "iyi misin?" sesin kulağıma ulaştığı anda telefon çıkıyor elimden... peşi sıra duvarda parçalandığını görüyorum. ve gülüyorum.
    hakettiğin cevabı aldın umarım eski "fahişe" eşim.

    kokunun kaynağı belli olmuyor kafayı kırıcam. kahve yapıyım en iyisi belki uykum açılır diyerek musluğu açıyorum. musluktan açık kahverengi su geliyor. sanırım bugün böyle geçecek. tıpkı dün olduğu gibi...

    televizyonu açmak için uğraşıyorum ama açılmıyor bir türlü.
    sonra farkediyorum ki elektrikler yok. sanırım son 3 aydır fatura yatırmadığım için kestiler.

    kulaklığı takıp müzik dinlemeye başlıyorum. biraz rahatlamaya ihtiyacım var. Ve bu konuda beni bir tek anlayan Vivaldi.
    Ne zaman gözlerimi kapatıp vivaldi dinlesem yalnızlığımın huzurunu yakalamışçasına coşkulu oluyorum hemen.
    tam o esnada kapıyı yumrukluyor biri. ama alacaklı gibi. hoş alacağı olmayan biri neden benim kapıma gelsin. üşeniyorum açmaya.
    sonra kapının kırılma sesi geliyor.
    daha yataktan kalkmaya fırsat bulamadan bir asker giriyor odanın içine..
    sonra derin sessizlik....

    bugün ben öleli 4 yıl oldu.
    ama hala söylemek istediğim bir şey var.
    son 8 sene kapısı tek kişi tarafından çalınmayan biri olarak diyorum ki;

    hoş geldin asker, görüşmek üzere hayat.
    4 ...
  18. 10.
  19. 1997 yada 98. hakan isminde iki arkadaş mahallenin en sevilen zıpır veletlerinden idik. nerede yeni bir oyun, nerede popüler bir saçmalık alır mahalleye getirir moda yapardık herkes bizden sonra tekrarlardı. avrasya maratonunun o sene yapılacağını duyduğumuzda ikimizdede ampül parlamıştı. bide kazan kazanma sonuncuda olsan bilmiyorum şuan varmı madalya veriyolardı herkese. sırf o madalya için katılabilirdik. topladık mahalleden peşimize bi kaç kişi yarış için kayıt olma ve o göğüs numarasını almaya gideceğiz. öğrendik ki aksaray metro istasyonu içerisinde satılıyormuş. esenlerden metroya binip gittik. iki hakan, hakanın kardeşi okan, mıstık ve ismi hatırlanmayan bir kaç arkadaş daha. aksaraya geldiğimize göğüs numaralarını aldık. para çıkışmayınca üstününün tamamınıda ben tamamladım. nedendir bilmem o tayfa hepimiz için aksaray bir cennetti. esenlerde yaşıyorduk ve metroyla gidilmesi en kolay yerlerden biriydi. ne taksimi bilirdik ne eminönünü nede başka biyeri. daha bahçelievlermiş bakırköymüş avcılarmış varlığından bile haberimiz yok. varsa yoksa aksaray. birazda gezdikten sonra tekrar esenlere metro ile döndük. çok pardon düzeltiyorum, gezmedik. çünkü metrodan çıkarsak bidaha jeton almak zorunda kalacağız diye çıkmamıştık dışarı * dönerken bilenler bilir esenler dörtyoldan üçyüzlüye inen bir yokuş vardır. menderes mahallesinde oturduğumuz için o yokuşu inmemiz lazım. inerken o yıllarda o yokuş üzerinde bi manav vardı. şeytan dürtmüş olacak muz çalalım dedik. e tabiki onuda ben yapacağım. hakanın kardeşi okan mıstık ve ismi hatırlanmayan arkadaşlar manavın az aşağısında korkularından bekliyorlar hakanla bende hırsızlık operasyonu için plan yapıyoruz. hakan manavcıyı kesiyor bende muzları çalacağım. tam bi deste muzu aldım hakanla beraber aşağı doğru yardıyorum ayağım takıldı ve düştüm. yerden kafamı kaldırdığımda korkak tayfa yardırmış kaçıyor hakanda arkasına yani bana baka baka yavaş yavaş gidiyor, birden döndü ve beni kaldırdı adam tam yakalayacakken kaçmaya başladık kolkola. velhasılı kelam mahalleye döndüğümüzde herzaman toplandığımız apartman önündeki mermer merdivenlere oturduk. herkes göğüs numaralarını alıp hayaller kurmaya başlamıştıki yavaş yavaş dağıldılar. hakanla ben napolyon misali mahallenin haritasını çizmiş dünyanın kralı gibi hissediyoruz kendimizi. haritayı çizme nedemizde maratona kadar mahallede koşu antrmenları yapacağız. nereleri koşacağız neler yapacağızı düşünüyoruz. eğlence yaratıyoruz işte kendimize. hakanda öyle bir çizmiş ki haritayı görmeniz lazım. eee sonradan karikatürist ve mimar olacak adam en nihayetinde. bir gün iki gün üç gün derken zaman yavaş yavaş geçiyor bizde çizdiğimiz mahalle haritasına göre her gün koşuyoruz göğüs numaraları göğsümüzde. bir kaç gün kalmıştıki yine koşu antrmanındayız diğer arkadaşlar peşimize takıldı. mahallenin diğer piçleride canları sıkılmış olacak ki haydi sende gel hoop sizde gelin vay efendim eğlence var hakanla ben önde mahalle arkamızda koşuyoruz * bizim bir alt katımızda oturan siirtli bir aile vardı. benim yaşımda olan çocuklardan birinin adı sabri diğerinin adını hatırlamıyorum ismini hatırlamadığımda arkamızda. çocuğun tiki vardı, sürekli çiiişş çiişşş diye bağırırdı. mahalledede fenomen olmuş herkes çiiş derdi niye bilmiyorum. çekirdek yiyen adama el uzatıp sıç bakalım derdik onun gibi bişeydi herhalde. bu velet çiiiş çiiş diye bağırınca ondandır herhalde arkamızda koşan herkesin çişi geldi. kaba inşaatı yeni bitmiş bi binanın ordan geçerken hadi şuraya bi işiyiverelim dedik. tüm çocuklar girdi başladılar inşaata işemeye. ama okadar velet varki hepside işiyor binadan sidik akıcak nerdeyse. iki hakan bizde açma germe hareketleri yapıp çocukları bekliyoruz. neyse geldiler ve koşmaya devam ediyoruz. yavaş tempo koşarken birden çocukların hepsi depara başladılar. ben ne olduğunu sonradan anlayacağım salak salak '' lan gerizekalılar yavaş tempo koşuyoruz napıyosunuz '' diyorum. derken ensemden koca bir elin etimi sıktığını farkettim. bi döndüm inşaatın bekçisiymiş. her zamanki gibi herkes yine kaçtı hakan adaşım gardaşım yine yanımdaydı hiç biyere gitmedi. adama vurma abi biz işemedik diyordu. bir iki tokat yedikten sonra işimize baktık..

