Doğarken elem kör diyarın ardından,
Kaçmak fayda etmez kovalayan yalandan,
Bir destan gibi bahsedilir belki sonradan,
Cesur iki kardeşin maceralarından.
Yedi başlı ejderhanın üzerine ant olsun,
Gören gözler için bir ibret,
Geçtiler öylece korku ormanından,
Duyulan sözler bundan ibaret.
Sen de korkma hadi gel katıl bize,
Masallar anlatalım birbirimize,
Toprak ve su isimlerinin her ikisi de,
Kazınsın genç kulakların içerisine
Gecenin karanlığında esen hafif meltem, ortada yanan kamp ateşini çıtırdatıyor, etrafındakiler ise bunu umursamadan masalcıyı dinliyorlar. Ormanlık alanın kenarındaki bu kalabalık, yeşilköy halkının gençleri ve çocuklarından oluşmaktaydı. Yeşilköy, ırak memleketlerin herhangi birinin sınırına dahil değildi. Üç krallıktan herhangi birine vergi de vermezdi. Burada yaşayan halk, kendi ektiklerini yer ve kendileri gibi bağımsız olan diğer köylerle ticaret yaparak hayatlarını sürdürürdü. işte masalcı da bu bağımsız köyleri gezer, masallar anlatarak para kazanırdı. Büyük krallıkların büyük şehirlerinde insanlar masal dinlemezlerdi.
bize ne anlatacaksın masalcı? köy reisinin, al yanaklı sevimli kızı badem masalcıya sordu. en korkunç hikayeni anlat bize!
Masalcı gülümsedi, kukuletasını çıkartıp çantasına hamle yaptı, bir iki elma, mumlar ve birkaç parça parşömenin altında nihayet- flütünü buldu. korkunç hikayeler için çok küçüksünüz siz flütüyle zarif bir ezgi çaldıktan sonra bu akşam az önceki türküde de söylediğim gibi- size toprak ve su kardeşlerin hikayesini anlatacağım.
Nalbandın oğlu kaya itiraz etti. benim yaşım yeter ama küçükler gitsin o zaman. Onların yüzünden hep bebek hikayeleri dinliyoruz!
Badem yanında duran kayaya bir dirsek attı ateşin etrafındaki diğer çocuklar kıkırdadılar. Kaya suçlulukla yerine oturdu.
ama siz toprak ve sunun başından geçenleri bilmiyorsunuz. Toprak, şövalye olabilen ilk köylü, su ise büyücü olabilen ilk ve tek köylü
Çocukların hayret dolu bakışlarından hoşlandıklarını anlayan masalcı flütüyle uzun bir girizgâh çalmaya başladı. Girizgâhı dinlerken ateşe odunlar atıldı ve üzerine çay yapmak için su koyuldu. Son notaları da üfledikten sonra masalcı derin bir nefes aldı. Ateşin etrafındaki gençler pür dikkat onun ağzından çıkacak kelimeleri bekliyorlardı.
-2-
Uzun uzun yıllar evvel, daha cüceler mağaralarında yaşarken, yeşilköyün ulu çınarı henüz daha bir fidanken, kral fırtınanın yüce ateşi henüz yanmamışken, üç krallığa bağlı olan kısaselvi köyünde bir kasap yaşarmış. Kasap her gün, tam gün ağarırken dükkanını açar, etlerini doğrar, önceki günden bugün için aldığı siparişleri hazırlar, öğlen vakti ise iki çocuğunu pikniğe götürürmüş. Eşi olmadığı için ev işlerini de kendisi yaparmış zavallı. Neyse. Yine böyle erken kalktığı güneşli bir günde tam siparişlerini hazırlarken çocuklarından birisi derme çatma dükkanının eşiğinde belirmiş. Kuzgun siyahı saçları, kömür karası gözleri ve uzun boyuyla büyük oğlu toprak.
baba, bu gün pikniğe gitmesek olmaz mı?
