RUHi SU DAN GRUP YORUM A TÜRKiYE DE SOL DEVRiMCi MÜZiK - 1
12 Eylülün kültürel etkileri 1990dan başlayarak 2000li yıllara doğru kendisini çok daha şiddetli bir şekilde göstermeye başladı. Yıllar içerisinde aydının,sanatçı nın tanımlanmasında çok tehlikeli değişiklikler ortaya çıktı. Edebiyattan sinemaya, tiyatrodan müziğe sanat alanında kimsenin yıllar önce tahmin bile edemeyeceği çok şey değişti. Korkak, sinik, liberal bir aydın-sanatçı kuşağı yaratılırken sanatlarından etkilendiğimiz, esinlendiğimiz ağabeylerimiz, ablalarımız direnerek üretmek yerine orta bir yolu ya da daha açıkçası teslim olmayı seçtiler. Bugün sol kimliklerini koruduklarını söyleseler de kime hizmet ettikleri, eserlerinde neyi anlattıkları bulanıklaştı ve geldiğimiz noktadan bakıldığında onların nerede durduğu apaçık ortaya çıktı. Bu eski kuşağın değerlendirilmesi bir yana 1990ların ortalarına doğru, Grup Yorumun şekillendirdiği, kolektif üretime dayanan devrimci sanatçı anlayışından etkilenerek ortaya çıkan ve diğerlerine göre daha yeni olan ama bütün söyleyeceklerini bir anda söyleyip tekrar ortadan kaybolan müzisyenler, gruplar da çıktı bu ülkede. Grup Yorumu marjinal olarak görmeye şartlanan ama kendilerinin esamesi bile okunmayan, eskisiyle yenisiyle her kesimden bu tür sanatçıların yaşadıkları kısırlıktır bizi bu değerlendirmeyi yapmaya iten.
Nereden nereye geldik?
Ülkemizde muhalif ve daha sonra giderek politize olan müzisyen tipi 1950lerin sonlarında belirmeye başladı. Ruhi Su ile ortaya çıkan bu yeni müzisyen-sanatçı tipi; yaşadığı dönemin politik gelişmelerine sırtını dönmüyor, üretimlerini gittikçe gelişen devrimci yaşamın içerisinde oluşturuyordu. Aşık tarzı o yılların en önemli muhalif müzikal çizgisini oluşturuyordu. Alevi kökenli aşık müziği en büyük çıkışını 1960 lı yıllarda yaptı. Ali izzet Özkan, Aşık ihsani, Aşık Mahzuni Şerif, Aşık Nesimi Çimen gibi müzisyenlerin Alevilik temelinde ve dil olarak Pir Sultan Abdala dayanan müzikal çıkışları ülkemizdeki devrimci gelişmelerle birlikte ele alınmalıdır. 1970lerle birlikte silahlı mücadelenin ülkemizin topraklarında ve halkın bağrında yer bulmasıyla yeni bir dönem başladı. Savaş, sanatçıları da etkilemişti. Ulaşa Ağıt Şarkışla Kızıldere ,Amerika Katil ,Erim Erim Eriyesin devrimcileri, savaşı anlatmak için ozanların gönüllerinden dökülüverdi. Savaş ülkemizde pek çok düşünceyi, alışkanlığı sarstığı gibi müzikte de eskimiş anlayışları kırarak yerine yeni bir anlayışı yerleştirdi. Keza faşizmin kitle katliamlarına başlaması ile birlikte bu kesimlerde -toplumcu duyarlılık adına- bir gerileme yi değil faşizmin saldırılarına cevap veren, devrimcileri öven ve muhalif kimliğini kaybetmeyen bir tarzı gördük. Faşizme karşı devrimci muhalefet, kendisiyle birlikte müziğini ve sanatını da geliştirmenin en güzel örneklerini verdi. Ruhi Su, söylediklerinin, yaptıklarının arkasında durdu ve tedavisi engellenerek bu tavrının bedelini yaşamıyla ödedi. Aşık ihsani; yıllar boyu ülkenin dört bir yanında sayısız gözaltı, tutuklama yaşadı. Aşık Mahzuni Şerif, cunta tarafından yargılandı ve toplumcu, devrimci tavrını sayısız müzisyeni etkileyerek korudu. Bu yıllarda aşıklar devrimci mücadele içerisinde azımsanmayacak bir görev üstlenmişlerdi.
Dönemin şehirli aşıkları da vardı. Rahmi Saltuk, Zülfü Livaneli, Mehmet Koç ve Sadık Gürbüz doğrudan bir örgütlü sanatçı tavrını benimsemeseler de dönemi ifade eden birçok devrimci esere imza attılar. Yine batı formlarına daha yakın çalışmalar yapan Cem Karaca, Edip Akbayram, Selda Bağcan gibi sanatçıları da bu gruba dahil edebiliriz. Peki, son gruba giren sanatçıların politik olarak tercihleri gerçekten bu muydu? Bugünden baktığımızda bu soruya cevap vermek gerçekten ama gerçekten çok zor görünüyor. En basit deyimiyle etkilendiklerini ve etkilediklerini söyleyebiliriz. Bilim bize o dönemi kendi koşulları içerisinde değerlendirmeyi öğretiyor ve biz bundan yola çıkarak sorunun temel noktasını örgütsüz olmak ta görüyoruz. Kendisini örgütler üstü, sınıflar üstü görme alışkanlığından olsa gerek, 12 Eylül le birlikte kolayca savrulan bu sanatçılardan bugün pek azı aynı çizgide durabiliyor. Dönemin sazı silaha, sözü mermiye dönüştürmeyi başarabilen pek çok sanatçısı 12 Eylül le birlikte karanlık dehlizlerde epey yol aldı.
Yazı dizisinin temelini oluşturan ve belki de en sonunda sormamız gereken soruyu biz baştan soralım: Peki ülkemizdeki devrimci ve toplumsal muhalefet-çok söylenegeldiği üzere seksen öncesine nazaran- düşmüşse ne yapmak gerekir? Öyle ya, sokaklarda yüzbinler yürürken devrimci marşlar söylemek pek zor olmasa gerek. Peki, sokaklarda yüzbinlerin yürümediği anlarda bir sanatçı ne yapmalıdır? Bugün kim ne yapıyor? Görevi devralmak ve mirası devralmak arasında çok fark olduğunu düşünüyoruz. Bugün yaşadıklarımız bu görevi bizimle birlikte, parmakla sayılacak kadar az sanatçının devraldığını ve mirası da bunun dışında kalanların har vurup harman savurduğunu doğruluyor.
Aşıklar birer birer ölüyor. Yerlerine yetiştikleri düşünülenler ise dar bir Alevilik temelinde müzik yapmayı sürdürüyor, hatta devlet sanatçısı unvanlarıyla sahnelerde boy gösteriyorlar. Her konserlerinde mutlaka bir Mahzuni Şerif türküsü söylüyor, ona övgüler düzüyorlar. Varını yoğunu bağlamanın tekniğini geliştirmeye harcayıp politik görevlerini hiç mi hiç önemsemiyorlar. Bugün hepsi teknik olarak Mahzuni Şerif ten çok daha iyi bağlama çaldıklarını düşünüyorlar, onun basit ama güçlü ezgileri üzerinden prim yapıyorlar.
Eskiler nedense hep eski türkülerini söylüyorlar ve bu şarkılar konserlerde çakmaklar yakılarak, meyhanelerde bardaklar tokuşturularak bayağı bir romantizme meze ediliyor. Yeniye ilişkin söyledikleri ise 1993 Sivas Katliamından öteye gitmemektedir. Kaldı ki bu katliamın üzerinden de tam 11 yıl geçmiştir ve sanki bu 11 yıl boyunca üzerine şarkı yakılabilecek hiçbir gelişme yaşanmamıştır. Sanki artık kimse öldürülmüyor ve artık hiçbir garibin üzerine ince ince bir kar yağmıyor, her yer güllük gülistanlık. Tekniğin-biçimin sorunları içeriğin çok ötesinde başat bir sorun olarak karşımıza çıkarılıyor.