    aslında hikaye bukadar. aklıma geldi yazıvereyim dedim. kelime ve harf hatalarımız affola. eyvallah...

    heee yarış mı ne oldu ?

    gitmedik * *
    2 ...
  20. 11.
  21. Saat sabaha karşı 4...
    Ben yine balkonda boşluğu seyrediyorum, Sabahları adım atacak yer olmayan o caddenin boş halini izlemek bana huzur veriyor, çok ender geçen arabalar... Bağıra bağıra konuşan sarhoşlar. Sanki asıl sahipleri onlarmış gibi oranın.

    Bir ara içeriye bira almaya giriyorum, elimde birayla balkona çıkarken koltuğun üzerindeki telefonun yanıp sönen ekranını görüyorum. Telefonları seslide bırakmayı sevmem. gecenin bu saatinde birinin beni aramasına önem vermiyorum nedense.

    Boşluğu... O boşluktaki kimsenin göremediği huzuru görmeye, izlemeye devam ediyorum. Saatin farkına varamadan.

    Telefonu ikinci kez farkettiğimde saat 4:20 ydi, elimde sigara vardı ve lavaboya gidiyordum, bu sefer telefonu es geçemedim gecenin bu saatinde her kim arıyorsa. belliki önemli bir şeyler söyleyecekti.

    Bilmiyorum neden ve nasıl oldu ama Telefondaki ''Babam'' yazısını görünce irkildim.

    sadece alo diyebildim, babamın sesini duymak istercesine. fakat karşımdaki babam değildi...

    donuk ses ''harun beyin oğlumusunuz'' diye sordu. cevap vermem tam 2 saniye sürdü. ''evet'' diyebildim sadece, anlamıştım işte bir aksilik olduğunu anlamıştım, karşı taraftakinin kim olduğunu arkadaki telsiz sesinden anlamıştım. ''Babanız bir trafik kazası geçirdi ve durumu ciddi lütfen kütahya devlet hastanesine gelebilirmisiniz?'' diye sordu aynı donuk sesli polis memuru...

    cevap vermem bu kez baya geç oldu. o arada bir kaç bir şey söylesede polis memuru hiç birini duymadım. 'geliyorum' dedim ve ekledim. 'Sakın anneme haber vermeyin''
    0 ...
  22. 12.
  23. Sadece biyolojik ömrü sona ermiş bir beden değil taşıdığım. O dünyayı elleriyle havaya kaldırmış biri.

    Uzun süredir tetikteydik kötü haber için. Bir yanımız huzura kavuşması için can atıyor, diğer yarımız ayrılmak istemiyordu ondan.
    ALS yani Amyotrofik lateral skleroz.

    Hep merak etmiştim ufakken dedem nasıl bu kadar kuvvetli diye. 3 erkek kuzen her bir araya gelişimizde tabiri caizse dalardık dedeye.
    Ve her seferinde perişan halde kan-ter içinde yerde uzanıyor olurduk. Meğerse gençliğinde devlet demir yollarında çalışmış dedem. Biz biraz daha büyüyünce fotoğrafları çıkarırdı albümden. Çok fazla fotoğrafı da yoktu ya hani. Ama yine de biz heyecanla beklerdik o anın gelmesini.
    O fotoğraflardan birinde plajda amuda kalkmış bir adam, dedemin anlatışıyla dünyayı kaldıran adam.
    Anlam veremezdik neden böyle söylediğini ama inanmış gibi yapardık her seferinde. Dedem benim senden kıymetli değil ya.

    Gündüzleri bahçesindeki çiçekleriyle ilgenen geceleri isse yemekten sonra hemen koltukta uyuyakalan dedelerdendi bizimkisi.
    Gel zaman git zaman yaşlandı tabi Raif efendi. Önce bahçe işlerinden çekti elini ayağını, sonra evden çıkamaz hal aldı. SOnra doktor dayımdan öğrendik ki als denilen bir hastalığı varmış dedemin. Parkinsonunu biz zaten biliyorduk. Onca zaman ağır işte çalışmanın getirdiği bir hastalıktı o. ama diğerini ilk kez duyuyorduk.

    işte ilk defa o gün dedem ölecek diye çok korkmuştum. O da anlıyordu yüzümüzden.
    Bir akşamüstü yanına çağırdı;

    -Bak evladım. Ben bu yaşıma kadar anasız babasız geldim. Hep kendi ayaklarım üzerinde durdum. Evimi kendim yaptım, çocuklarımı kendim okuttum.
    Kendimden başka kimseye de yük olmadım şimdiye kadar. Hani o size gösterdiğim fotoğrafı hatırlıyor musun?
    -Dünyayı kaldıran adam.
    Gülümsedi birden. uzun süredir ilk kez böyle gülerken görmüştüm dedemi.
    -Bir gün gelecek sende dünyanın yükünü sırtına alacaksın yavrum. Hazırlıklı ol!

    o günlerde çok düşünmüştüm ne demek istediğini ama aklımın bir kenarına itivermiştim insanlık hali.