Kasap elindeki etleri daha rahat kesmek için bıçağını bilemeye başlamış. Bir yandan da çocuğunun neden bunu sorduğunu düşünüyormuş. Bir süre sesliğin ardından toprak babasının açıklama beklediğini anlamış.
yani diyorum ki, köy reisinin oğlu okul diye bir yerden bahsetti. Köyün dışında, büyük göl kasabasında. Orada okuma yazma öğreniliyormuş. Biz de gitsek suyla beraber. Hem yaşımız da oldukça büyüdü. Tam on yaz hatırlıyorum. On dört yaşımı buldum. Su da benden sadece bir yaz küçük. Toprak sözlerini mırıldanarak bitirdi. Çünkü babası elindeki işi bırakmış sitem dolu bir şekilde onun gözlerine bakıyordu. bak oğlum. Dedi ihtiyar adam bir köylünün okuması için çok paraya ihtiyaç var. Okulun aylık masrafını ödemeyi bırak; istedikleri parşömen ve mürekkep parasını bile ödeyemem. Gözleri dolan ihtiyar adam sözlerine devam etti. ama gerçekten istiyorsanız, tarlanın bir kısmını satar, en azından okuma yazma öğrenene kadar sizleri okula yollayabilirim
Toprakın da gözleri dolmuş. Koşarak babasına sarılmış. söz veriyorum baba, ileride seni gururlandırıp bir şövalye bir beyzade olacağım! bu sözler üzerine ihtiyar adam gözyaşları kırışık hafif sakallı cildinde akarken gülümsemiş. bugüne kadar hiçbir köylü şövalye olamadı oğlum, bu kadar hayalperest olma. Şövalyelik sadece bir kral tarafından verilen bir unvan. Ya da babandan miras kalması gerekli bu unvanın. Bir iç geçirdikten sonra sözlerine devam etmiş ben bir kasap olduğuma göre, sen de bir kasap olacaksın oğlum. Demiş.
Toprak bu sözlere çok içerlemiş. Babası vaat ettiği gibi tarlalarının yarısını satmış ve okula gitmeleri için gereken parayı elde etmiş. Ama şövalye olup, sınıf atlamak toprakın kafasında yer etmeye başlamış.okuldan çıktığı zaman kasabaya ismini veren ve köye çok yakın olan büyük gölün kenarında tahtadan kılıçla antrenman yapmaya başlamış. Bulabildiği en esnek ağaçtan bir yay yapmış ve okçuluk antrenmanları yapmış.
Yine okul çıkışı kardeşini eve bıraktıktan sonra göl kenarına gitmiş toprak bir gün. Tam kılıç çalışırken göl kenarındaki çalılıkların arasından bir ses geldiğini duymuş.
kim var orda! biraz korku birazda utangaçlıkla karışık bir şekilde bağırmış sesin geldiği çalılıklara doğdu. Yanıt gelmemiş. Elindeki tahta kılıcı iyice kavramış ve çalılıklara doğru yaklaşmaya başlamış. kim var orada dedim! çalılıkların dibine iyice yaklaşmış. Çalılıklar kıpırdamaya başlayınca birden panikleyip elindeki tahta kılıcı çalılıklara vurmuş.
ah!
Tanıdık bir kız sesi! Su!
sen beni takip mi ediyorsun? demiş toprak bağırarak.
Su kafasını ovalayarak gözleri yaşlı bir halde çalılıklardan çıkmış. evet ama vurman gerekmezdi!
özür dilemeyeceğim hak ettin! toprak çok kızmış suya.
ne yaptığını gördüm! Babama söyleyeceğim! demiş su. Kafama vurmak ne demekmiş görürsün!
sakın babama söyleme! Zaten köyden ayrılmama da izin vermiyor. Bu sefer okula da yollamaz beni. Toprak kardeşini çalılıkların yanında bırakıp en yakındaki ağacın yanına gitmiş. Ağacın gövdesini düşman ilan edip kılıç çalışmaya başlamış.
Su abisinin yanına sokulup onu izlemeye başlamış. Bir süre izledikten sonra, abisi dinlenmeye koyulunca lafa girmiş. sana bir şey söylemeliyim. Daha doğrusu göstermeliyim.
Toprak elindeki mataradan bir yudum su içmiş. göster bakalım ne göstereceksin?
Su biraz tereddüt etmiş. annemin üzerine yemin et, kimseye söylemek yok ama!
tamam söylemem.
