Öyle görülüyor ki, hızla gelişen modernite çağın insanlarını hem kendi doğal yapılarına karşı hem de onları evrensel nitelikler taşıyan grup ilişkilerine karşı yoğun bir şekilde yabancılaştırmaktadır. Bu yabancılaşma sorunu bireysel buhranların dışında, toplumun bütününe nüfuz etmekle birlikte, sonuç olarak genel bir yozlaşmayı da beraberinde getirmektedir. aydın, osmanlı'dan bu yana kendi komplekslerine yenik düşmüş, medeni olmayı batı'nın taklidi olmakla eşdeğer tutmuş, böylece ne batıyı ne de içinde yetiştiği kültürü doğru anlayabilmiştir.
osmanlı-türk aydınının ortaya çıkışı osmanlı'nın batılılaşma siyaseti ve tanzimat çerçevesinde değerlendirilmelidir. osmanlı-türk aydını kendisini örnek almaya çalıştığı batı aydınının ortaya çıktığı dönemdeki özellikleri taşımamaktaydı. batı aydını bir ruhban sınıfına karşı, bilgi ve ideolojiyi tekelinde bulunduran bir yapıya karşı kendi kimliğini kazanmıştır. yeni bir insan tipini ortaya çıkaran ise, orta çağ'da bir açmaz içerisinde olan batı'ya çözümün var olan egemen yapının dışındaki unsurlardan gelmesidir. bu çözüm, feodal batı'da hem üretim hem de yönetim dışında var olan marj dışı bir kesimden gelmiştir. bu kesim, kendisi bir yönetim erkinin parçası olmadığından, her türlü yapıyı eleştirebilmekte idi. batı aydını kendi bulunduğu "cemiyet"i dahi eleştirebilme kabiliyeti işte bu süreçlerden sonra kazanmıştır ki batı aydınının "birincil" özelliğide budur. oysa ki osmanlı-türk aydını devlet içindeki kurumlarda ortaya çıktığı için toplumla bütünleşme kaygısı içinde olmamıştır. devlet kadrolarına ve uygulamalarına yönelttiği eleştirel söylem ise devletin varlığını sorgulamaya yönelik değildir. ya batılılaşmada yeterince yol alınmadığı, ya da eski kadroları yetersizlikle suçlayarak bu göevlere kendilerinin talip olduğu eleştirileriydi.
günümüz türk aydını ise kendi dili ile halkın konuştuğu dil arasına jargon yerleştirip tanımlanamama ve anlaşılmama gururu içinde itibar sahibi olmak isterken, daha çok halkın tepkisi ile karşılaşmıştır. o, tamamen ait olmak istediği toplumun kimliğini üstlenmiş durumdadır. kendi toplumuna ve evrensel insani değerler dahi yabancılaşmış bir haldedir. işte türk aydını bu safhada onları geri bırakanın " islam ve içlerine sinen islam kültürü " olduğuna kendisini inandırıp kendisini tanımlarken osmanlı aydınında azade tutmuştur. halbuki hal bu değildir. bu konuda zülfü livaneli'nin söyledikleri çok manidardır;
"Tam o sırada genç Cumhuriyet'in eline bir altın fırsat geçmişti: Yüzyıllara dayanan islam ve Doğu kültür birikiminin, Batı uygarlığıyla diyaloga ve karşılıklı etkileşime açılmasıyla dünyanın en ilginç kültür bileşimlerinden birisi ortaya çıkabilirdi. Ama ne yazık ki bu yol tercih edilmedi. Osmanlı devletine son verme anlamına gelen siyasi çaba, kültür alanına da yaygınlaştırıldı ve bu siyasal karar sonucu ülkenin kanı değiştirilir gibi kültürü değiştirildi.Artık ne yazısı vardı, ne müziği, ne geleneği, ne de geçmişi. Bunun yerine yeni değerler sistemi oturtulmaya çalışıldı. Halka Latin alfabesi öğretildi, Alman besteci Paul Hindemith davet edilerek polifonik müzik eğitimi başlatıldı. Dolayısıyla ülkenin aydın kesimi, yüzyıllardır ait olduğu Doğu'dan koptu ama Batı kültürüne de eklemlenemediği için arada kaldı.