En devrimci olanı, alttan alta ve hatta açıkça yılgınlığı anlattığı için bilinçsizce en iyi olarak kabul ediliyor. Tükenmekten, bitmekten, yenilmekten, sahipsiz kalmaktan, acılarla koyun koyuna yatmaktan bahseden onlarca devrimci şarkı var ortada. inanılmaz bir özgüvensizlik, halkla kucaklaşamamanın getirdiği bir adam sendeciliğin, vurdumduymazlığın geleceği nokta; bireyi yüceltmek ve halkı, devrimi küçümsemekten başka bir şey olmayacaktır.
Direniş kendi sanatını yaratır ve kural olarak yenilgi de böyle bir hakka sahiptir. 12 Eylül işte bu kuralı doğrularcasına ortaya, yenilen bir kuşağı ve onun pespaye ürünlerini dökmekten geri durmadı. Mahpuslarda duruldum ben diyen sanatçıların çokluğuna bakarak mahpus bile olmayanlar için konuşmak artık bir şey ifade etmiyor.
Peki, nerede kaldı halk festivalleri, devrimci geceler? Neden kimse marş söylemiyor? Marşı kaba slogancılıkla suçlayanların marşın yerine konması gerekeni hala söylemediklerini düşünüyoruz. Bunu en çok biz bilmek istiyoruz. Yerine yenisi koyulsa ya da önerilse söyleyecek bir şeyimiz olmayacak ama bütün bunların yerine türkü bar, kokteyl, yemekli-içkili geceler koyulduğunda bizim de söyleyeceklerimiz olacaktır.
Kendi örgütlülüğü-örgütsüzlüğü bir tarafa, devrimcisine ağıt bile yakamayan bir sanatçı tipi günümüzün gerçeğidir. Bırakın devrimcisini, günlük yaşam içerisinde depremle, selle, trafikle, açlıkla ölen bir halk için bile yaptıkları hala bir muammadır. Anılarla yaşayamazsınız. Aldırma Gönül otuz yılı aşkın bir süredir söylenen ve çok sevdiğimiz bir şarkıdır. Anlamlıdır, her mısrası pek çok insanı sarsacak kadar güçlüdür.Aldırma Gönül Vur Ulan Köpek Dölü, 1 Mayıs birer nostalji değildir. Bu şarkılardan hareketle pek çok şarkımız, marşımız hala güncelliğini koruyor ve bunlara yenilerin eklemek zorunluluğu ile karşı karşıyayız.
Bu yazı dizisi, yakın tarihimizin müzik temelinde bir değerlendirmesini yapmak amacıyla hazırlanıyor. Olayları ve kişileri değerlendirmenin ötesinde bir görev zorunluluğudur bizi bunu yazmaya iten. Kimse kendisini kandırmamalı. Sıradan bir bakışla her şeyin yolunda gittiğini düşünebilirsiniz ama yolunda gitmeyen bir şeyler var. Bu bir şeyler çok ciddi.
RUHi SU'DAN GRUP YORUM'A TÜRKiYE'DE SOL DEVRiMCi MÜZiK - 2
Devrimci Âşıklar
Ülkemizde sol-devrimci müziğin temellerini, sol muhalefetin yükselmeye başladığı 60 lı yıllarda buluruz. Bu tarihten çok önceleri Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Dadaloğlu ve pek çok benzerinde ortaya çıkan halkçı, toplumcu ve muhalif halk ozanı tiplemesi 60 lı yıllara gelindiğinde yeni bir döneme girdi. Sonraki yıllarda etkisini sürdüren ve 80 lerin sonuna doğru devrimciliğini yavaş yavaş kaybeden bu yeni akımın kökleri, 15. yüzyıla kadar uzanır. Temelinde taşlama ve yiğitliği konu alan âşıklık geleneği alanı yalnızca bu iki temel vurgu ile sınırlanmıyordu. Daha çok Osmanlı yönetici sınıfı ile olan çelişkilerin temel olduğu bu müzikal söyleyiş, o dönem içerisinde çelişkiyi en derinden yaşayan Alevi toplumunda kendini yaratıyordu. Bahsettiğimiz döneme yaşadıklarıyla kaynaklık eden, o dönemin öncüsü olarak göstereceğimiz ilk kişi kuşkusuz Pir Sultan Abdal olacaktır. Pir Sultan Abdal; Alevi inancına sahip, bu inancından dolayı Osmanlı tarafından dışlanan bir kişilikti. Bununla birlikte halk müziğinin Osmanlı döneminde asıl belirleyici özelliği; tasavvuf, ölüm, doğa ve zaman gibi konuları temel almasıydı.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise, bu geleneğe kısmen sahip çıkıldığını söylenebilir. Türkiye radyolarında bu tür âşıkların türkülerine yer verilmesi, âşıkların bu kurumda memur olarak görev yapması ve türkülerinin radyo repertuarına alınması örnek olarak gösterilebilir. Ama, Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de âşıkların düşüncelerine olan baskıların
ortadan kalkmadığı gerçeği ise hiçbir zaman etkisini kaybetmeyecekti.
isyancı gelenek yüzyıllar boyunca işte bu binlerce âşık tarafından sürdürüldü. Kendi içinde okul özelliği taşıyan bu usta-çırak ilişkisi 60 lı yıllara geldiğinde ise kendisini çok farklı bir misyonla iç içe gördü. O döneme kadar Alevi deyişleri okumak, yaşanılan baskılara ve yoksulluğa tepki göstermek, iktidar sahipleri tarafından her zaman korkuyla bakılacak bir durumdu ve bu özelliğiyle tehlikeli görülüyordu. Fakat yeni durum, âşıkları devrimci faaliyetler ve konserler gerçeği ile karşı karşıya bıraktı.
Ruhi Su işte bu dörtyüz yıllık âşık geleneğinin en gelişmiş örneği olarak karşımıza çıktı. Eğitimli sesiyle geleneğin içerisinde önce yadırganan ve sonrasında da çok sevilen bu sanatçı ülkemizde devrimci müziğin ilk öncüsü olarak düşünülmelidir. Su, 1940larda başladığı müzik serüveninde dünya modern müziği ile geleneksel halk müziği arasında özenli ilişkiler kurdu. Sol müzik geleneği içerisinde ondan etkilenmemiş hiçbir sanatçı ya da grubun olmadığı gerçeği bu öncü rolünün önemini kanıtlar niteliktedir. Su, devrimci müziğin temellerini 1940larda atmıştı ve batı müziği eğitimi de almış olması bu geleneğe bir yenilik getirmesini sağlamıştı. Bu kişisel deneyimleriyle âşıklık geleneğini farklı yerlere taşıdı, geleneğe yeni halkalar ekledi. Onun bu özellikleri dönemin türkücüleri ve müzik grupları tarafından göz ardı edilemeyecek bir kaynak oluşturdu. Su, sağlam bir Batı müziği eğitimi almış olmasına rağmen, türkü ya da şarkı söyleyen kişinin kendi doğal üslubuyla ve tarzıyla müzik yapmasını savunuyordu. 1975 yılında kurduğu Dostlar Korosu yla çağdaş müzik anlayışına yeni boyutlar kazandıran Su, kurduğu koroyla çok sesliliği gündeme getirmiş ve bu anlayış da halk tarafından beğenilmişti.
Ruhi Su devrimci duruşu nedeniyle baskılardan nasibini almış, dönemin iktidarları tarafından da radikal, solcu, politik yaşam tarzıyla hedef tahtasına oturtulmuş bir sanatçıydı. 1951 yılında koroda yer alan ve daha sonra eşi olacak olan Sıdıka Su ile birlikte tutuklandı ve istanbul Sansaray Han da tam beş ay boyunca büyük işkenceler gördü. Aldığı cezalar sonucu 1958 yılına kadar Harbiye ve Adana hapishanelerinde yattı. Hapishanede kaldığı yıllarda bağlama çalarak üretimlerine devam etti, üretimleri sol kesim üzerinde büyük etkiler yarattı. Tedavisi için yurtdışına çıkışı engellenen Su, 1985 yılında yaşama gözlerini kapadı. Üretimleri ve yaşam tarzıyla bugün çok ciddi bir devrimci tarzın temelini oluşturan bu devrimci sanatçı, ülke topraklarına çok büyük miras, kendinden sonra gelenlere de yine aynı büyüklükte bir görev bırakmıştı.
