izlediğim en dandik filmlerdendir. kitabını okumadım. ama filmi büyük beklentilerle izledim. the da vinci code'da yaşadığım hayalkırıklığının bir benzerini yaşadım.
harry potter ve narnia'dan sonra 12-17 yaş arası genclerin en sevdiği filmlerden biri. okullarda ödev olarak afişleri hazırlanan; kitapları bestseller olan; edward'ın genc kızların odalarını süslemesine sebep olan; bella'nın cirkinliğiyle ilgili türlü yorumlara yol açan; vampir, insan, kızılderili, yağmur ve kandırmaca beşgeninde ergenlerin rüyalarını süsleyen filmcik.
gecenin bir vakti 3 tane arkadaşımın izledikten sonra fikirlerinin değişmesiyle beraber kendileri hakkında değişik duyumlar almama neden olan vampirli aşk filmi.**
ilk izlediğiniz anda çok güzelmiş ya diyorsunuz. ama filmin üzerinden biraz zaman geçince biraz düşününce anlıyorsunuz ki standart bir süper kahraman filmi. spiderman, superman gibi bir şey bu da. yine kahramanımız süper güçleriyle kızı kurtarıyor, kız kahramana aşık oluyor, kahraman benden uzak dur vs. vs. diyor sonunda sevgili oluyorlar... ve kahramanımızın özel durumundan dolayı yaşanan bir dizi sorun. kötü film diyemem ama abartmamak gerek. sevgilinizle evde sarmaş dolaş seyredilecek hoş bir film sadece.
yemeyen, içmeyen, osurmayan, sıçmayan, uyumayan, ölümsüz, voltran gücünde, garajında 10 tane super lüks araba bulunan ve dünyanın en yakışıklı erkeği şeklinde anlatılan edward cullen diye bir vampirin peşinden sürüklenen bella isimli bi sübyanın hikayesini anlatan stephenie meyer saçmalığıdır.
sırf filmi çekilsin diye insan kitap yazar mı? yazıyorlar artık. sabi sübyanı heyecanlandırıp 5 kitaplık seri şeklinde burnumuza dayayarak iyi bir pazarlama stratejisi ile best seller bile yapıyorlar günümüzde. burdan kitabın andaval yazarına sesleniyorum; bizim kahvenin garsonu lipton memet'in hatıralarını böyle bir reklamla pazarlayalım bakalım, görelim o zaman kim best seller kim kahve garsonu.
çevremde okuyup beğenen tiplerin genelde gençlik dizileri izleyip aşk romanları okumasından mütevellit okumak istemediğim kitap. zaten king amca da beğenmediyse ben hiç beğenmem.
sırf film afişinden bile bir şeye benzetemediğim, film aldığım yerdeki eleman yüzünden zorla aldığım ama hala izlemediğim film.. pek de merak ediyor değilim doğrusu..
avrupa ve amerika'da "gençlik filmi" diye geçen, tamamen ortaokullu ve liseli gençlere hitab eden filmdir. fakat gel gör ki türkiye'de sözlük yazarları bile ayıla bayıla izlemişler. bu demektir ki ya film çok güzel, ya sözlük yazarları 12-18 yaşlarındalar, ya da hepsi biraz geriz... çok genç ruhlu ! bilemeyiz artık.
kurgusuyla, etkisi altına alan gizemli tavrıyla... kendisini 1,5 gün içinde okutturan kitap.
bir vampirin kana susamışlığı ile bir insanın aşka susamışlığının nasıl kesişebileceğinin göstergesi.
aşka susamış insanın gözü görmez ya hiçbir şeyi... karşısındakinin uyarılarını dinlemez hani... öyle.
--spoiler--
"seni özledim," dedim sessizce.
"biliyorum bella. inan bana biliyorum. sanki yarım sende kalmış gibi."
"o zaman gel ve al," dedim.
--spoiler--
"yarım sende kalmış gibi..." aşk da böyle bi'şey olsa gerek.
filmi kitabının çok gerisinde kalmış filmdir. ancak ilk kitap okunduktan sonra film kesinlikle izlenmeli. böylece diğer karakterleri gözünüzün önüne getirip olayları bir şekilde canlandırabilmeniz daha kolay oluyor.
--spoiler--
cullen ailesinin beyzbol oynadığı sahne 50 kere izlense doyulamayacak şekilde çekilmiş. hele muse grubunun supermassive black hole adlı şarkısı ile iyice güzelleşmiş bu sahne.
--spoiler--
Son zamanlarda bir çılgınlık halinde bütün dünyayı sarmış olan serinin ilk kitabı Alacakaranlık. Uzun yıllardır çeşitli romanlara, şarkılara, filmlere ve efsanelere konu olmuş bir olgu üzerine yazılmış: Vampirlik.
Ancak alışılmışın dışında, bu kitapta vahşetten çok romantizm yer alıyor. Bu da, eserin gençler arasındaki popülerliğinin nedeni elbette. Alacakaranlık, vampir edebiyatının kilit ismi olan Anne Rice kitaplarında göze çarpan şiddetten hiç
nasibini almamış gibi görünüyor. Yazar Stephanie Meyer, vampirlerin o vahşi ve kanlı dünyasından çok, aşk romanlarındaki tozpembe atmosferinden esinlenmiş görünüyor.