Su elbisesinin kalın kemerine iliştirilmiş bir parşömen çıkartmış. Yine elbisesinin kemerinde asılı keselerden birinden avucuna bir miktar toz dökmüş. Toprakın anlamadığı bir dilde parşömende yazanları okumaya başlamış.
ninoiyannen enteyye li zıhaiya gıyammen ninoiyannen enteyye li zıhaiya gıyammen ninoiyannen enteyye li zıhaiya gıyammen
Su, avucunda kızıldan yeşile dönen tozu toprağa bırakmış ve topraktan önce bir gonca sonra da bir gül bitivermiş. Toprak hayret dolu bakışlarla onu izliyormuş.
sen ne yaptın böyle? diye sormuş toprak küçük kardeşine şaşkın gözlerle bakıyormuş. Su abisine aldırış etmeden gülü yerinden koparmış ve incelemeye başlamış. olağan üstü değil mi? sonra gülün sapını dikenlerinden kurtulacak şekilde koparıp kulağının üstüne yerleştirdi. bu elimdeki bir büyü parşömeni, kasabada bir kadından aldım. Gül tozunu tekrar güle dönüştürme gibi basit büyüler yazıyor sonra başını öne eğdi, gülümsemesi yerini utanan sıkılan bir tavra bıraktı. ben de bir büyücü olmak istiyorum
Toprak kardeşinin çenesinden tutup gözlerine baktı, söz veriyorum kardeşim, ikimiz de istediğimiz geleceği elde edeceğiz.
O gün göl kenarında birlikte çalıştılar, güneş gölün üzerinde batıp yerini aya devredene kadar yılmadan, usanmadan çalıştılar.
-3-
sonra? küçük badem merak içinde masalcıya seslendi. Masalcı anlatmayı bırakmış, heybesini karıştırıyordu. sabırsızlanma küçük bayan hadi çayları doldurun bardaklara, gece daha uzun köyün çiftçilerinden defnenin kızı yaprak bir adımda bardaklara koştu ivedi bir şekilde karanlığa rağmen- çayları doldurmaya başladı, masalcı heybesinde aradığını bulmuşa benziyordu, heybesinden çıkarttığı uzun saplı bir pipoyu tütünle dolduruyor bir yandan da anlatmaya devam ediyordu. sonra sevgili çocuklarım, bu iki gözü kara kardeş, babalarından uzun uğraşlar sonucu üç krallığın başkentine gitmek için izin almışlar. Amaçları kralların kralından şövalye ve büyücü olmak için izin almakmış. Piposunu yakmış derin bir nefes almış ve tekrar anlatmaya koyulmuş
-4-
Toprak ve su, üç krallığın başkenti olan alaşehire tam yedi günde varmışlar. Şehrin girişinde ak kuleleri ve taşlı yolu uzun uzun hayranlıkla izlemişler. Taşlı yol, diğer bir deyişle kralların yolu, uzak diyarın denizlerinden toplanmış taşlarla yapılmış ve ilk defa görenler için hayranlık uyandıran bir yolmuş, üzerinden geçen at arabalarının tıkıtılı sesler çıkartması sebebiyle bazıları baş ağrısı yolu diyorlarmış oraya. Şehrin girişinden bin adım önce başlıyor ve mavi konağa kralın evinine- kadar devam ediyormuş bu yol. Şehrin girişinde gözcü kulesi olarak kullanılan iki ak kule binlerce adım öteden gelenleri bile görebilecekleri bir yükseklikteymiş. Hatta derle ki, hava açıkken üç krallığın hepsini bu kulelerden görmek mümkünmüş.
Toprak ve su şehrin girişindeki kalabalıktan zar zor sıyrılıp mavi konağa doğru ilerlemeye başlamışlar. Şehirde her ırktan canlıyı görmek mümkünmüş. insanlar, elfler, at adamlar yani sentorlar, hatta cüceler! Ve daha birçok ırk bunun yanı sıra değişik yaratıklar da şehrin yollarında ilerliyormuş, toprak ilk defa gördüğü bu yaratıkları izlerken biraz ürkmüş, ama sunun korkmadığını, aksine o acayip yaratıklardan bir kaçının kürkünü okşadığını görünce pek belli etmek istememiş. Su, bahsini duyduğu ama ilk defa gördüğü bir manticoreun kürkünü okşuyormuş, aslan başlı, kanatlı, akrep kuyruklu, arka ayakları at, ön ayakları ayı pençesinden olan bu değişik yaratık göründüğünün çok aksine uysal bir yaratıkmış.
