özellikle sürekli yurt dışında yaşayan türklere yöneltilen çoğunlukla ülkenin gidişatından memnun olmayan kesimin sorusu. ben de o türklerden birisi olarak özellikle twitter yasaklamalarında inanılmaz dalga geçildiğini söylemem lazım avrupa'da.
Türkiyede pek çok kişi Türkiye dışardan nasıl görünüyor? diye soruyor heyecanla. "Biz bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete de hakikaten öyle mi? Bu kaosa birisi (dışarısı) başka bir anlam verebiliyor mu?" gibi bir merak var sanki bu sorunun arkasında.
"Yargısız tutuklu tutulan Ergenekon sanıkları, gazeteci ve yazarlara yönelik baskılar ve takiye kaygılarına rağmen, Gezi olaylarına kadar Müslüman ama ilerlemekte ve demokratikleşmekte olan bir ülke görünümü veriyordu Türkiye, diyorum". Ama Geziden, Cemaatin ortaya çıkardığı yolsuzluklardan, hükümetin Cemaatle giriştiği kapışmadan ve hukukun devamlı birilerinin çıkarı için alet edilmeye başlamasından sonra, Türkiye şiddet ve otoritenin hüküm sürdüğü, hukukun olmadığı bir ülke olarak görünüyor diye ekliyorum.
Ancak bir de dışardan görmesi zor olan, sadece Türkiyenin içine girince görülenler var ki bunlar duygular ve toplumsal atmosferle ilgili. Bu atmosferi hükümet ve RTE karşıtı duruşu temsil edenler, hükümeti ve RTEyi destekleyenler ve genel olarak tüm toplumda yaygın olan duygular olarak üçe ayırıp önce toplumun hükümet ve RTE karşıtı kesimine bakacak olursak, bu grupta yaygın duygular hiddet ve güvensizlik olarak görünüyor. Bu da kuşkusuz kaçınılmaz. insanları benim yüzde ellim ve benim olmayanlar diye ikiye bölen, kendinin olanları göz göre göre kayıran, kendininkileri "zorla evde tutan", kışkırtıcı, otoriter, toplumsal muhalefeti ve dünyada eşine rastlanmamış sokak ayaklanmalarını bir avuç çapulcunun işiymiş gibi gösterme çırpınışı ve gafleti içinde, bir kabadayı edasıyla kendini desteklemeyen herkesi ve her grubu hırpalayıp yok etmeye soyunan bir başbakana hiddet duyulmaz mı?
Sürekli özelleştiren, devletin mallarını satan, sanat kurumlarından devletin elini çektiren, ülkeyi artan bir biçimde borçlandıran, çevreyi önemsemeyen, kârın peşine düşmüş sağcı ve liberal bir hükümete eşitlikçi, dayanışmacı ve çevreci bir dünya görüşünü savunanlar elbette hiddet duyar, duymalılar. Hukuku kendi çıkarlarına alet eden, insan hakları, düşünce özgürlüğü ve eleştiri hakkı gibi en demokratik değerleri sağlamayan, bilakis bunları göz göre göre ihlal eden bir hükümete, düşünen bir kafa öfkeden başka hangi hisle yaklaşabilir?
Muhafazakar ve dini motivasyonlarla düzenlenmeye çalışan toplumsal bir yapı içerisinde, dört-artı-dört-artı-dört sistemiyle dini okulları yaygınlaştıran, kadın haklarına müdahale eden, kürtajı yasaklayan, "parası olmayan kadınlar spiral taktırmasın, çocuk yapsın" dercesine doğum kontrol araçlarını paralı yaptıran bir hükümete, özgür iradeyi, kadın haklarını ve eşitliği savunan herkes büyük bir hiddet duyuyor ve duymalıdır da. Hiddeti doğuran tüm bu nedenlerden ötürü toplumun muhalifleri, öfkenin yanı sıra Erdoğana ve AKP hükümetine güvenmiyorlar, güvenemezler ve güvenmemeliler de zaten.