    5 şubat 2009 - saat sabaha karşı 5 suları

    sabaha karşı çalmıştı telefon. Tüm aile bu telefonun ne anlama geldiğini hemen anlayıvermiştik. Son zamanlarında çok hastalanmıştı dedem. Elden ayaktan kesilmiş, özel bir yatakta yatıyor,ağzından beslenemediği için tıbbi yardımla midesine giden bir hortumla besleniyordu.
    Arayan dayımdı. Dedemin vefat ettiğini bize haber vermek için aramış. Ailecek apar topar yola koyulduk ve yaklaşık 25 dakika içinde yanına varmıştık dedemin. Hala özel yatağında yatıyordu. Üzeri örtülüydü ama bu sefer. Ağlayacak gibi oldum ama orada metanetli olmam gerektiğini biliyordum. Telefonlar çaldı, gelen giden derken sabah oldu. Cenaze işlemleri için dışarıda olan dayım ve babam cenaze arabasıyla birlikte evin önüne geldi.

    Dedemler kendi yaptığı 3 katlı müstakil evi 3. katında oturuyordu.
    zemin katta teyzemler, en üst katta ise dayımlar vardı.

    Tabut merdivene geldiğinde kolay çıkartılıp indirilemeyeceği çok belliydi.
    Herkes hem acı kaybın verdiği üzüntü ile ne yapacağız derken cenaze arabasını kullanan şahıs lafa giriverdi;
    - birinin naaşı aşağı indirmesi gerekli.

    O anda nasıl bir mesuliyetin altına girdiğimi bilmez şekilde atlayım verdim ortaya.
    - ben indiririm.

    yukarı çıktığımda o dünyayı kaldıran adam kefenin içinde yatıyordu hareketsiz şekilde.
    Gözümü kararttım ve dedemi zemin katın girişinde bulunan tabuta kadar sakin ama emin adımlarla indirdim aşağı.

    Cenaze namazı kılındı, defin işlemleri gerçekleşti. Sonra tüm vecibeler yerine getirildikten sonra eve dönüş yolu başladı.

    işte o yol hayatımın en zor yolculuğu oldu benim için.
    Dedemin cansız bedeni kollarımdaydı hala sanki. Dünyayı kaldıran adamın naaşını kaldırmak.
    Dönüp geri "dünyanın yükünü artık kaldırabilirim dede" demek geldi içimden ama boğazımda düğümlendi.
    ağızımdan çıkan tek şey "rahat uyu" olabildi.
    2 ...
  24. 13.
  25. üniversite anılarından bir gülümseten bir hikaye. üniversite 2. sınıftaydım sınıfımıza türk fakat azerbaycan'a bakü üniversitesine gitmiş daha sonra geri gelmiş yeni bir arkadaşımız geldi. ilk günden itibaren sınıfta dikkat çeken bir arkadaştı fakat kimse ona yaklaşıp arkadaş olmuyordu. ilk zamanların verdiği soğuklukla arkadaş ortamına girmeye çalışıyordu. bir gün bölümde bozcaada'ya arazi gezimiz olmuştu. hocanın talimatıyla geziye gelenlerden para toplanıp bir sürü tavuk eti, köfte, kanat vb. kızartmalık malzeme aldık. daha sonra arazide bu malzemelerin hazırlanması görevini hoca bize verdi gelen her kişi için kızartmaları kızartıp yemesi için hazırladık ve daha sonra fazla bir miktar tavuk eti, köfte vb. birçok malzeme arttı. hoca gezi sonrasında arkadaşlarla bu kalanları aranızda paylaşın diye talimat verdi. tabi biz grup olarak aramızda et dağılımını yaptık bunu duyan yeni öğrenci kardeşlerim bir paket bana da ayarlayın diyerek muhabbete girdi tamam kardeşim ayarlayacağız sana da dedik. fakat gezi bittiğinde otobüsten indiğinde bizim gruptan kimseyi çevresinde bulamadı arazi olduk. ertesi gün okulda bu yeni gelen arkadaşla güzelce makara yaptık ve böylece tanıştık daha sonra üstümüze kalan etlerle büyük içkili bir sofra kurduk arkadaşı da trakyalı grubu olarak aramıza aldık böylece tanışmış ve evinin de bize yakın olduğunu öğrendim ve zamanla yakın arkadaş olduk.
    sonra bu bursa' lı arkadaşımın 1 bira ile sarhoş olduğunu gördüm ve onu yetiştireceğime ve daha iyi bir içici olacağını söyledim. evinin yakın olmasından dolayı her gece onların eve 1.5 lt' lik şarap alıp gidiyordum o zamanlar şarap sudan ucuz tabi. zamanla biz iyice şarap içmeye alıştık arkadaşımda kendini iyi bir şekilde geliştirdi. fakat bir gün farklı bir şey oldu ben yine 1.5 lt' lik şarabımı alıp arkadaşın evine gittim şarabımı yere koydum benim tercihimden dolayı şarabı gazozla karıştırmayı severim. gazozla şarabı yan yana koyup koltuğa oturdum; daha sonra bakü' den gelen arkadaş ve ev arkadaşı birden hareketlilik yaşadılar şöyle bir diyalog geçti:
    - aga huni yok bizde ne yapalım? (bakü' den gelen)
    - aga leğen var dolabın içinde onu kullansak olur mu? (bakü' den gelenin ev arkadaşı)
    - dayı siz ne arıyorsunuz? (ben)
    -huni arıyoruz kardeşim; ama leğen var işimizi görür mü? (bakü' den gelen)
    - aga leğen ile huniyi ne yapacaksınız. (ben)
    - aga şarapla gazozu nasıl karıştıracağız.(bakü'den gelen)
    diye cevap verince ben zaten siz neyin kafasını yaşıyorsunuz diyerek gülmekten yarıldım. daha sonra onlarda olayı anladılar kendi kendilerine gülmeye başladılar bizim aklımızda ne vardı amacımız neydi diyerek güldüler güzel bir hikaye kaldı bize güzel bir anı ayrıca.
    3 ...
  26. 14.
  27. (#18364302) devam...