Ruhi Sunun Batı ve şehirli yanına rağmen, döneme damgasını vuran diğer pek çok âşık, geleneğe bağlı bir kır vurgusu taşıyordu. Bu isimlerin başında Ali izzet Özkanı sayabiliriz. O da diğer âşıklar gibi saz çalıp türkü söylemeye küçük yaşlarda başlamıştı. 1940lı yıllarda halkevleri ile ilişki kurmuş, köy enstitülerinde saz öğretmenliği yapmış ve eserlerinde yoksulların sorunlarına ortak olmuştu. Alevilik inancını müziğine yansıtan bir usta-çırak okulundan geliyordu. Daha sonraları devrimci-demokrat gecelerde verdiği konserlerle politik bir yaşam tarzını benimsemeye başladı. Deyişlerin yanı sıra yazdığı taşlamalarla yüzlerce yıllık geleneği sürdüren Özkan, politik yaşamı benimsemiş olması nedeniyle dönemin iktidarları tarafından baskıya maruz kalanlar arasındaydı. Buna rağmen bu yaşamından asla vazgeçmedi. Bedel ödemekten kaçınmadı.
Âşık ihsani, âşıklar arasında 70li yılların incelenmeye değer en değişik prototipini oluşturur. ihsani de yine Âşık Ali izzet gibi yaşamı boyunca savunduğu değerler nedeniyle baskılar, yasaklar ve tutuklamalarla karşılaşmış ama o da diğer âşıklar gibi bu baskılara boyun eğmek yerine devrimci düşüncelerinden ödün vermeyen bir yol izlemişti. Âşıklığa 1947 yılında deyişler yazarak başlayan Âşık ihsani, 60lı yıllarda gelişen devrimci-demokrat örgütlenmeler içinde aktif rol almaya başladı. Anadoluyu karış karış gezen âşık, sosyalist düşüncenin yaygınlaştırılması için büyük emekler harcadı. Devrimci gençliğin ilgisini çekmeyi başardı. Sayısız devrimci-demokrat gece, konser, etkinliğe katıldı. Yaşanan eşitsizlik ve adaletsizliklere karşı militan bir tarzda karşı koydu. Piyasaya çıkan plakları ve kitapları toplatıldı, cezalar aldı ve uzun yıllar pasaport alamayarak yurtdışına çıkışı engellendi. Âşık ihsani bütün bunların yanı sıra yurtdışında da tanınarak dünyanın en önemli politik âşıkları arasında yer almayı başardı.
Ülkemiz topraklarında kendinden en çok söz ettiren, besteleri en yaygın olarak söylenip onlarca sanatçı tarafından albümlere okunmuş âşık, kuşkusuz Mahzuni Şeriftir. Âşık Mahzuni de az önce saydığımız diğerleri gibi Aleviydi. 1953 yılında saz çalıp türküler söylemeye başlamış, türkülerinin konularını da kuşkusuz ezilen, yoksul halkların yaşamı ve Alevilerin dışlanmışlığı olarak oluşturmuştu. Astsubay okulunda eğitim gören ve daha sonra bu göreve başlayan Âşık Mahzuni daha sonraları bu görevinden atılacaktı. 1962 yılında sahneye çıkan Mahzuni, yine diğerleri gibi dönemin devrimci-demokrat örgütlenmelerinde aktif rol oynamaya başladı. Baskılar, tutuklamalar ve yasaklar Mahzuniyi gerileten değil, motive eden unsurlar olmuştu. Mahzuni, kendini Pir Sultan Abdal, Davut Sulari ve Veyselin çırağı olarak görüyordu. Âşık Veysel ile birlikte köy köy dolaşarak türküler derlemişti. Yakın zamanda kaybettiğimiz bu âşık, bugün türkücüsünden popçusuna, deyiş söyleyeninden rockçusuna kadar pek çok kişinin söylediği inanılmaz güzellikte eserler yaratmıştır.
Nesimi Çimen, Davut Sulari, Muhlis Akarsu gibi daha pek çoğunu sayabileceğimiz bu gelenekçi âşıkların küçük farklılıklar taşısa da hepsinde ortak olan özellikleri şu şekilde sayabiliriz:
1- 60lı ve 70li yılların âşıkları usta-çırak ilişkisi içerisinde yetişmiş gelenekçi söz ve saz şairleridir.
2- Birkaçı dışında büyük bir çoğunluğu Alevidir, eserlerinde Alevi inancına yaslanmışlardır.
3- Konuları toplumcudur. Yoksulluk ve haksızlık eserlerinin en belirleyici yanlarıdır.
4- Hemen hepsi dönemin politik devrimci-demokrat örgütlenmelerinde yer almışlardır. Bizzat örgütlü olmuşlar, örgütlülüğü savunmuşlardır.
5- Sosyalizmi benimsemiş ve eserlerinde, katıldıkları etkinliklerde sosyalizm propagandası yapmışlardır.
6- Baskı ve yasaklamalar karşısında pasif ve gerileyen bir tarzı değil aktif ve direnen bir tarzı benimsemişlerdir.
7- Geleneksel olarak bağlama ile birlikte çalıp söylemişlerdir, pek azı eserlerini orkestral bir yapı ile seslendirmiştir.
8- Selda, Edip Akbayram, Cem Karaca, Livaneli gibi gelenek dışındaki gençleri etkilemiş, onlara esin kaynağı olmuşlardır.
Âşıklar, kitle iletişim araçlarının bugüne kıyasla çok daha geri olduğu 60lı ve 70li yılların büyük propagandistleri olma özelliğini de taşıyorlardı. 12 Eylülle birlikte bu gelenek, yavaş yavaş politik gücünden uzaklaştı. Eskiler birer birer yaşama gözlerini yumarken, usta-çırak okulundan yetişen yenileri, bu büyük devrimci geleneği dar bir Alevilik ve halk müziğinin teknik sorunları arasında kısır bir yere oturttular. Birer birer devlet sanatçısı olan bu çıraklarla birlikte gelenek bugün var olup var olmama savaşı veriyor. 12 Eylül ve bu çırak âşıklara daha sonra değineceğiz
RUHi SU'DAN GRUP YORUM'A TÜRKiYE'DE SOL DEVRiMCi MÜZiK - 3
Bağlama ve gitarın birlikte çalınışı sihirli bir buluş olsa gerek. 1960larla birlikte yan yana gelen bu iki enstrüman gizemli bir köprünün iki ayağı olmuştu. Bağlama doğu mistizmiyle birlikte Anadolu geleneğini, gitar da batıyı temsil ediyordu. O günlerde Türkiye gençliği batı ile tanışıyor, sosyal-kültürel pek çok alanda batıyla aynı havayı solumaya başlıyordu. Müzikte de Mahzuni Şerif, Ali izzet Özkan gibi gelenekçiler dışında yeni bir kuşak ortaya çıkıyor ve işte bu bağlama-gitar birlikteliğiyle ifade edilen yeni tarz albümlere, konser salonlarına taşınıyordu. Önceki sayıda işlediğimiz devrimci aşıklar ın aksine daha şehirli olan bu yeni kuşak, o yıllarda bugünkü popüler müziğin temellerini attıklarının belki farkında değillerdi. Farkında oldukları bu yeni tarz kulağa çok hoş geliyordu, kısmen milli, kısmen başka halkların müziğiydi.