Türkiyeye içerden bakmayı sürdürürsek, hükümeti ve RTEyi destekleyen kesimde geçerli ruh haletinin ise kayırılmadan duyulan hoşnutluk ancak buna eşlik eden, ipotek altına alınmış, zorunlu bir vefakârlık sıkıntısı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yıllarca Kemalist, elit, okumuş-yazmış kesim tarafından aşağı görülmüş kırsal ve dindar kesim, RTE ve yandaşlarının da kendisiyle aynı değerlere sahip çıktığını gördükçe, karısı da başını bağlayan bir başbakanları oldukça, onlar çocuklarının sünnet törenlerinde istiklal Marşı yerine kutsal ilahiler söylettikçe, imam-hatipler arttıkça, devlet dairelerinde kadınlar başörtüsü takabildikçe, devlet kürtaj olmak isteyen genç kadının babasına telefon edebildikçe, hele hele RTE kendilerine "benim yüzde ellim" dedikçe, bu grubun kendisini kayırılmış, sakınılmış, tercih edilmiş ve desteklenmiş hissetmesi, bundan gurur duyup hoşnutluk içerisinde olması kaçınılmaz. Ancak bunun bir bedeli var ve sanırım bu da çoğunluğunu feodal kesimin temsil ettiği RTE ve hükümet destekçilerinde bir sıkıntı yaratıyor.
RTE ve hükümetinin "siz benim sırtımı sıvazlarsanız, ben de sizin sırtınızı sıvazlarım", tarzı bir beraberliğe mecbur kıldığı yoksul, kırsal kökenli ve dindar kesim, desteğini yatırdığı ipoteğin ortadan hiçbir zaman kalkmayacağının bilgisi içinde. imam-hatipler tamam, kömür desteği tamam, hastaneler, yollar ve bunlara tam destek tamam ama Somada işçi kardeşlerinin ölmesine yol açan ihmallere göz yuman ya da zaten bunun yolunu sağlayan bir siyasi iradeye tamam demek kolay mi? işçi kardeşlerinin gereksiz ölümünü protesto eden, öfkesini savuran bir insana tekme atan bir siyasi "danışman"a tamam demek, kutularla evlerde saklanan, "öksüzün yetimin payından" çalınan paralara tamam demek kolay değil. Kolay olamaz, olmamalı da zaten.
Bir de toplumun genelinde, sağcısından, solcusuna, Kemalisti'nden, dindarına dek var olan bir duygu hali var ki bunu görebilmek için Türkiyenin gerçekten içine girip bakmak, insanlarla konuşup tartışmak gerekiyor. Bu hal hastalık ya da şiddet seviyesine dek varabilirmiş izlenimi veren ciddi bir hoşgörüsüzlük ve sevgisizlik hali. Bu öyle bir hal ki, bundan söz ettiğiniz an sizi de yerebilir ve dışlayabilir. Hayır, biz değil onlar hoşgörüsüz. Bizle onları nasıl aynı kefeye koyarsın dedirtiyor insanlara bu hal. Biz onları sevdik, bak onlar bize ne yaptı dedirtiyor. Evet ama yetmezciler, "önce özür dilesin sonra onlarla işbirliği yaparız", "Kürtler ayrılıkçı. Tek dertleri ayrı bir ülke kurmak. Onların adayı desteklenmez", "Yanlış düşünüyorlar, Türkiyeyi bu hale onlar getirdiler" dedirtiyor. Topluma yıllarca kazandırdıklarına bakmadan Sezen Aksuyu, Orhan Pamuku, Yavuz Bingölü bir anda defterden sildirtiyor. Bülent Ersoyu askerlere acıyınca destekliyor, RTEnin davetine gidince köstekliyor.
Öteki tarafın hoşgörüsüzlüğü ise, bundan bin kat daha tehlikeli: o nefret otel yaktırıyor, Ahmet Kayayı ölüme gönderiyor, insanları elinde palayla yollara döktürüyor, asla ve asla "başbakanlarına laf ettirtmiyor". Devlet teröründen çok insanın insana nefretidir tehlikeli olan. Onun için bu kutuplaşma çok ciddi ve başta RTE ve AKP olmak üzere tüm politikacıların, yazar-çizerlerin, kamuoyunu oluşturan tüm kurum ve kişilerin öncelik vermesi gereken bir konu olmalı. içerden bakınca görünen, bu durumun ne yazık ki yeterince ciddiye alınmadığı. Sevgili Hrant Dink de "bu ülkenin insanlarının güvercinleri öldürmeyeceğini" sanmıştı ama bak onu da öldürdüler, daha nicesini de. Kötülük kötülüğü getirir ve balık baştan kokar. Baştaki balıklar insanlıktan ve hoşgörüden bahsetmeli, işlerinde bunu yansıtmalı.