Kitap, baş kahramanlardan biri olan Bella'nın annesinin evinden babasına taşınması ile başlıyor. Yıllardır yaşadığı büyük kentten çıkıp da küçücük bir kasabaya yerleşecek olmasından elbette ki pek mutlu değildir. Ancak bu mutsuzluğu, günümüz genç kızlarının bir numaralı sevgili modeli, "Edward Cullen" ile tanışana kadar sürüyor tabii.
Edward ve vampir ailesi, okulda kimselerle konuşmayan tiplerden. Ancak Bella bu kuralı bozuyor ve Cullen ailesinin yakışıklı vampirine aşık oluyor. Başta bu insan vampir arkadaşlığı pek düzgün ilerlemese de, tarafların birbirlerine git gide bağlanmasıyla birlikte her şey rayına oturuyor. Yazar bu arkadaşlığı açıklarken sayfalar dolusu aşk sahnesine yer vermiş ancak en gerekli noktayı ihmal etmiş:
Bir vampiri, onun doğasını ve temel özelliklerini.
Vampirlik, yüzyıllardır süregelmiş köklü bir mittir ve gerek bilimsel araştırmalar, gerekse tarihin derinliklerinden gelen anılar sayesinde belli bir şekle bürünmüştür. En temel gerçeklikler şunlardır: Vampirler kan içerler, sonsuza kadar yaşayabilirler ve güneşte parlamazlar! Geceleri avlanmak zorundadırlar, çünkü güneş tenlerini yakar, onların ölmesine sebep olan az sayıda etkenden biridir. Buna rağmen, sevgili Edward Cullen'ımız güneşin altında gerine gerine dolaşmaktan çekinmiyor. Bu da yetmezmiş gibi, moleküllerine ayrılmak yerine, bir pırlanta gibi güneş gördüğü anda parlamaya başlıyor. Bu, Meyer'in Edward'ı yaratırkenki kusursuzluk takıntısının sonuçlarından yalnızca biri. Eh, başarmış gibi görünüyor öyle değil mi?
Alacakaranlık dediğinizde kendini "Edwaaaaard" diye haykırarak yerlere bir atmayan kız bulabilirseniz, oldukça şanslı sayılırsınız.
Kitabın bir başka zayıf yönüyse edebi dili. Kitap edebi yönden oldukça zayıf, neyse ki yazarın da buna bir itirazı yok. Ancak Türkçe çevirideki baştan savmalık, kitabı oldukça basitleştirmiş. Kitapta Cullen'in altın rengi gözlerinden ve muhteşem yüzünden başka betimlemeye rastlamak oldukça zor. Ayrıntılara girmekten kaçınılmış, cümleler fazlasıyla kısa ve yazar, bazı yerlerde kestirmeden gitmekten hiç çekinmemiş. Örneğin Bella'nın annesinin evinden babasına taşınması, sadece bir cümleyle anlatılıyor. Karakterlerin ruh hali yansıtılmamış, Bella'nın Edward'ı ne kadar mükemmel bulduğundan başka bir düşünce arıyorsanız üzgünüm, bulamayacaksınız. Kitabın orijinal versiyonunda bu yalınlık fazla göze batmıyor.
Vampirliğin doğasına aykırı hikaye ve edebi sorunların yanında, kitabın olumlu yönleri de var elbette. Yazar bir gencin ruh halini oldukça iyi biliyor gibi görünüyor. Bella'nın Edward'a aşık olma safhası ve onunla birlikteyken hissettikleri oldukça gerçeğe uygun. Ayrıca başından savamadığı hayranları, ailevi problemleri, sakarlıkları ve beceriksizliğiyle insanların kendisiyle özdeşleştirmekten hoşlanacağı bir karakter Bella.
Özet olarak, Alacakaranlık milyonlarca hayranına rağmen, gerçek bir okuru doyuracak nitelikte değil. Eğer vampirlerle ilgili gerçekçi ve vahşi bir şeyler okumak istiyorsanız, sizi Anne Rice'a yönlendirmekten mutluluk duyarım. Hiç değilse Rice'ın Léstat'ı parlamıyor ve Edward'ı kahvaltı niyetine yemekten kaçınmayacaktır. *
edit: acaba bunu eksilemek için önce okumak gerektiğini kavrayacak kadar gelişmiş bir beynin var mı, yoksa prokaryot bir hücreden mi oluşuyorsun?
edward'ın ağzından yazılan bölümler çalınınca stephenie meyer vazgeçmek istemiş lakin vazgeçmemiştir. yazmış bitirmiştir. ve hatta şafak vakti' olarak çevrilen 4. kitabın baskısı, dizgisi vs. her şeyi bitmiş, dağıtımı bile yapılmıştır.
sanıyorum ki stephenie abla yayın evi ile olan anlaşmasından tıstı ki bu önemli değil. önemli olan yanlış anlaşılmalara mahal vermemek.