su hadi bırak şu acayip yaratığı da akşam için kalacak yer bulalım, hava kararmak üzere, kralın yanına yarın gitmeyi deneriz. Demiş çekinerek yanaştığı manticoreun yanında duran suya. Su yaratığa son bir kez daha bakıp topraka dönmüş. haklısın, kalacak bir yer bulmalıyız. Sen kalacak yer bak, ben de mavi konaka gidip yarın için görüş yeri varsa huzura çıkmak için izin alayım. Şu ilerideki Çarşıda buluşuruz. Diyerek şehrin kenarındaki kalabalık çarşıyı işaret etmiş.
Böylece ayrılmışlar. Toprak ara sokaklarda bir han bulmuş ve geceliği cüzi bir miktara iki yataklı bir oda bulabilmiş. işlerini hallettikten sonra çarşıya gidip suyu beklemeye başlamış. Beklerken bir demircinin tezgâhında gördüğü kısa kılıç dikkatini çekmiş. çelikten yapılma, sapında el işlemeleri olan, ortasında bir oluk bulunan tam bir savaşçı kılıcı. Demirci, tezgâhını ilgiyle izleyen bu genç adama kayıtsız kalmamış. tam size göre bir silah genç efendi. Denemek isterseniz, alın, bakın, ağarlığını elinize görün. Toprak büyük bir hevesle tezgâhtaki kılıçların arasından kısa kılıcı almış, sağa sola biraz savurduktan sonra kılıcın dengesinin ne kadar iyi olduğunu, tahta kılıçtan çok daha iyi ele oturduğunu fark etmiş. çok güzel bir işçiliğiniz var. Demiş demirciye lakin benim bunu almaya yetecek kadar param olduğunu sanmıyorum. Hem ben sadece bir kasabım demirci delikanlının hevesini kırmak istememiş iyi ya genç efendi, bir kasaptan daha iyi kim kullanabilir keskin demiri? Hem siz almaya karar verirseniz ileride bir gün, sizin için çok uygun fiyat vereceğimi bilesiniz.
Toprak kılıcı tezgâha bıraktı ama aklı da kılıçla beraber kaldı. Çarşının ortasındaki çeşmede suyu beklemeye başladı. Pazar oldukça kalabalıktı. Meyve sebze satanlar, keçi koyun satanlar, sepet çömlek satanlar, kılıç zırh satanlar aklınıza ne gelirse. Toprak bu kalabalığa dalıp gitmişken uzaklardan koşarak gelen suyu fark etti. Nefes nefese toprakın yanına varan su biraz soluklandıktan sonra konuşmaya başladı. yarın kralın huzuruna çıkabileceğiz. Biraz daha nefes aldı öğleden sonra halktan gelenleri kabul edip dertlerini dinleyecekmiş yüce kral.
Üç krallığın başkenti alaşehirin kralı, krallar birliğinin de kralı sayılırdı. Yani kralların kralı. Yüce kral -veya ulukral- derdi halk ona. Geleneklere göre kral, haftanın belli günleri halkın şikayetlerini ilk ağızdan dinlemek için onları huzuruna kabul ederdi. Toprak ve su da bundan istifade edip dertlerini yüce krala açmaya karar vermişlerdi. Geceyi oda ayırdıkları handa geçirip sabah erkenden uyandılar. Aralarında kralla nasıl konuşacaklarının provasını yaptılar, öğlen vakti geldiğinde mavi konağın kapısına doğru taşlı yoldan yürümeye başladılar. Yolun sonu uzaktan seçilmeye başladığında muazzam bir yapı olan mavi konak göründü. Adı gibi masmavi taşlardan inşa edilmiş, sol ve sağ tarafında iki kubbe bulunan devasa yapının kubbelerini yine devasa taştan bir kemer bir araya getiriyordu. Kadim kralların zamanında inşa edilen bu yapı nesillerce ulu krallara ev sahipliği yapmıştı. Etrafındaki hendeklere harp zamanlarında su doldurulmuş, içerisine timsahlar yerleştirilmişti zamanında. Ama şimdi çukurların içi boştu. Alaşehir uzun zamandır savaş yüzü görmemişti. Üç krallığın birleşmesinden beri hiç savaş olmamıştı bu diyarlarda.