Batı sazlarıyla yerli motiflerin iç içe örgüsünden ortaya çıkan bu müzik türünün çıkış noktası olan bu dönem,aslında birçok ayrışmanın yaşandığı bir dönemdi. Sadece batı enstrümanlarını kullanarak ingilizce ya da Fransızca şarkı söyleyenler başlı başına bir grubu ifade ediyordu. Çoğunlukla aslı Fransızca olan şarkılara Türkçe sözler yazarak aranjman kültürünü yaratanlar bir başka grubu. Arabesk yeni filiz vermiş, halk müziği de TRTnin boyunduruğundan kurtulma çabaları veriyordu. işte tam bu dönemde ortaya çıkan bu şehirli gençler yeni bir tarzın ilk habercileriydi. Fikret Kızılok, Moğollar, Cem Karaca, Edip Akbayram, Selda, Barış Manço işte bu yeni dönemin bağlamalı-gitarlı sanatçılarıydı. Bu akıma araştırmacılar;Anadolu Pop demeyi uygun buluyorlar. Aynı bağlama-gitarda olduğu gibi geleneği ve dönemin popüler müziği rock u birleştiren bu gençler, aynı zamanda politik tercihlerini de ortaya koymaya başlamışlardı. Özellikle Selda ve Edip Akbayram şehirli müziklerinin kaynağını Mahzuni Şerifin geleneksel müziğine yasladılar. ince ince Bir Kar Yağar Fakirlerin Üstüne gibi onlarca türkü, artık gençler tarafından tek başına bağlama ile değil bir rock orkestrasının temelini oluşturan gitar, bas ve davul ile birlikte çalınıp söylenmeye başlamıştı. Daha çok, grup olarak çalan bu gençlere şehirli ozanlar olarak Zülfü Livaneli, Sadık Gürbüz ve Rahmi Saltuk gibi isimler de eklendi. Kökeni tam anlamıyla Anadolu halk müziği geleneğine yaslanan ama müzikal açıdan kendine özgü bir çokseslilik tarzını süreç içerisinde geliştiren bu isimler geniş bir sol gençliği etkilemeyi başarmışlardı. Şehirlerde, kırlarda vurulan, hapishanelerde katledilen devrimcilerin yaşıtları olan bu gençler onların öykülerini işte bu geniş müzik yelpazesi içerisinde anlatmaya başladılar.
Özellikle Zülfü Livaneli, bu isimler içerisinde üzerinde özenle durulması gereken bir kişiliği oluşturur. 12 Martla birlikte yurtdışına çıkmak zorunda kalan Livaneli, yurtdışında yayınladığı albümlerle ülkedeki sol gençliğin ilgisini çekmiş, başta Nazım Hikmetin olmak üzere devrimci-demokrat şairlerin şiirlerinden bestelediği şarkılarıyla dünya çapında tanınan bir sanatçı durumuna gelmişti. Farklı ve ciddi bir müzikal arayışın sonucunda ortaya çıkan Livaneli albümleri dönemin etkisini bugünlere kadar sürdüren en başarılı çalışmalarıdır. Grup Yorumu etkileyen sanatçıların başında gelen Livaneli, geleneksel türküleri doğrudan söyleyerek bir yorumcu olmak yerine dönemin güncel ruhunu yansıtan, politik hassasiyeti öne çıkaran sözler de yazdı. Yurtdışında olmasının getirdiği bazı avantajları da kullanan Livaneli batılı müzisyenlerle birlikte bambaşka bir müzikal tarzı ülkemize soktu. Ülkemizdeki sol-devrimci müzik denildiğinde Ruhi Sudan sonra sayılacak isimlerin başında yer alan sanatçı, 12 Eylülle birlikte ciddi bir savrulma yaşamış, bütün sola baskılar artarken kendisine önce TRTnin kapıları açılmış, bugün burjuvazinin akıl hocalığını yapan bir liberal durumuna gelmiştir. 70li yılların devrimcilerini Parkasıyla, emekçilerini Tamirci Çırağıyla anlatan Cem Karaca örneğinde olduğu gibi Livaneli de bir dönem sonra yaptıklarını artık savunamayacak duruma gelmiştir. Sadık Gürbüz ve Rahmi Saltuk ise bütün samimi çıkışlarına rağmen 12 Eylülün ardından kimliklerini koruyamamış, üretememiş, kendilerini yenileyememiş, yalnızca belirli bir kesimin ilgilendiği bir marjinalliğin ortasına düşmüşlerdir. Rahmi Saltuk her şeye rağmen 1980 sonrası ilk Kürtçe albüm olma özelliği taşıyan Hoy Nare ile birlikte olumlu bir tavır çizmeyi başarabilmiş ender sanatçılardandır. Bu çıkışı da kısa sürmüş ve bugün pek çokları gibi gündemin çok uzağında bir yaşam içerisinde kalmıştır.
12 Martın sola ve aydınlara doğrudan dayattığı maddi ve manevi baskıdan kurtulan geniş halk kesimleri, 70li yılların ortalarında tekrar meydanları doldurmaya, devrimciler örgütlenme alanlarını genişletmeye başlamıştı. Toplumsal duyarlılıkla başlayan ciddi bir muhalif güç ortaya çıkmış, bu muhalefet kısa süre içerisinde dönemin müzisyenlerini de içine almıştı. Devrimci gecelerde sahneye çıkan gelenekçi devrimci aşıklar ve bu yeni genç şehirli ozanlar sayısız başarılı çalışmaya imza atmışlardı. Mesajlarıyla, toplumsal gerçekçiliğin önemli ürünlerinin verildiği bu dönem bugün bile etkisini sürdürmektedir. Fakat dönemin bütün bu sanatçıları siyasi yapılardan uzak durmuş, örgütlenme, örgütlü olma kavramına soğuk yaklaşmışlardır. Batıda da bolca örneğini gördüğümüz protest bir muhalefetin ötesine gidememiş, bu örgütsüzlük de güçsüzlüğü beraberinde getirmiştir.
12 Eylülle birlikte devrimci muhalefet içerisinde yer alan isimlerle yaşadıkları siyasal dinamizm, bıçak gibi birbirinden ayrıldı. Bu sanatçıların bir kısmı yurtdışına çıkarak geri dönmedi, bir kısmı tutuklandı, bir kısmı korkup albüm yapmaktan vazgeçti, albüm yapmak için daha az ya da hiç bedel ödemeyeceği günlerin gelmesini beklemeye başladı. Birkaç yıl içerisinde bir hareketlilik neredeyse tamamıyla ortadan silindi. Örgütsüz bu tip sanatçıları motive eden; geniş halk yığınları ve onların örgütlenmeleriydi. 12 Eylül işte bu halk yığınlarını baskıyla kontrol altına alınca ve bütün örgütlenmeleri, devrimcileri infazla, işkenceyle, idamla, tutsaklıkla ıslah etmeye başlayınca zaten örgütsüz olan bu sanatçılar da kabuklarına çekilmekten başka bir yol bulamadılar. Öyle ki faşizme hapishanelerde direnen devrimcileri duyamayacak kadar çok korkmuşlardı.
Ruhi Su usta, sayısız baskıya maruz kaldı, sindirilmeye çalışıldı ve kansere yakalanmasının ardından tedavi için yurtdışına çıkması bilinçli olarak engellenerek ölüme terk edildi. Ruhi Su nun ölümü aslında bir dönemin bittiğinin bir işareti olarak algılanmalıdır.
Devrimci gecelerde binlerce kişiyle birlikte sloganlar eşliğinde marşlar, ağıtlar söyleyen, etkileyen ve etkilenen bu sanatçılar 12 Eylülle birlikte ya derin bir suskunluğun içerisine girdiler ya da olabildiğince hümanist bir çizgiye çekilerek barış, kardeşlik ve hoşgörü perdesinin arkasına saklandılar. Yasallık izin verdiği sürece devrimci gecelere katılmaya devam ettiler. Birer ağabey, abla olarak faşizmi açıktan lanetlemediler ve artık eskisi gibi marşlar okumadılar. Televizyonlarda, radyolarda barış mesajları verdiler. Yılbaşı programlarında yeni yılın barış ve mutluluk içinde geçmesini dilediler ama yalnızca dilediler, her yeni yılın emekçiler için çok daha ağır koşullarda yoksullukla geçeceğini, baskının azalmayıp artacağını bildikleri halde daha fazlasını yapamadılar.