Türkiyenin halinde ve bunu anlamaya, anlatmaya çalışan yazılarda bir karanlık var elbette. Ancak tüm bu karanlık halet-i ruhiye ve gidişatın içinde görünen başka bazı gerçekler var ki ben yazımı bunlarla bitirmek istiyorum. Çünkü bence "çözüm", tam da bunların içinde gizli. Hem bu, çokça sorulan ikinci bir soruya, "Peki, ne yapılmalı ya da ne yapılabilir" sorusuna bir yanıt da oluşturabilir.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde solun güçlü ve birleştirici bir aday gösterememesi ciddi bir sorun olsa da, genel ve nihai çözüm muhalif politik liderlerde anti-RTE özelliklerin ve muhalif politikaların güçlendirilmesinden, sergilenmesinden ve bunlarla gurur duyularak motivasyon ve öz güvenin artmasından geçer. Sağlıklı ve öz güvenli bir muhalefet, hemen bir iktidar değişimine yetmese bile, otoriter ve kibirli iktidarın kendine bir çekidüzen vermesine yarayacaktır. Ve bu da önemli bir kazanç olacaktır.
Muhalif politikaların ve eylemlerin neler olduğuna ya da olabileceğine dair binlerce örnek verilebilir. Ben bu yazıyı gelişigüzel bir tarihte, 24 Temmuz 2014de gazetelere yansıyan örneklerle bitiriyorum. Bu örnekler bize Türkiyede ne çok planda mücadele edildiğini, sokaklara çıkan tencere-tava çalan özgürlükçü ve onurlu sağduyunun yanı sıra, eşitlik, sosyal ve adaletli bir devlet içinde yaşamak için politikacısından, sanatçı ve hukukçusuna pek çok kesimin ellerinden geleni hatta daha da fazlasını yaptıklarını hatırlatmalı. Kimseden ödünç alınmamış özgün söylemler, tarzlar ve politikalarla hoşgörülü ve demokrat bir düzenin kurulmasının sağlanabileceğine dair güveni tazelemeli.
Haberlerde Kılıçdaroğlu hükümetin israille ilişkilerini ikiyüzlü bularak eleştiriyor. Yüzden fazla polisin gözaltına alındığı operasyonun da başbakanının bilgisi dahilinde gerçekleşmişse siyasi bir operasyon olmuş olacağını, bu tip operasyonların toplumdaki adalet duygusunu zedeleyeceğini söylüyor. 17 ve 25 Aralık rüşvet olaylarının hesabının verilmesi gerektiğini söylüyor. Irak ve Suriyede akan kanlardan RTEnin sorumlu olduğunu, çünkü buralara silah gönderdiğini açıklıyor. Gündemdeki maddeler konusunda hükümeti ve Erdoğanı bir muhalefet liderinin yapması gerektiği gibi eleştiriyor.
Erdoğanın cumhurbaşkanına siyasi birtakım özellikler ve görevler atfeden bir sisteme doğru yelken açışı kaygı uyandırıcı. Başbakan ve hükümet dururken, neden siyasi tercihleri ve uygulamaları olan bir cumhurbaşkanına gerek duyulsun? Halk partilere oy vererek siyasi tercihini zaten göstermiyor mu? Ancak yine de bir başka haberde, Cumhurbaşkanı adayı ve HDP Eş Genel Başkanı Demirtaşın çevre yanlısı politikaları sergilemesi olumlu. Habere göre Demirtaş eşi ve kızları ile Diyarbakırda bisiklet turuna katılmış. Hasankeyf, Munzur ve Karadenizin dereleri ve istanbul Kuzey Ormanlarına dikkat çekmek için. "Cumhurbaşkanı olsam dereleri ve doğayı mahveden santralleri durdurmak için girişimlerimi sürdürürdüm" diyor. Cumhurbaşkanı olsam yerine Cumhurbaşkanı olunca deseydi kendine ve seçmenlerine bir özgüven aşılardı ama bunun dışında, bir cumhurbaşkanı adayına yakışacak bir duruşu sergilediği açık.