    çaresizlikten arkama bile bakmadan eve döndüm. evdekilere durumu anlattım. beni teselli etmeye çalıştılar nereye gittilerse buluruz, kız belki evliliğe hazır değildi, şimdi canını sıkma vs vs... ben onsuz ne yapabilirdim ki? o olmadan 2 saatte sudan çıkmış balığa dönmüştüm bile, bir de araya mesafe girerse, ya beni unutursa, ya başka biri varsa... kafamın içinde binlerce soru uçuşuyordu ve hiç birinin cevabı bende değildi.

    ilk şoku atlatıp evlerine geri gittim. kapıyı çaldım açan olmadı. komşularına sordum, biri mersin'e gittiklerini söyledi. ama gittikleri yeri tam olarak bilmiyordu. mersinde olduklarını bilmek benim için kafi idi. babası adliyede çalışıyordu. muhtemelen tayini de mersin adliyesine çıkmıştı, önce babasını sonra raziye'yi bulurdum nasıl olsa. koşarak eve geldim. abimden arabayı istedim, hayırdır dedi. durumu anlattım acil lazım dedim. siktiret boş ver dedi. araba abimin kontrolünde olduğundan babamdan istemeye gerek kalmamıştı. o gün akşam bi kaç parça eşyamı çantaya koyup hazırlık yaptım. sabah erkenden mersine gidip bulmalıydım onu. abim odamın kapısını çalıp içeri girdi.

    abim : ne yapıyon deli oğlan?
    murtaza: hazırlık yapıyom, yarın mersine gidecem
    abim : kocaman mersin'de zor bulursun oğlum vazgeç
    murtaza: babası adliyede çalışmıyor mu? gider adliyede beklerim amk.
    abim : benim bildiğim cumartesi adliye kapalı olur
    murtaza : hassiktir be şansa bak
    abim : iyi işte oğlum iki gün bekle, kafanı topla.
    murtaza : kafa toplayacak zaman yok abi, kız uçtu gitti elimden, nereye gittiğini bile söylemedi.
    abim : nereye gittiğini söylemeyen kızı bulsan ne olacak ki, senle geri mi dönecek amk.
    murtaza : bana net bir şey söylesin. olur ya da olmaz desin, mesele havada kalmasın
    abim : gidişi zaten bir cevap oğlum. sana haber vermemiş, istemiyor demekki kız bırak bu macerayı.
    murtaza : bunları bir de onun sesinden dinlemem lazım, yoksa aklım çıkacak.
    abim : sen bilirsin o zaman, hadi bana iyi geceler. sabah kaybolma bir yere.
    murtaza : tamam kaybolmam.

    abim haklıydı. hem de yerden göğe kadar. kız habersiz basıp gitmişti amk başka söze gerek mi var. ama ondan duymadan da hemen vazgeçmek olmazdı. gerçi son konuşmamızdan sonra pek iç açıcı ayrılmamıştık, onunda haklı yanları vardı. yine de o kadar zamandır hukukumuz vardı, tamam ben biraz eşşeklik etmiş olabilirim ama en azından sen insan kalmayı becerebilseydin raziyem.

    sabah erkenden kaldırdı abim. arabasına, o değerli metal yığınına binip baraja gittik. öğleye kadar balık tutmaya çalıştık beceremedik. öğle yemeğini bir lokantada yedik. akşama kadar ağaç gölgesinde buzağı gibi yattık. bana aşk maceralarını anlattı, hiç biri bi boka benzemiyordu. akşama doğru yola çıktık, hava karardıktan epey sonra şehre geldik. bunu benim meyhaneye götürdüm. ama dedim sen çok içme, sen çok içersen beni kim götürecek sonra. o bir iki tek attı, ben epey içtim. ben pilot olmaya başlayınca kalkıp eve geldik. pazar gününü evde geçirdim. pazar akşamı hazırlıklarımı tamamladım. gitmem için tüm şartlar olgunlaşmıştı. anneme mersinde bir arkaşım olduğunu 1-2 hafta onun yanına tatile gideceğimi söyledim o da izin verdi. annemden izin alınca babamdan da izin almış sayıldım. sabah erkenden kalkıp otogara gittim, ordan otobüsle mersine.

    mersin baya nemli bir yer. denizden hafif hafif esmese sanırım kendiliğinden alev alıp yanar. o derece sıcak. sora sora adliyeyi buldum. akşam iş çıkışına kadar bekledim ama babasını bulamadım. bir otele gidip geceyi orda geçirdim. sabah yine adliyenin önündeydim. ama yine yoktu babası. içerdeki güvenliklere sordum, onlarda yukardan bir yeri telefonla arayıp sordular. böyle bir adam buraya tayin olmamış dediler. nereye gittiğini nasıl öğrenebilirim dedim, biemeyiz dediler. umudumu iyice yitirdim.

    akşam üstü kartlı telefonla evi aradım. sahtekar abim açtı telefonu. durumu anlattım, bulamadığımı söyledim. boş ver geri dön dedi. ama dönmeye niyetim yoktu. biraz daha burda kalmalıydım. 2 gün daha otelde kaldım, adliyeye gittim geldim ama bulamadım. bir akşam bir birahaneni kapısından içeri girdim. iki bira içtim, çıkarken kapıda asılı ilan gözüme çarptı "temizlikçi aranıyor."

    geri döndüm, barmene ilanı sordum, o da beni patrona götürdü. patron genç bir adamdı, bana işi anlattı, dükkan kapanınca yerler elektirikli süpürgeyle süpürülecek, masalar silinecek, sandalyeler düzenlenecekti. ve bütün bunları tek başıma yapmayacaktım, bir arkadaş daha olacaktı, istersem üst katta kalacak yer de vardı, yevmiyeler günlük ödenecekti.dükkan gece 3-3 buçuk gibi kapanıyordu. iş 6 ya bitmiş olurdu. istersen gece 11 e kadar dışarda durabildim. tam bana göre bir iş dedim. siz de kabul ederseniz ben çalışmak isterim. patronda tamam hemen başla o zaman dedi...
    2 ...
  28. 15.
  29. (#18377821) devam...