Küçük farklılıklar taşısa da bu dönemin şehirli müzisyen ve gruplarının temel özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1-Dönemin bütün sanatçıları geleneksel, ulusal enstrümanların yanı sıra batı sazlarını kullanmışlardır. Dönemin popüler müziği olan rocktan etkilenmişler, müzikal yapılarını geleneksel müzik ve batı müziğini buluşturma üzerine kurmuşlardır.
2- Mahzuni Şerif ve Pir Sultan Abdal başta olmak üzere pek çok gelenekçi halk ozanlarının eserlerini yeni bir müzikal düzenlemeyle seslendirmişlerdir.
3- Konuları toplumcudur, yoksulluk ve haksızlık eserlerinin en belirleyici yanlarını oluşturur.
4- Nazım Hikmet, Ahmed Arif başta olmak üzere pek çok toplumcu şairin şiirlerini bestelemişler, sözlerini kendi yazdıkları besteler de yapmışlardır.
5- Eserlerinde ve katıldıkları etkinliklerde sosyalist bir dünya propagandası yapmışlardır.
6- Baskı ve yasaklamalar karşısında genel olarak pasifize olan bir tutum sergilemişlerdir. Örgütlülük düşüncesinden uzak durmuşlardır.
RUHi SU'DAN GRUP YORUM'A TÜRKiYE'DE SOL DEVRiMCi MÜZiK - 4
12 Eylül, yetmişli yıllarda büyük ivme kazanan devrimci muhalefetin, özgürlük mücadelesinin önünü kesmek için yapılmış bir askeri darbeydi. Devrimciler, ilericiler ve buna bağlı olarak aydınlar darbeyle birlikte tutsaklık, işkence, her türden baskı ile karşı karşıya kalmış, demokratik talepler ve demokrasi mücadelesi kesintiye uğramıştı. Hapishanelerde daha sonra Ölüm Orucu ile başlayan direniş, dışarıda özellikle TAYADlı ailelerin çalışmalarıyla mücadele için bir soluk borusu olacaktı.
Bu dönem, hayatın pek çok alanında olduğu gibi, sanat içerisinde ve buna bağlı olarak müzikte de bir durağanlık ortaya çıkarmıştı. Önceki sayılarımızda yer verdiğimiz sanatçıların pek çoğu cunta tarafından özellikle susturulmuştu. Bu sanatçıların bir kısmı ülke dışına çıkarak mülteci bir hayatı seçmiş, kalanlarsa konser ve albüm üretimlerinde tıkanma noktasına gelmişlerdi. Bazıları yargılandı, tutuklandı. Konserleri engelleniyor, müzik şirketleri bu sanatçıların albümlerini yapmaya yanaşmıyordu. Gelenekte özel bir yeri olan aşık ve halk ozanları tamamen ortadan kayboldu denebilir. Bunda darbecilerin baskı politikalarının yanı sıra hızla kapitalistleşme sürecinin halk müziğinin bu dinamik yanını kırmasının da payı olmuştur. Aşıkların pek çoğu yurtdışına çıkarak mülteci bir yaşamı seçtiler. Müzik ve görece politik çalışmalarına Avrupada çeşitli dernekler içerisinde devam ettiler. Bu gelenekten etkilenen Arif Sağ, Musa Eroğlu, Muhlis Akarsu gibi sanatçılar yeni bir şey inşa etmeyerek ve ağırlıklı politik bir kimlikten uzak durarak Alevi müziği üzerinde çalışmalar yaptılar.
Ülkede kalanlar içerisinde Ruhi Su, sayısız baskıya maruz kaldı, sindirilmeye çalışıldı ve ardından kansere yakalandı. Tedavisi için yurtdışına çıkması engellenen Su, 1985 yılında hayatını kaybetti. Rahmi Saltuk, Sadık Gürbüz gibi isimler 12 Eylülün ardından müzik ortamında aktif bir rol üstlenemediler.
Albüm yapan tek isim Zülfü Livaneliydi ama o da artık seçtiği şarkılarda ve şiirlerde devrimci söylemini yavaş yavaş demokrat bir çizgiye çekerek geriliyordu. Dönemin karmaşasını, hüznü ve yalnızlığı işlediği şarkılarıyla büyük ilgi görmeye devam etti. Theodorakis, Faranduri gibi sanatçılarla albümler yapan ve konserler veren Livanelinin adı gitgide bireyselleşme ile anılmaya başlamıştı. Siyasal anlamda liberalleşen Livaneli, toplumcu üretimlerinden vazgeçmiş, buna rağmen içinde Grup Yorumun da bulunduğu belirli bir kesimi etkilemeyi başarmıştı.
Dönemin baskı ve tutuklamalarına rağmen çizgisinden ödün vermeyen sanatçılarının başında Selda Bağcan geliyordu. Birçok engellemeye rağmen konserler verdi, kasetler çıkardı. Yine Edip Akbayram da anti-demokratik baskıya karşı oluşan eylemliliklerin hep bir parçası oldu. Cem Karaca, Melike Demirağ, Şanar Yurdatapan gibi sanatçılar darbenin ardından yurtdışına çıkarak uzun yıllar sürgün hayatı yaşadılar.
Kısacası yetmişlerde gördüğümüz dinamik, devrimci hareketlilik genel anlamıyla sindirilmişti. Grup Yorumun da ortaya çıktığı seksenli yılların ortalarında eski sanatçılara ilişkin görüntü bu şekildeydi.
Eski şarkıcıların yaşadığı bu tıkanmaya rağmen seksenli yılların ikinci yarısından itibaren gençliği etkileyen yeni sanatçılar, gruplar ortaya çıkmaya başladı. Çoğunlukla hüzünlü ama muhalefet de içeren şarkılar yapan bu sanatçılar yavaş yavaş dikkat çekmeye başladılar. Çoğunlukla şarkı sözlerini kendileri yazıyor, bunun yanı sıra Enver Gökçe, Nazım Hikmet, Ahmet Arif gibi eski, Ahmet Telli, Adnan Yücel gibi yeni şairlerin çalışmalarına da yer veriyorlardı.
Bu dönem içerisinde Yeni Türkü çalışmalarıyla dikkat çekmektedir. Demokrat bir politik çizgiye oturan, kirli bir dünyaya karşı hüzünlü ve dramatik tepkiler veren şarkılar yaparlar. Türk ve batı sazlarının buluşmasıyla ortaya çıkmış bir Anadolu-Akdeniz müziği eksenindeki bu çalışmalar ne yazık ki geniş halk kesimleri yerine dar bir üniversiteli gençlik içerisinde kendisine yer bulabilmiştir. Yine aynı kaynaktan beslenen Çağdaş Türkü ve Ezginin Günlüğü de müzik endüstrisinin dayattığı biçimlerden uzak durmaya çalışan, mütevazi, siyasal perspektiflerini ve muhalif kimliklerini koruyan gruplardı.
Bulutsuzluk Özlemi ve Mozaik de aynı dönemin benzer kaygılarıyla ortaya çıkan gruplarıydı. Biçim olarak daha çok rock müziğe yaslanan bu gruplar da müzik endüstrisinin dayattığı kalıplara karşı çıkıyor, sol tavrı korumaya çalışıyorlardı.