Bir başka haberde CHPnin yerel seçimlerdeki Ankara adayı Mansur Yavaşın seçimlere itirazına Anayasa Mahkemesinden olumsuz cevap geldiği yazıyor. Mahkeme, yerel seçimlerde hile veya usulsüzlük olup olmadığını araştıramayacaklarını söylemiş, bu Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin bilmem kaçıncı maddesine girmediği için. Genel seçim olsaymış araştırırlarmış yani! Bunun dışında CHP adayının itirazı haklı, yapılması gereken ve yapılmış bir hukuki mücadele. Yine aynı aday Erdoğanın cumhurbaşkanlığı adaylığına itiraz ederek, CHPli bir başka politikacı Mahmut Tanal ile LDP de başbakanın Cumhurbaşkanı adayı olunca görevinden istifa etmesi gerektiğini söyleyerek yine Anayasa Mahkemesine başvurmuş. Mahkeme bu başvuruları da reddetmiş ama tarih, muhalefet politikacılarının Erdoğanın cumhurbaşkanlığı etrafındaki yasal düzenlemeler konusunda üzerine düşeni yaptığını söyleyecektir.
Örneklerin ardı arkası gelmiyor. Bir başka haberde sulh ceza hakimliklerini eleştiriyor Ankara Barosu avukatı Erol Aras. "Bu hakimlikler, siyasal maksatlı, yargının bir silah gibi kullanılması için bir yapılanmadır. Yargıda özel yetki olmaz. Sadece mahkemelerde ihtisas olur" diyor.
Bir başka haber sıradan bir insanın mücadelesine bir örnek: RTEnin Adanadaki mitingine zorla götürüldüklerini söylüyor bir sağlık çalışanı. "Normalde mesaimiz bittiğinde imza atıp çıkış yaparız. Ama bugün hastane yönetimi, çıkış imzamızı Erdoğanın mitinginin girişinde atacağımızı söyledi. Bunun üzerine mitinge katılmak zorunda kaldık" diyor. Çalıştığı kurumun ciddi bir ayıbını söylemeye cesaret edemez herkes kolay kolay.
24 Temmuz 2014te gazete haberlerine yansıyan muhaliflerden biri de Somadaki maden ocağının eski işletme müdürü Sarı. "Bu ocağa sabotaj yapsanız bu kadar insani öldüremezsiniz. Yeraltında öngörülmeyen, önlenemez bir kaza olmaz. Bu yüzden çok öfkeliyim" diyor Meclisin Soma Faciasını araştırma komisyonuna bilgi verirken.
Direnişe işçiler de imzasını atıyor bugün: Aliağada Petrol-iş sendikalı işçiler, PETKiM gibi tehlikeli bir işkolunda bakım işlerinin taşeron şirketlere yaptırılmasını protesto için işi bırakıyorlar. Türk Sanayicileri ve işadamları bile, politika yapmaktan geri kalmayarak Musul konsolosluğunda görev yapan 49 kişinin halen radikal Irak Şam islam Devleti tarafından rehin tutulduğunu, bunun hiçbir inanca sığmayacağının altını çiziyor.
Neden enflasyon rakamlarını tutturamıyorsunuz? Neden Erdoğan dedi diye faizleri bir gecede indiriyorsunuz? Merkez Bankasının bağımsızlığı nerde kaldı? diye Merkez Bankası Başkanını komisyonda soru yağmuruna tutan milletvekilleri de var gazetede, devlete bağlı sanat kurumlarını yok edecek Türkiye Sanat Kurulu Yasa Tasarısına karşı verdiği sert demeçlerden ötürü Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefliğinden alınan Rengim Gökmen de. Devletin sağlık ve eğitimle ilişkisini nasıl koparmamak gerekiyorsa, gerçek kültür ve sanatla ilişkisini düzenlemek ama koparmamak gerekiyor. Kültür ve sanatı devletin korumasından yoksun bırakmamak gerekir. Aksi takdirde ticaretin acımasız çarkları arasına terk edilmiş bir kültür ve sanat etkinliği, şarkıcı sanat, düğün sanat etkinliği karmaşasına yol açar diyor.
Bu örneklerden başka pek çok sivil toplum kuruluşu, kadın, gençlik, çevre, cinsel yönelim ve etnik eşitlik hareketi, politikacısıyla, işçisiyle, hukukçusuyla, sıradan insanıyla, madencisiyle, sanat adamıyla güçlü bir alternatif Türkiye var aslında. Dışarıdan görülmeyen, görmek için içine girmek gereken bir Türkiye bu. Bu çoğunluk demokrasi müştereğinde anlaşıyor. Örgütleniyor ve pes etmiyor. icraat içinde, çalışıyor. Türkiyenin gerçekliği de çözümü de bu.