    işe başlayalı 4 gün olmuştu. her şey tıkırında gidiyordu. gündüzleri dışarda geziyordum, raziye'ye bakınıyordum. akşam dükkanın anlaşmalı olduğu lokantadan yemek yiyordum, gece temizlik yapıpyordum, 2 tane fıçı birayı da şirketten içip üst kattaki kendime has odamada ıssız hayallere dalıyordum.

    o gün hafta sonuydu. öğle 1 civarı patron geldi uyandırdı beni. kalk işimiz var dedi. hemen toparlanıp aşağıya indim. hadi gidiyoruz dedi. kapıda duram arabasına bindik. limana doğru gidiyorduk. anlatmaya başladı. akşam arkadaşlarla teknede eğleneceğiz, seninle gidip etrafı temizleyelim. ben tam uyanamadığımdan pek konuşamıyordum. kafamla olur manasında hareketler yapıyordum. liman girişinde arabayı durdurdu. seyyar satıcıdan börek aldı. tekneye doğru yürüdük, teknenin kaptanı da vardı. hemen karşıladı bizi. patron kaptana, kaptan çay varsa genç arkadaşa bir çay ver dedi. o da hemen deyip teknenin içinde bir yere girdi. patron elindeki, poşeti bana uzatıp, soğumadan ye, bu manzaranında tadını çıkar deyip sonsuz maviliği gösterdi. kaptan da çayımı getirip masaya koydu. masaya geçtim, onlarıda davet ettim ama gelmediler. teknenin ön kısmına gidip bir şeyler konuşmaya başladılar. ben de teknede kahvaltı keyfini doyasıya yaşadım. hayatımda ilk kez oluyordu, belki bir daha olamayabilirdi. ben kahvaltımı yapıp sigaramı yaktıktan sonra geldiler. patron sigaramı bitirmemi bekledi. sonra kaptanla tekneyi temizlemeye başladık, yerleri sildik, aşağıda kamaralar vardı oraları toparladık. işimiz 1 saat sürdü. patron işin bittiyse sen gidebilirsin dedi ve bana para uzattı. parayı kapıp tekneden indim.

    sahil boyu yürümeye başladım. nasıl olsa acil bir işim yoktu. cebimde de param vardı. şöyle bir etrafı kolaçan edeyim dedim. çay bahçesinde oturdum. gelene gidene baktım. 2-3 çaydan sonra ortam sarmadı. yürümeye devam ettim. bir köftecide köfte ekmek yedim. sahilde balık tutan çocuklara baktım. hiç birinin bir anlamı yoktu aslında ne kazandığım paranın, ne gezdiğimin, ne yediğimin içtiğimin. o olmayınca her şey anlamsızdı. bir an umutsuzluğa kapıldım. yola çıkıp dolmuşa bindim, çalıştığım yere gidecektim. belki biraz uzanırım aklım başıma gelir diye düşündüm. dolmuşun ücretini ödeyince boş bir yere oturup etrafa bakınmaya başladım. insanlar şuursuzca geziniyordu. hava kararmak üzereydi. gündüzün sıcağı biraz kırılmıştı. sonra raziyeyi gördüm sanki. gördüm gördüm gerçekten oydu. hemen müsait yerde inmek istedim. koşarak yanına gittim. annesi ve kardeşi de yanındaydı.

    hiç bir şey olmamış gibi selam verdim, hal hatır sordum. annesi çok şaşırdı, onun suratı 5 karış oldu. beni görünce anasının kırığını gördü sanki. sonra görüşürüz deyip ayrıldım yanlarından. onunla hiç konuşmadan. ayrıldım şehrinden. onu bir daha hiç görmedim, üzmedim...
    2 ...
  30. 16.
  31. hep aynı. kısık seste müzik. buğulu cama cizilen resimler, yazılan yazılar, ve ağırmakta olan gün.
    1 ...
  32. 17.
  33. Bir delinin günlüğünden,

    Sade bir odadayım. Her şey sanki bir rüyanın parçasıymış gibi, ama hissedebileceğim kadar gerçek. içinde bulunduğum oda gerçekliğin ötesinde gibi.

    Kazadan bu yana hiç bir insanoğluyla iletişime geçemedim.Aslında bir çeşit kaza mı oldu yoksa bütün insanlar bir anda benden saklanmaya mı karar verdi bilmiyorum. Kaza demek en kısa çıkış yolu gibi.Yürütebildiğim en iyi tahmin bu oldu şimdilik.Kazadan öncesiyle ilgili sadece ailemi hatırlıyorum.Hareketsizler.Elif.O hareketsizden de öte, taş kesilmiş gibi.

    Gözleri açık hâlâ.Çocuklarımızın ölüşünü izlemiş ve sonra bedeninden ayrılmışa benziyor.Aklıma başka yolu gelmiyor.Onu bu hale getirebilecek çok fazla neden aradım.Bunun dışında başkası mantıklı gelmiyor.

    Yanına doğru bir iki adım atıyorum, bir dizimin üzerine çöküp iki parmağımla gözlerini kapatıyorum.Bir anda onun kapanan gözlerinden görmeye başlıyorum.Siyah bir perde iniyormuş gibi yavaşça.Kendimi görüyorum.Kendi ifadesiz bakan gözlerimi ve çökmüş yüzümü.Kırmızaya bulanmış iki parmağım gözlere doğru yaklaşırken büyüyor ve siyah perde iniyor.Her yer sonuna kadar kararıyor.insanlığın sonuna.

    Tek insan ben kaldım, ama içimde gerçek bir insan kaldı mı bunu söylemekte cidden zorlanıyorum.

    O ondan öncesiyle ilgili her şeyi hatırlıyorum.Ama sonrasında ne olduyla ilgili en ufak fikrim yok.Tek hatırladığım şey bomboş bir şehirde, bu odada uyandığım.Zaman kavramını şu an nedenini anlayacağınız şekilde ne zaman olduğunu bilmediğim bir günde kaybettim.Kurtuluşa dair bir umudum kalmadı.intihar fikrini her gün düşünüyorum.Ama kendimi her defasında vazgeçiriyorum.Beni bağlayan bir şeyler varmış gibi.Anlayamıyorum.