Yetmişli yıllar boyunca (ve hala) aydınlar tarafından küçümsenen arabesk müzik formları ve özellikle bu müziğin vokal tarzı, 12 Eylülün ardından varoşlara yerleşmiş halk müziği geleneğiyle buluşmaya, bunun sonucunda da o güne dek hiç rastlanmamış bir müzik türünü ortaya çıkarmaya başlamıştı. Unkapanı tarafından özgün müzik olarak adlandırılan bu müzik türü kısa süre içerisinde ilgi görecek hatta içerik ve biçim açısından benzemese bile o tarihten sonra her türlü sol, muhalif müzik özgün müzik olarak anılmaya başlanacaktı. Kente göçün, varoşlara yerleşmenin ve özellikle 12 Eylül öncesinin yüksek devrimci-muhalif yaşam biçimiyle iç içe yaşamanın izleriyle dolu bir müzik türü ortaya çıkmıştı. Özgün Müzik, köken itibariyle geleneksel halk müziği ve halk kültürü içerisinde yetişen bir gençlik kesiminin, sol bir kimlikle kesiştiği noktada ortaya çıkan bir sound ve anlatım biçimiydi. Özgün Müzik yapan şarkıcıların öyle bir ses rengi, yorum tarzı vardı ki, ne geleneksel aşıkların yöresel şiveleriyle, ne de kentli pop şarkıcılarının üslubuyla söylüyorlardı şarkılarını. Bir de işin içine radikal, devrimci bir tavır girince, tüm bu geçiş dönemine özgü, her temel müzik türünden etkilenen, arabesk bir duyarlılıktan kaçamayan, kendine özgü kentli şivesiyle şarkılar söyleyen ve örneğine hiç rastlanmamış bir tür politik pop çıkmıştı ortaya.
Emekçiden, Livaneliden ve asıl olarak varoşlarda asıl etkisini yaratan arabeskten etkilenen bu yeni müzik türünün en büyük temsilcisi Ahmet Kayaydı. Suskunluğun, içe dönüklüğün ve üretkensizliğin kol gezdiği bir ortamda ortaya çıkan Ahmet Kaya, arabesk yönelimli birçok müzikal renk ve motifi, muhalif bir içerikle sunmayı başarmıştı. Ahmet Kayanın yaptığı müzik, teknik ve müzikal anlamda tartışmaya çok açıkken aynı Ahmet Kaya açık bir muhalefet yapıp, yığınla duyarlı genci etkiliyor, biçimlendirebiliyordu. Enver Gökçe ve Hasan Hüseyin Korkmazgil gibi toplumcu şairlerin şiirlerini arabesk müzik formlarını kullanarak şarkı haline getiren Ahmet Kaya kendini çok geniş kesimlere sevdirmeyi başarmıştı. Şarkılarda, 12 Eylül sonrası devrimci-demokrat gençliğin yaşadığı kırgınlıklar, hüsran, hüzün, isyan işleniyordu. Ahmet Kaya hiçbir örgütlü yanı olmamasına karşın dönemin iktidarlarını kızdıran bir sanatçı durumuna bile gelmişti. Aynı kaynaktan kısa bir süre sonra Emre Saltık, Arif Kemal, Ferhat Tunç gibi sanatçılar da çıkacaktı. Hiçbirisi Ahmet Kayanın yarattığı karizma ve açık muhalif söylemin ötesine geçemedi ama özgün müzik yıllar boyu etkisini sürdürmeye devam etti. Ahmet Kaya Fransada sürgünde trajik bir biçimde öldü.
Ahmet Kaya ve özgün müzik ağırlıklı geniş muhalif kesimleri seksenlerin ikinci yarısından itibaren etkilemeyi başarmakla birlikte bu kesimlere daha çok yılgınlık, hüzün ve çaresizliği anlatmıştır.
Cem Karaca, Şanar Yurdatapan, Melike Demirağ gibi yurtdışında yaşayan sanatçılar bir süre sonra ülkeye geri dönmeye başladılar. Fuat Saka ve Ali Asker gibi sanatçılar da daha sonra döneceklerdi. Ali Asker ve Şanar Yurdatapan dışındakiler ülkeye döndükten sonra kendilerinden bekleneni veremediler ve politik çizgilerini oldukça liberal bir çizgiye çektiler.
Cem Karacanın dönüşü gerilemeyi anlatması açısından anlamlı olacaktır. Karaca sürgünde bulunduğu yıllarda darbe karşıtı platformlarda yer alsa da 1987 yılında dönemin başbakanı Turgut Özalın çağrılarını kabul ederek ülkeye döndü. Sol radikal Karaca gitmiş yerine ılımlı, liberal, düzenle uzlaşabilen bir Karaca gelmişti.
Seksenli yıllar bir bütün olarak eskinin dinamik ve devrimci hareketliliğinin sindirildiği, yetmişlerin ünlü sanatçılarının gerilediği, buna rağmen çok değişik türlerde muhalif müzik yapan yeni bir kuşağın ortaya çıktığı yıllardır
RUHi SU'DAN GRUP YORUM'A TÜRKiYE'DE SOL DEVRiMCi MÜZiK - 5
1990ların ilk yarısı, Türkiyede devrimci mücadele açısından 12 Eylül edilgenliğinin kırıldığı savaşın yükseldiği yıllar olarak bilinir. Mücadele, aynı yıllarda kendi sanatını yaratıyordu. Grup Yorumun geniş kitleler tarafından tanınması aynı yıllara rastlar. Grup Yorumla birlikte artık tabu olmaktan çıkan Kürt müziği de en ciddi çıkışını yine bu yıllarda yaptı. Deyim yerindeyse 90lı yıllar politik müziğin tekrar yıldızının parladığı yıllardı. Bunun bedeli elbette çok ağır olmuştu. Baskılar ve yasaklamaların ardı kesilmiyordu. Öbür yandan hükümetlerin güdümündeki televizyon kanalları, radyolar ve yazılı basın ise bu politik müziği göz ardı etmeye özen gösteriyordu.
Yeni dönem, tüketim kültürü ve ideolojisiyle yeni gençliği ve müziksever kesimi ciddi bir şekilde etkiledi. 80li yılların ikinci yarısında adından söz ettiren Grup Merhaba, Çağdaş Türkü, Grup Baran gibi gruplar ise 90lı yıllarda müzik dünyasından yavaş yavaş çekildiler. Yeni Türkü bu dönemde politik tavrından hızla uzaklaşarak piyasa ekseninde müzikler yaparken, Ezginin Günlüğü müzikal formunu devam ettirdi ve ticari kaygılardan uzak durma çabası içerisinde oldu. Bulutsuzluk Özlemi de kendi çizgisini koruyarak müzik yapmaya devam etti.
12 Eylül, devrimci harekete yönelik baskı, tutuklamalar ve sindirme
politikalarıyla, önceki yirmi yıl içerisinde yükselen muhalif kimlikli şarkıcı ve müzisyenlerin de büyük bir ölçüde önünü kesmişti. Eski tüfekler bu dönemde yeni bir şey üretmeyerek ve ağırlıklı olarak eski şarkılarını tekrar seslendirerek bir yer edinmeye çalıştılar. CD kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte eskiden plaklara ya da kasetlere okunan albümler bu yeni teknolojiyle tekrar üretilerek mağazaların satış raflarına kondu. Eskilerin bir kısmı belki de varlıklarını bu yeni teknolojiye borçluydu. Âşık geleneği zaten 80li yıllarda yok olup gitmişti. Üretmeye devam eden yalnızca Mahzuni kalmıştı. Livaneli, değişime ayak uydurarak burjuvazinin akıl hocalığını yapmaya başladı. Bu yıllar boyunca, ciddi hiçbir şey üretmedi. Ahmet Kaya, gittikçe poplaşarak çıkışındaki etkisini ve kitleler nezdindeki ciddiyetini kaybetti. Edip Akbayram ve Selda bu olumsuz örneklere rağmen tarzlarına sadık kalan isimlerin başında geliyordu, bu ikili duyarlı tavrını sürdürmeye devam etti, devrimci bir duyarlılığa her zaman yakın durdu. 90lı yıllarda adından sıkça söz ettiren Suavi ve Mazlum Çimen de yine bu duyarlılığa yakın isimler oldu. Yine aynı kesim içerisinde değerlendirebileceğimiz ve 80li yıllarda daha çok Emekçinin takipçisi olarak ortaya çıkan Ferhat Tunç, 90lı yıllarda kendine özgü bir müzikal form yakaladı, belirli bir izleyici-dinleyici kitlesine sahip oldu.