Kültüre, siyaset penceresinden bakmanın getirdiği bir eksiklikti bu. Bugün Türkiye ne Batıdır, ne Doğu. Ne Akdenizlidir, ne Kafkasya! Ne Yunan-Latin kültürünü derinlemesine bilir, ne de islam kültürünü! Okur yazarlarımız; Arapça, Farsça, Latince, Yunanca gibi kök uygarlık dillerinden yoksun olduğu için ibn üArabi' den, ibni- Rüşd' den, El Gazali 'den uzak olduğu kadar, Platon' dan, Sokrate'ten de uzaktır. Referansların bulunmadığı bir ortamda, kelimesi olmayan kavramları yok sayarak yaşayıp gitme çoraklığıdır bu. Köksüzlüğün sonucu, dallardaki çürümeden anlaşılıyor zaten. Bugün laik Türkiye Cumhuriyeti'nden yana olanlar da, kendilerine layık görülen sığlıktan kurtulmak için kültür köklerine sahip çıkmalı."
işte tüm bu koşullarda aydınların kimlik bunalımdından her alan gibi dil de etkilendi. osmanlıca, osmanlı'nın üzerinde yaşayan insanların ürettiği bir dil olması hasebiyle çok kozmopolit bir dildi. bu dil, halk tarafından "konuşulmayan" fakat devlet tarafından "yazılan" bir dildi. halkın konuştuğu dil ise yazılmayan fakat konuşulan bir dildi. tanzimatla birlikte osmanlı aydını bu konuya eğildi ve dilde sadeleşmenin önemine değinmeye başladı. fakat tartışmalar sadeleştirmenin yöntemine gelince fikirler çeşitleniyor, tarışmalar alevleniyordu. 1860'lı yıllarda şinasi ve n. kemal ile tohumları atılan bu düşünce, ilk kez "yeni lisan" hareketi ile "genç kalemler" dergisi vasıtası ile kendini görünür kıldı. ömer seyfettin'in nesir yoluyla dili sadeleştirme tekniklerini, ziya gökalp şiir yoluyla ortaya koymaya çalıştı. dilin sadeleştirilmesini savunan, zamanın önde gelen aydını ziya gökalp dahi yöntem hakkında bir çelişki içerisinde idi. (daha sonraki dönemde, cumhuriyet ile birlikte ortaya çıkan dil tasviyeciliğini bu çelişkiyi bile yaşamadığını düşünmek çok üzüntü verici.) ziya gökalp'in önerilerini maddeler halinde sıralarsak kısaca şöyleydi;
1. istanbul ağzını yazı dili yapmak ve konuştuğu gibi yazmayan bu toplumun ikircikliğine son vermek.
2. tabii dili ortaya çıkarmak. (ona göre dilde aslı olan kelimenin ilk okunuşunda insanların ondan ne anladığıdır.. mesela hiçbir türk birisi "kapı" dediğinde onun anlamını bulmak için sözlüğe bakmaz.)
3. dilin yapısına uygun kelime yapılmalıdır. halkın dilinde yer tutmuş yabancı kelimeler artık "türkçeleşmiş türkçe" dir. halkın dilinde yer tutmuş bir kelimeyi sırf yabancı kökenli diye atıp, yerine arkaik, fosilleşmiş, ölmüş türkçe kelimeleri koymak hatadır. mesela farsçadan aldığımız "kûşe" kelimesini türkçeleştirip "köşe" , "ayine" kelimesini "ayna", "hoşâb" kelimesini ise "hoşaf" yapmışız. bir farsa hoşaf deseniz muhtemelen sizi anlamayacak, çünkü farsçada böyle bir kelime yoktur. o artık türkçedir. ziya gökalp'e göre halkın dilinde yer etmiş bir "hasta"-heste- sözcüğünü sırf fars kökenli diye çıkarıp yerine sırf türkçe olduğu için " sayru " kelimesi getirilmesi hatadır. bu yol ona göre yapma bir yoldur.