    Kapının çaldığını duyuyorum.Çalmaması gereken bir kapının.içinde bulunduğum tereddüt haline güvenip kendimi gidip kapıyı kontrol etmekten alıkoyuyorum.

    Çalan kişinin vazgeçeceğini ve Dünya’da kalan son insan olduğuna inanmasını istiyorum.Çünkü korkuyorum.Beni hala içimde bir insan olduğuna inandıracağından korkuyorum.

    Saklandığım şeyleri yüzüme vurabileceğinden korkuyorum.Ama daha neden saklandığımı dahi bilmiyorum.Bu korkumu arttırıyor.Kapı çalmaya devam ediyor.Bu beni çıldırtıyor
    2 ...
  34. 18.
  35. şimdi ise kaçtığım bedenlerden daha kendim gibiyim bu gece.
    bir sokağın lambası, bir gökkuşağının silik anı, bir göz yaşının sebebi...
    ve tüm bu olanlara rağmen bir umut ki almış gidiyor bedenimi, kimselerin vakıf olamadığı bir yerlerde sen varsın, isimsiz; imzasız.
    bir azametin yokluğuna gizlenmişsin sanki tanrı gibi.
    söylesene;
    niyaz edilen pejmürde tanrılar kaç gibi uyur?
    peki hangi sermedi alem bertaraf ederdi sensizliğimi?
    şimdi odanın ortasında bir sen; bir de ben... huzurlu karanlığım bir de, bir de dilimde yarınlarımın aydın olmasını dileyen dualarım o aciz tanrılara inat, münezzeh tanrıma.
    bir çıkmazdayım, sokağın en solunda, bilmiyorum kaçıncı ev ve kaçıncı kat.
    sensiz bir intiharın eşiğine sürükleniyorum sadece.
    bunu biliyorum sadece....
    1 ...
  36. 19.
  37. 20.
  38. yıl 2011. nisan sanırım yağmur yağıyor... karşı komşu mustafa abinin karısı nebahat abla... ampul patladı takar mısın dedi... ampulu taktım amına koyiim... bu da böyle bir hikayemdir.
    2 ...
  39. 21.
  40. kendimi iyi olmaktan siklerce metre uzakta hissettiğim şu gece yarısında zaman geçirmek için birebir ve yegane hikayelerdir.
    2 ...
  41. 22.
  42. adamın kanını donduran hikayelerdir. Korkutmayın lan insanı.
    2 ...
  43. 23.
  44. yurt dışında yüksek lisansa yeni başlamıştım, gördüğüm tüm kızlar yabancı olmalarından mütevellit çok güzel geliyordu. bir gün derste bir kız gördüm, sessiz sakin kimse ile konuşmuyor. güzelliğine değil de duruşuna hayran kalırsın ya işte öyle hayran hayran izledim bu kızı. sonra bir baktım aldığım başka bir derste de var ve ben dönem boyu derslere sırf bu kız yüzünden katıldım. dönem bitiyordu ama daha kızla tanışamamıştım bile, sonra beraber ödev yaptığı bir tanıdık buldum ödevi yapamadım bahanesiyle ödevi alıp kızın ismini öğrendim. gelmişim kaç yaşıma, üniversite bitirmişim ama sadece ismini bilmenin bir işe yaramayacağını öğrenememişim. zaten ismini öğrendikten 2 hafta sonra dönem bitti ve ben sınavdan çıkarken kızın christmas'ını kutlamaktan öteye gidemedim. 2 haftalık ara boyunca onu düşünmeden edemedim. sonra aklıma bir soru takıldı 'ya bir dönemlik erasmus için gelmişse?'. hemen okulun sitesine baktım ve erasmus öğrencisi olduğunu öğrendim ama umutlarım tükenmemişti 'belki de 1 yıllık erasmus öğrencisidir' diye avuttum kendimi. bir yandan da her gün dua ettim en azından bir kez daha göreyim diye.
    ara bitti ve finaller için döndüm. havaalanına geldiğimde bile hala aynı düşünce kafamda, dilimde aynı dua. kaldığım yere geçmek için trene bindim, bir de ne göreyim; kız karşımda. haftalar boyu dua ettiğim, son bir kez göreyim dediğim (güya görsem onu tanımak istediğimi söyleyeceğim ya) kız karşımda ama bende aynı tutkunluk. gülümseyip hey dedim, gülümsedi, ben eridim...
    yazıklar olsun kendime ki kendime hiç güvenim yok. yazıklar olsun kendime ki haftalarca kafamda kurup sonra put gibi kalıyorum. lan milyonlarca kez reddedilmek bu kadar koymaz insana git konuş işte ama olmuyor, aptal durumuna düşeceğim diye en büyük aptallığı yapıyorum. kızla çıkıp en azından bir şeyler yesek/içsek, vakit geçirsek takmazdım da beraber aldığım derslerden birinden ders yerine bu kıza odaklanmaktan kaldım ya ona yanıyorum.
    (bkz: salak yemin ederim geri zekalı bu çocuk ya)
    2 ...
  45. 24.
  46. okuyanlarının can sıkıntısını alan hikayelerdir. korkunç olanlar bal kaymak tadında olmuştur. yazanların parmaklarına sağlık.
    0 ...
  47. 25.
  48. içerisinde yaşanmış olayları da barındıran, gecenin bu saatinde korkmak istemeyenlerin okumaması gereken hikayelerdir.