Sol müzik geleneğinin eski tüfekleri yeni ve farklı bir müzikal kimlikle, 90lı yıllarda ciddi bir gündem oluşturmaktan çok uzaktaydılar. Bu geri çekilişin ardında üretimlerindeki sınırlılığın yanı sıra yeni kuşak gençliğin tercihleri de önemliydi. Adı geçen sanatçılar 90lı yılların baskıcı ortamında yeni politik ve müzikal kavrayışlar geliştiremediler. Aynı sorunu 90lı yıllarda ortaya çıkan radikal sol müzik gruplarda da görebiliriz. 90lı yıllar sol-radikal yeni grupların doğması ve bu grupların geniş bir dinleyici zemini oluşturması anlamında son derece olumsuz bir yere sahiptir. Bu kesimin en önemli temsilcileri Grup Munzur, Kutup Yıldızı ve Yenigün Müzik Topluluğuydu. Müzikle ciddi sorunları olan bu gruplar Grup Yorumdan etkilenerek ortaya çıkmalarına rağmen Grup Yorumun başarısını sağlayamadılar. Bu grupların ve sanatçıların müzikal açıdan ciddi bir yenilik, açılım yarattığını söylemek neredeyse imkânsızdır. Çok ciddi iddialarla ortaya çıkıp kısa sürede bu şekilde başarısızlığa uğramaları aslında şaşırtıcı da değildir. Bu gruplar, hem ciddi bir politik söyleme sahip olmak, hem iyi müzik yapmanın ardındaki emek ve sevgi ihtiyacını görmeyerek yazımızda adı geçmeyen benzerleriyle birlikte Yorumun kaba bir kopyası olmanın ötesine geçemediler. Sonuçtan bakıldığında Kızılırmakı da bu gruba dâhil etmek mümkündür. Üretimleri ve müzikal kavrayışları zayıf, güçsüz olan isimler kendiliğinden bu on yıl içerisinde devre dışı kaldılar.
1988 yılında bir konserde ilk kez Kürtçe söyleme cüretini gösteren Yorumun ardından 90ların hemen başlarında Kürtçe albümler yayınlanmaya başladı. Avrupada yaşayan Civan Haco, Şivan Perwer ve Nizamettin Ariçin albümleri artık yasal olarak yayınlanıyor, bununla birlikte Kürtçe söyleyen yeni sanatçılar, gruplar ortaya çıkıyordu. Bu müziği dinlemek isteyen, deyim yerindeyse buna aç olan ciddi bir kitle vardı. Bir süre sonra Kürtçe söylemek sol duyarlılığın bir parçası haline geldi. Zincir kırılmış, hemen herkes Kürtçe söylemeye başlamıştı. Özellikle Mezopotamya Kültür Merkezinin merkezinde olduğu Kürt müziği araştırmaları, içinde çeşitli yetersizlikler taşısa da ciddi bir etki yarattı. Fakat örgütlü olarak Kürtçe-Zazaca müzik yapan çeşitli sanatçı ve gruplar, Kürt müziğinin dinamizmini yakalamanın çok ötesinde çalışmalar yaptılar. Çok değişik müzikal formları deneyen birçok Kürt sanatçı ve grubu bugün hala aç olan kitleyi doyurmaya yetecek bir müzikal ve politik düzeye erişmiş değil.
90lı yılların başında Grup Yorumla birlikte adından söz ettiren Grup Ekin ve Özgürlük Türküsü, başarılı albüm çalışmalarının ardından fiilen müzik dünyasından çekildiler. Bunda Grup Ekinin yaşadığı baskıların önemli bir payı olduğu görülmektedir. Üyeleri en çok tutuklanan gruplardan biridir Ekin. Özgürlük Türküsü ise üyelerinin birçoğunun Grup Yoruma geçmesiyle birlikte, deyim yerindeyse Yoruma müzisyen kazandırma görevini eksiksiz yerine getirmiştir.
Grup Yorumdan ayrılarak müzik çalışmalarına devam eden Efkan Şeşen, Gülbahar Uluer, Metin Kahraman ve Hilmi Yarayıcı ise sol ama yetersiz bir duyarlılığa sahip olmayı sürdürdüler. Daha çok, albüm yaparak müzikal yaşamlarını sürdüren bu sanatçılar Grup Yorumla ilişkilerini katkı düzeyinde de olsa sürdürmeye devam ettiler.
90lı yılların en ilginç yanlarından biri de etnik müziklerin özgün deneyimler olarak ortaya çıkarak etkili bir sol duyarlılığı yansıtması oldu. Grup Yorumun da içinde bulunduğu bu kesim daha önceki yıllarda pek örneğine rastlanmayacak bir şekilde Çerkesçe, Arapça ve Lazca türküler söylemeye başladı. Birol Topaloğlu, Fuat Saka ve Kardeş Türkülerin önce bir tür deney olarak başlattığı bu çalışmalar 90lı yılların sonunda artık başarılı örneklerini vermeye başlayacaktı.
Bütün bu gelişmeler olurken Unkapanının sol-muhalif sanatçı ve gruplara bakışında 80li yılların aksine değişiklikler olduğunun da göstergeleri var. 80li yıllarda darbenin de etkisiyle bu türden sanatçılara albüm yapmaktan kaçınan Unkapanı, 90lı yıllarla birlikte bu tavrını değiştirmek zorunda kalacaktı. Bütün bunların ötesinde, sol duyarlılığa sahip sanatçıların albümleri aslında çok az sayıda firmanın kendi çabalarıyla geniş kitlelere ulaştırıldı. Bu firmaların başında Kalan Müzik ve Ada Müzik gelmektedir. Yine Taç, Göksoy, Nepa, Cem, Saltuk, Ses, Anadolu ve Yeni Dünya gibi firmalar demokrat duyarlığa sahip firmalar olarak ortaya çıktı. Bugün hala kendi başlarına sol politik duyarlılığı farklı yaklaşımlarla da olsa yaşatma çabasında çok az sayıda firma olduğunun altını çizmek gerekir. Bu firmalar ticari birer kuruluş olmalarının ötesinde 90lı yılların muhalif müzik ortamına inanılmaz katkılar yapmışlardır.
RUHi SU'DAN GRUP YORUM'A TÜRKiYE'DE SOL - DEVRiMCi MÜZiK - 6
Bu yazı dizisi boyunca ülkemizin özellikle son otuz-kırk yılına damgasını
vurmuş olan sol-muhalif müziğin ana çizgilerini çıkarmaya çalıştık. Bugün bu diziyi sonlandırırken gördüğümüz bir gerçek bizleri şaşırtmadı. Muhalif müziğin sıçraması ve geniş kesimlere yayılması, birçok sanatçı tarafından icra edilmesi, devrimci mücadele ve halk muhalefetinin yükseldiği yıllara rastlamış hep. 12 Mart öncesi, 12 Eylül öncesi yaşananlar bu düşüncemizi kanıtlar nitelikte. Deyim yerindeyse, şarkılar ve türküler bu dönemlerde alanları zapt etmiş. Yine aynı şekilde bakıldığında muhalif müziğin durgunlaştığı yıllar, darbelerin yaşandığı, devrimci mücadele ve halk muhalefetinin gerilediği yıllara rastlıyor. Bunda Türkiye aydınında var olan, küçük burjuva sanat anlayışının payı oldukça büyük. Devrimin yükseldiği yıllarda devrimin en büyük sözcüsü kesilen aydınlarımız, yenilgi yıllarında karamsarlığı, kitlelere güvenmemeyi ağızlarından düşürmüyorlar. Bu durum, kendine güvensiz ve kendini kitlelerden hep uzakta gören bir anlayışın sonucu olarak önümüze çıkıyor.