4. osmanlıcadaki eş anlamlı sözcüklerden türkçe olanları kullanılmalıdır.
5. türkçeyi bozan ve yabancı sözcüklerin istilasına uğramasına neden olan en önemli unsur aruz veznidir. şairler türkçe kelimeleri tefilelere uyduramadığı için farsça ya da arapça sözcüklere başvurmaktadır. aruz vezninin yerine hece ölçüsü tercih edilmedilir.
evet, yukarıda da söylemiş olduğum üzre cumhuriyet dönemi aydını bizi geri bırakanın "islam ve onun sindiği kültür" olduğu kanaatine kendisni inandırmış, kendi komplekslerini aşamamaları sonucunda bir kısım aydının karşı çıkmasına rağmen öztürkçecilik adı altında dilimiz tasviye dilmiştir. buna en manidar örneğe ise dil devriminden sonra karşılıkları bulunmak istenen yabancı sözcükler için açılan bir gazetede açılan yarışmaların birinde rastlamak olasıdır.
"bekgü: devamlı, zevalsiz /bekgütaş: abide, heykel, dikilitaş/ bekgüil: devamlı memleket, vatan./ bodun: kavim, kabile/ bök: kuvvet / bay: zengin /eç: büyük birader/ bediz: süs vs. "
(son posta, 11 mart 1933, s1-11)
sonraları ise bu tasviyeciliğe karşı tüm aydınlar ayaklanmış, fakat iş işten biraz geçmişti
"...ben ayrılırken oradaki türkolog bana döndü ve çok güzel bir istanbul türkçesi ile "türkçeyi ne yapıyorsunuz?" dedi. ben çok şaşırdım. "ne yapıyoruz?" dedim. "çatısını, iskeletini kırıyorsunuz." dedi. ve bana kısaca izah etti ki özleştirme dediğimiz şey, saçma sapan bir şeydir. türkçe bugün islam kültür çevresi içindedir. bu kültürün temeli de arapça ve farsçadır. bizim dilimizde bunların bulunmasından tabii bir şey yoktur. temizlemeye kalkmak çok büyük bir yanlıştır. ben dedim ki, "latince ve yunanca kelimeleri atarsanız fransızca ne olur?" 200-300 kelime kalır. hiçbir gocunmaları yok adamların bu yüzden. bunu icat ettiler bizde, özdeşleştirme yapalım diye. kafam benim bu işe hiçbir zaman yatmamıştır. bir ara taktım, "yanıt" kelimesi var, hiç sevmiyorum. yanıt kelimesi acaba öteki türklerde ne? yanlış hatırlamıyorsam sekiz türkçe konuşan kavime sorduk bunu. çok şaşırtıcı bir sonuç geldi. hiçbiri yanıt demiyor bir kere. ikincisi cevp, cuvb, civb ama hepsi cevap. çeşitli şekillerde söylüyorlar. bir kere sen medeniyetini bil arkadaş. sen bu medeniyetin çocuğusun. sen bu medeniyetin içinde yeni bir sentez yapacaksın. sen bu medeniyetin içinde sosyalizm yapacaksın. önemli olan metod. metodu alacaksın, biz bunu sosyalistler olarak yapamadık türkiye'de."
iş işten geçmişti diyorum çünkü italyan Katolik bir öğrenci 800 yıllık Dante'yi okuyup anlayabiliyor. fakat ben özel bir eğitim almazsam çok değil yüzyıl önceki tarihimi, edebiyatımı bile okuyup anlayamıyorum. onu bıraktım yaklaşık 50 yıl önceki reşat nuri'nin yazdığı romanların tıpkı basımlarını sözlüksüz okuyamıyorum. ahmet hamdi tanpınar'ın tıpkıbasım eserlerini sözlüksüz anlayamıyorum.