    4 sene önce. 2 ekim 2009. iş çıkışı eve nasıl geldiğimi hatırlamıyorum bile. o kadar yorgundum ki eve adımımı atar atmaz paltomu bile çıkartmadan kendimi kanepeye bir çuval gibi atıverdim. hemen sızmışım zaten. sızdığımı da ısrarla çalan ev telefonun sesini duyduğumda anladım. önemsemedim önce, zaten ev telefonumdan arayanlar sadece kamu kurumlarıdır. tekrar uykuya dalar gibi olduğum anda yine çaldı. lanet okuyarak uyuya kaldığım kanepeden kalktım ve sinirimi yatıştırarak "efendim?" dedim. ses duymayınca "alo!" diyerek yineledim sesimi. karşılık alamayınca uyku sersemliğinin verdiği sinirle "ne var ne!" diye haykırdım. "sakin ol" dedi kaba sesli adam. tam karşılık verecekken devam etti: "ben kanlı el. 2 ekim 2012'de kapındayım" dedi. tam küfür edecekken telefon suratıma kapandı. "sizin yaptığınız şakaya da size de..." diye söylenerek üzerimi değiştirdim. günümü standart bir şekilde sonlandırdıktan sonra sabah tekrar fabrikaya gittim. bizimkileri görünce hemen sitem etmeye başladım "ha-ha-ha! o kadar güldüm ki anlatamam!" deyince şaşırmış gibi yaptılar ve "ne?" dedi kemal. "dünkü şakanız diyorum, pek komikti ve sizin de bildiğiniz yorgunluğumun üzerine çok iyi gitti!" şeklinde karşılık verdim. ne dediğimi anlamamış gibi yapıp söylenmeye çabalasalar da onları dinlememiştim. sonuçta beni uykumdan eden berbat bir şakaydı.

    3 sene önce. 2 ekim 2010. kız arkadaşım ile sinemadayım. film esnasında telefonum titredi. ellerim patlamış mısırdan yağlandığı ve telefonla pantolonumu yağa bulamamak için oralı bile olmadım. titiz bir insanımdır. film arası lavaboya gidip ellerimi temizledikten sonra aklıma geldi, telefona baktım. kayıtlı olmayan bir numara. kız arkadaşımın lavabodan çıkmasını beklerken kayıtlı olmayan bu numarayı aradım ve "aradığınız numara kullanılmamaktadır." yanıtını aldım telesekreterden. yanlış aradım düşüncesiyle dikkatlice bakıp tekrar aradım ve aynı yanıtı alınca şaşırdım. yine umursamadım tabii. zaten başıma ne geldiyse bu umursamamak yüzünden geldi. neyse, filmin ikinci bölümünü de izledikten sonra kız arkadaşımı evine bıraktım ve ben de evime geldim. memelekette olan ailemi aradım, ailemle kısa bir hasret giderdikten sonra telefonu şarja takmaya yeltenirken, yine kayıtlı olmayan bir numara beni aradı. hemen açtım ve "efendim?" dedim. ses yok. "efendim?" dedim ikinci kez. "ben kanlı el. 2 ekim 2012'de kapındayım." dedi oldukça kaba sesli bir adam ve karşılık veremeden telefon suratıma kapandı. beş on saniye duraksadıktan sonra geçen yıl da aynı şakaya maruz kaldığım aklıma geldi ve gülümsedim. "yine aynı numarayı aradı salaklar" diye söylendim içimden. rutin işlerimi halledip uyumak için yatağa yattım. aklım hep uyumaya çalışırken çalışır zaten. şakayı düşündüm, "kanlı el"i... "gerçekten inanacağımı mı düşünüyor bu ahmaklar?" diye kendi kendime yorumlar yaparken geçen seneki tarihi hatırlamaya çalıştım, geçen sene ne zaman aradıklarını... korkudan falan değil, düşünecek başka bir şey bulamadığımdan... o gün eve hiç olmadığı kadar yorgun gelmiştim. sebebi günümün çok yoğun geçmesinden değil, bir önceki gün kız arkadaşımla ayrılma noktasına gelip bütün geceyi ayakta geçirdiğimden... nasıl unutabilirim o günü. 1 ekim, ekim'in başı. ilk defa böylesine kavga etmiştik. kız arkadaşımla ilgili detayları düşünürken bugünün de 2 ekim olduğunu ve geçen sene de sözde "kanlı el"in beni 2 ekimde aradığını hatırladım. güldüm. "amma sistematiklermiş ha!" diye eğlenmeye çalışırken bir yandan da içimde garip bir endişe vardı. "annemin pinpirik huyundan epeyce almışım anlaşılan" dedim kendi kendime ve sağ tarafıma dönerek uyumaya koyuldum.

