ağıt yakmakla ıkınmak arasında gidip gelmekle sonuçlanacak, dışarıdan diğer aile üyelerinden gelen feryadı duyup çıkıp destek olamamaya sebep olan, kendi kendinize ağlasanız götünüzden sarkan bok parçasıyla içinde bulunduğunuz hale sağlamından sövdürtecek, ağlarken içli içli içinizi çekseniz içerideki kesif kokuyu ciğerlerinizin her köşesine tenefüs etmenize yol açacak trajikomik hadisedir.
üniversite yıllarında bizzat yaşadığım olaydır. sabah okula gitmek için kalkmışım hafif uykulu bir şekilde tuvalette işimi görmekteyken annem kapıyı tıklatmıştı ve hastanedeki dedemin öldüğünü söylemişti. bunu dışarı çıkınca da söyleyebilirdi elbette ama sanırım kendi kendime ağlamak isterim düşüncesiyle hiç kapıyı bile açmadan dışardan söylemişti. olan olmuştu tuvaletteyken, uykudayken veya iş üstündeyken öğrenmek artık fark etmezdi. dedem ölmüştü ve vize haftasına kötü bir başlangıç yapmıştım.
nasil oldugunu anlamadigim olaydir. o nasil bir tuvalettirki kominikasyon sistemlerini icinde barindirir. ben 30 yildir siciyorum, hic ne telefonu yanima aldim, ne mektup geldi nede telgraf.
anlaşılan o ki daha önce cenaze haberi girmeyen evlerde yaşayanlarca tuvalette telefonun ne işi olduğu merakını uyandırmış. ha bizim ev 1500 metrekare bir ucunda ağıtı patlatanı diğer ucundan duymuyoruz biz diyorsanız başka tabii. fakirlik işte 100 metrekarede osursan duyuluyor.
çoğu kişiye geyik gelecek belki ama aylarca bundan korktum lan ben. bildiğin korktum. ne zaman tuvalete girsem yatak odasından gelecek çığlıkları duymaktan korktum. o an orada öylece götümde bokla babamın ölümünü öğrenmekten korktum. ne zaman sıçsam işimi apar topar bitirmeye bakaıp elimi yıkayıp doğruca yatak odasında yatan babamın yanına koştum. sonunda aynı yatak odasında kollarımda öldüğünde aklıma aynı korku geldi. dedim, baba bak yanındayım.