Yine son otuz-kırk yılı incelediğimizde, bugün geldiğimiz durumun eskiye nazaran (Grup Yorumu ve birkaç örneği dışında tutarak söylüyoruz.) daha insancıl, hümanist, şiddet karşıtı ve barışsever bir müzik anlayışının savunulduğu bir dönem olduğunu görüyoruz. Elbette bir müzisyenin barış şarkıları,insancıllık üzerine şarkılar söyleyeceği günler de vardır. Peki, bu günler gelmiş midir? Ya da soruyu başka bir şekilde sorarsak, ülkemizin otuz yıl öncesindeki ekonomik, politik sorunları ile bugünkü ekonomik, politik sorunlarına baktığımızda değişen nedir? Eski sorunlar çözülmüş müdür? Elbette hiçbir şey aynı değildir ama sorunun temelindeki ekonomik-politik yapı değişmemiş, emperyalist bağımlılık ilişkileri IMF ve benzeri kurumlarıyla daha da boyutlu bir hal almıştır.
12 Mart ve 12 Eylülün ardından baskı dönemleriyle birlikte suskun kalmak bir tercih olarak ortaya çıkarken, yaşadığımız şu günlerde suskunluğun dışında çeşitli kalkanlar icat edilmiş. Örneğin türkü söylemek, kendi başına bir kalkanı ifade ediyor artık. Türkü söylemek ne acı ki kaçmanın, yozlaşmanın, politikadan uzaklaşmanın, kitlelerle bağını koparmanın aracı olmuştur. Türkü söylemek radikallikle eşdeğer tutuluyor. Özellikle magazin medyasının yarattığı dolaylı veya dolaysız apolitik baskı, yeni ve farklı hayat standartları, yeni müzik firmalarının başındaki sağ muhafazakâr yöneticiler bir araya geldiğinde,toplumcu kimliğiyle tanınan birçok müzisyen, apayrı bir imajla insanların karşısına çıkıyor. Ağırlıklı olarak şarkıcıların çoğu kendi özgünlüğünden gitgide uzaklaşmış, başka bir müzik dünyasına girmiş durumda: Yüzlerce türkü albümü Herkes türkü söylüyor. Emeksiz, en fazla biçimde o da türkünün melodisinin izin verdiği şekilde değişiklikler yaparak. Tarihi, bilimi altüst ederek yüzlerce yıllık türkülerle bugünü anlatmaya çalışıyorlar. Kalıcı, özgün, ayrıcalıklı ve yeni yapıtlar üretmekten; ülkemizin toplumsal sorunlarını, çatışmalarını, insan ilişkilerini anlamaktan uzak, işi gücü türkü söylemek olan geniş bir müzisyenler topluluğu. Tek başına Kürtçe, Lazca, Arapça söyleyenler de bugünün çelişkilerini anlatmaktan uzak. Çoğu aşk şarkısı olan bu üretimlerde de ısrarla politikadan uzak bir tutum hâkim. Bunun en tipik örneği
Fuat Sakanın son dönem üretimleridir. 1980lere güçlü politik şarkılarıyla imzasını atmış Fuat Saka artık her gün bir başka televizyon programında Karadeniz havaları söylüyor. Geçmişin radikal politik kimlikleri yerini medyadan çıkar uman Avrupacı, Batıcı kimliklere bırakıyor. Kürtçe söyleyebilmek 90lı yılların başında ciddi bir işti. Geldiğimiz noktada ise Kürtçe söyleyebilmek bir politik duruşu ifade etmekten çok, kendini tekrar etmeye dönüşmüş durumda. Yeniyi kim yapacak, nasıl yapılacak ve asıl önemlisi kim bunu çözülmesi gereken bir sorun olarak görüyor? Çok kimlikli Anadolu topraklarında etnik ve kültürel kaynaklara yönelerek, her kültürden-müzikten ölçülü bir şekilde yararlanarak, farklı vemuhalif duyarlıklı bir müzik tavrını geniş kesimlere duyurma işini üstlenenlere dikkat edilirse, bugün bu müziği yapmaya çalışanların, geçmişin radikal-sol kökenli müzisyenleri olduğu ortaya çıkacaktır. Ne yazık ki etnik müzik yapmak kendi içinde bir olumluluğu taşısa da gerçeklerden kaçmak için de iyi bir gerekçe olmuştur.
Bir de türkü barlar, içkili restoranlar var. Geçmişin pek çok muhalif, demokrat kimlikli müzisyeni;ekmek parası için alkolle tütsülenmiş yığınlara türküler söylüyor. Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmazdiyerek, Leylim Leydiyerek, Çav Bella diyerek kadehler kaldırıyor kendilerinden geçiyorlar. Neden bunu yaptıklarını sorulduğunda da, ekmek parası diyerek cevaplıyorlar. Albümleri satılmıyormuş, konserlere çağrılmıyorlarmış, yaşamak için paraya ihtiyaçları varmış. Mitinglerde onbinlerle birlikte marşlar söyleyenlere bakın. Devrimcibarlar önce istanbulda sonra Anadolunun hatta Avrupada Türkiyeliler yoğun olarak yaşadığı metropollerde ortaya çıktı. Şimdi küçük kasabalara kadar yayılmış durumda. Türkü söyleniyor oralarda, genci yaşlısıyla alkol eşliğinde halaylar, horonlar çekiliyor. Şöhretler arkalarından gelen binlerce genç müzisyene buralarda örnek oluyor. Eskiden bu şöhretlerle aynı mitingde, aynı konserde sahneye çıkmanın gururunu taşıyan gençler şimdi aynı barda söylememin eşsiz zevkine sahip oluyorlar. Katliamlar için, yoksullukla mücadele için bir imza bile vermekten aciz şöhretler... Yeniler de onları örnek alıyor. Müziğin bilinçlendirme işlevini terk eden bu tip müzisyenler, müziğin diğer bir işlevi olan kitleleri eğlendirme özelliğiyle hem karınlarını doyuruyor hem de popülist yanlarını tatmin ediyorlar.
2000li yıllarla birlikte politik, muhalif müzik, Grup Yorumla beraber bir avuç demokrat niteliğe sahip sanatçı ve yine bazı rock gruplarıyla temsil edilmeye başlandı. Hapishane katliamları, nükleer santraller, bağımsızlık, emperyalist işgaller ve savaşlar konusunda konserlere ve çeşitli etkinliklere üretimleriyle katılan, albümler çıkartan bu müzisyenler dışında sayabileceğimiz fazlaca bir şey yok. Genç kuşakların apolitik kimliklerini değiştirmeyi, tüketim müziğine karşı savaşmayı, üretimlerdeki sınırlılığı aşmayı kaç kişi istiyor ve bunun için ne kadar emek harcıyor? iktidarların denetimindeki televizyon kanallarına, radyolara çıkmak, yazılı basında yer almak için ödün üzerine ödün verenlerin bir adım bile ilerleyemediğini görmek zor değil.
Hem sol bir politik duyarlılığın içinde olup hem de tüketim zihniyetine karşı ayakta durmayı başarmak gerekiyor. Bu olumsuz tabloyu yok etmek, uzun soluklu, kalıcı eserlere imza atmak bugün önümüzde duran görevler olarak ortaya çıkıyor. Unkapanının dayattığı sektörel sıkıntılara, medya baskısına, iktidarların yasaklamalarına, tehditlerine rağmen sol-muhalif müzik en güzel örneklerini vermeye devam ediyor, bundan sonra da devam edecektir.
-Bitti-
Kaynakça:
- And Dağlarından Anadoluya Devrimci Müzik Geleneği ve Sıyrılıp Gelen Grup Yorum / Orhan Kahyaoğlu
- Çözüm
- Bir Kar Makinesi / Grup Yorum
- Türkiyede Pop Müzik / Metin Solmaz
- Ezgili Yürek / Ruhi Su
Bu Yazı Dizisi Kültür Ve Sanatta TAVIR Dergisinin 32-48 sayılarından alınmıştır.