    2 sene önce. 2 ekim 2011. artık evli bir insandım. çalıştığım firma, beni yakın bir şehirdeki başka bir fabrikaya göndermişti. eşimle beraber firmanın gönderdiği şehire taşınmış, bu şehirde ev tutmuştuk. işteyken günlerim rutin geçiyordu ama eve geldiğimde eşimle harikulade vakit geçiriyordum. 3 yıldır birlikte olmamıza rağmen ilk günkü gibi birbirimize aşıktık. 3 yıl önce yani 2008'de eşimle internetten tanışmış ve az gibi görünen 3 yılda çok şeyler yaşamıştık. eşime olan aşkım yüzünden 2009 yılında ailemin yanından ayrılıp, eşimin yaşadığı şehire gitmiştim. bugünkü evlilik amacımızı ancak bu şekilde gerçekleştirebilirdik zaten. bugün günderden pazar idi ve günlerdir konuştuğumuz bebek konusunu bugün gerçekleştirmeye karar vermiştik. kararımızı gerçekleştirmeden önce duşa girdim, çıktım ve eşimin de duştan çıkmasını beklerken ev telefonum çaldı. şaşırmıştım doğrusu. yakın zamanda bağlattığımız ev telefonumdan bizi kim arayabilirdi ki? üstelik akşamın onunda! "hayırdır inşallah" diyerekten telefonu açtım. önce karşıdan sesin gelmesini bekledim. üç beş saniye sessizlik olunca "buyrun!" deme gafletine düştüm. halbuki olmadık zamanlarda olmadık insanlar aradığında ve aklım başım yerindeyse önce karşıdan ses beklerim. babamdan kalma bir alışkanlık... "efendim, buyrun." diye tekrarladığımda "unutma! 2 ekim 2012'de hiç de iyi şeyler olmayacak. artık beni tanıyorsun." dedi ışık hızıyla. telefon yine suratıma kapanmıştı. bu sefer "kanlı el"i tanımam uzun sürmedi ama bu sefer gerçekten tırsmaya başlamıştım. tarihi düşündüm ve 2 ekim'de olduğumuzu farkettim. bu bir anda tüylerimin diken diken olmasına neden oldu. "neden? nasıl? kim?" gibi sorular kafamda dolanırken olduğum yerde kalakalmıştım. salona geçtim, kanepeye oturdum. sanırım bu işi ciddiye alma vakti gelmişti. duştan çıkan eşim moralimin neden bozulduğunu "ne oldu? hani konuşmuştuk, şimdi neden böylesin?" sorusuyla anlamaya çalıştı. halbuki durum sandığı gibi değildi. "yok hayatım yok, iyiyim ben" desem de kadın hissiyatı durumu çoktan anlamıştı ve olayı çözümlemeden rahat etmeyecekti. anlatıp anlatmama konusunda kendi içimde cebelleşirken durumu bebeğe yorumlamaması için gerçeği anlattım. önce güldü, "ciddi misin sen?" dedi, sonra benim ciddiyetimi farkedince o da ciddileşti. "bu saçmalığın ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. sence telaşlanmalı mıyız?" dedim. "yani, sanırım, biraz..." cümlesiyle kararsızlığını belli etti ve ardından "şu olayı biraz daha düşün bakalım. söylediğin gibi her sene 2 ekim'de mi aradı? saat kaçta aradı? kim aramış olabilir? kavgalı olduğun birisi mi var? kim sana neden böyle bir şey yapmak istesin ve neden 2 ekim 2012?" sorularıyla zihnimi açmaya çalıştı sevgili eşim. düşündüm ve: "evet, her sene 2 ekim'de..." dedim ve duraksadım. sonra sesli düşündüm: "bu saatler olması lazım yine. işten eve gelip uyuyup uyandığımda, sinemadan çıkıp seni eve bıraktığımda bu saatlerdi yani..." dedim ve eşim de cevap vermeyince bir süre sustuk. "düşmanım da yok. hayatımda hiç olmadı. kimseye kötülük bile etmemişimdir. zaten kendi memleketimden ayrıldığım için son beş senedir senin arkadaşların ve iş arkadaşlarım dışında pek kimseyle tanışıklığım bile yok." şeklinde devam ettim. eşim tam bir şey söyleyecekken sözünü kestim ve "senin arkadaşların!" dedim. "senin arkadaşların böyle bir şey yapmak ister mi?" sorusunu yöneltince eşime, eşim "saçmalama istersen!" dedi. "haklısın, saçmaladım. lakin..." deyip birkaç saniye duraksadıktan sonra "aman yahu! boşver! biz işimize bakalım he ne dersin" diyerek sinsi sinsi gülümsedim. eşim ciddiyetle yanıt verdi "bakarız canım da bu iş yarın polise bildirilecek tamam mı? bu kadar rastlantı tesadüf olamaz. bu şerefsiz her kimse belli ki son derece ciddi birisi ve yeni taşındığımız şehirdeki yeni bağlattığımız telefondan bizi arayabiliyor." dedi. bir yandan tırsan, bir yandan da erkekliğime bok sürdürmek istemeyen ben "tamam hayatım bakarız takma kafana." diyerek bu konuşmayı sonlandırdım. o gece ikimizin de keyfi kaçtığı için hiçbir şey yapmadan uyuduk.

    3 ekim 2011. durumu polise bildirdik. son derece lakayt olan polis memuru "aman hocam ya! bize her gün böyle şeyler geliyor. boşverin, telefon sapığı işte. şimdi dilekçe falan filan uzun iş zaten, bir daha ararsa gelirsiniz" diyerek bizi başından savmaya çalışsa da ısrarımızın sonucunu aldık ve şikayetimizi resmiyete döküp karakoldan ayrıldık.

    günlerce polis ekibinden ses seda çıkmayınca bir süre bu olayı unuttuk ve günlük yaşantımıza devam ettik. 2-3 ayda bir aklımıza gelince arayıp bir gelişme olup olmadığını soruyor, her defasında "hayır yok, olursa biz sizi ararız zaten" cevabını alıyorduk. sonrasında biz de bu olayı tamamen unuttuk.

    2 ekim 2012. akşam. eşimle evde sinema keyfi yaparken cep telefonuma bir mesaj geldi: "hazır mısın?". "bu ney şimdi?!" deyip ışık hızıyla numarayı aradım ve telesekreter "aradığınız numaraya şu anda ulaşılamıyor..." klişesini kulaklarıma çınlattı. eşim ne olduğuna dair sorular sorarken "bugün 2 ekim 2012" dedim ve telefonuma gelen mesajı gösterdim. buz kesilmiş bedenimin farkına varan eşim çığlık attı. "sus! sus!" diyerek hemen ağzını kapattım. evde olduğumuz anlaşılmasın diye "televizyonu ve ışıkları kapat hemen!" dedim sessizce. o anda kapı yumruklanmaya başladı. ikimiz de korkudan ne yapacağımızı şaşırmıştık. ben hemen telefonla polisi aramaya yeltendim. telefon çalışmıyordu! eşime "polisi ara!" diye bağırırken kırılmak üzere olan kapının sesleri kulaklarımda patlıyordu adeta. eşime baktım, bir köşeye oturmuş çığlık ata ata ağlıyor. hemen yanına gittim ve sarıldım. "tamam! ben buradayım!" dedim ve susmasını söyledim. tekrar polisi aramak için elimden fırlattığım telefonu bulmak için harekete geçtim. ev telefonu şu an için çok uzağımdaydı. zaten çok geçti, kapı kırılmıştı. salondan içeriye doğru adeta izbandut gibi bir adam girdi. karanlıktan yüzünü göremedim ama hiç düşünmeden saldırıya geçecekken "dur!" dedi evi inleten bir sesle. eşimin tutmaya çalıştığı hıçkırıkları bu haykırış sonrası oluşan sessizlikte kulaklarıma çınladı. "ben" dedi, daha yumuşak bir ses tonuyla... "ben kanlı el. *"

    hikayenin son cümlesi gizli bkz. içinde. göze çarpmasın diye gizledim.
    2 ...
© 2025 uludağ sözlük