Üç krallık, üç büyük ırkın birleşmesiyle oluşuyordu. Bunlar; elfler, insanlar ve cüceler. Daha evvel zamanlardan dost olan bu ırklar beraber orclara ve trollere verdikleri savaşı kazanmışlar ve güçlerinin daimi kalması için birbirine bağlı krallıklar olmaya karar vermişler. Bu yüzden her yüz senede bir ulu kral başka bir ırktan seçilir. Bu yüzyılın ulu kralı bir elf. Elfler oldukça nazik yaratıklardır. Alçak gönüllü, sevecen ve mağrurdurlar. Bilgeliklerinden asla şüphe edemezsiniz. Size daima güven verirler. Görünüşleri her ne kadar insandan biraz farklı olsa da uzaktan bir elf gördüğünüz zaman onu bu görünüş farklılığından değil, tavrının farklılığından anlarsınız. Kulakları sivri, gözleri keskin, saçları uzundur insanlar ise biraz daha kontrolsüz hareket eden bir ırktır. Hırsları yüzünden çok şeyi berbat etmişlikleri vardır. Ancak onlarında bilgeliği çoğu zaman tartışılmaz. Cüceler sadece ve sadece el işleri ve madenciliğe olan ilgileri sayesinde iyi anılmaktadırlar. Harici konularda pek başarılı oldukları söylenemez.
Toprak ve su muazzam mavi konağın giriş kapısındaki nöbetçiye dertlerini anlatmaya çalışıyorlardı.
daha dün gelip adımı yazdırmıştım efendim. Nasıl ismim kabul listesinde olmaz? su nöbetçiye, sinirden kıpkırmızı olmuş bir şekilde kafa tutuyordu. O kadar ki toprak onu kollarından tutmak zorunda kalıyordu. Nöbetçi ufak kızı tehdit olarak görmediğinden olsa gerek pek aldırmadan konuşuyordu. sinirlenmenize gerek yok küçük bayan, iki gün sonraki kabul için sizi en başa yazarım.
Su dayanamayıp nöbetçinin ayağına bir tekme savurdu. Acıdan olduğu yerde zıplayan nöbetçi hemen içeri doğru seslendi alın şu pis kurbağaları buradan. Rezil sıçanlar! ayağını ovuştururken ettiği bu hakaretler üzerine su bir tekme daha koyverdi, toprak son anda bir hamle yapsa da fayda etmedi. su! Ne yapıyorsun! Bunca yolu zindana atılmak için gelmedik! Sakin ol biraz! Demeye kalmadan toprak koluna giren askerleri fark etti. Ne olduğunu anlamadan kendilerini zindanın yolunda buldular.
-5-
Mavi konağın girişindeki uzun koridorda daha evvel yaşamış kralların heykelleri vardı. Hepsi vakur, hepsi heybetli yedi kral. Hepsinin kahramanlıklarının öyküleri dilden dile, nesilden nesle aktarılmıştı. Yüksek tavanın altında iki yanında heykeller olan uzun koridor kısa bir mesafe sonra ikiye ayrılıyordu. Bu ayrılma noktasından sağa gidilince kralın odası ve büyük salonlar; sola gidince ise mahzenler, mutfak ve daha aşağıda ise zindan bulunuyordu. Toprak ve su itiş kakışla süren koridor yürüyüşünden sonra sol tarafa doğru ilerlemeye başlamışlardı ki, itiş kakışı fark eden kralın baş büyücüsü ve yardımcısı onları gördü. hey sen! Nöbetçi! O iki genci nereye götürüyorsun?
Nöbetçi hemen esas duruşa geçip bir selam verdi ve baş nöbetçinin emriyle zindana götürüyorum efendi poyraz! suyu işaret ederek bu kız baş nöbetçiyi tekmeledi!
Baş büyücü poyraz kızı şöyle bir göz ucuyla süzdükten sonra bu minik hanım mı! diyerek bir kahkaha patlattı hayatta inanmam! su biraz alınmış bir şekilde ne yani bir erkek tekmelese daha mı kabul edilir olacaktı? baş büyücü cübbesini düzeltip ihtiyar sentorlar aşkına! Çok agresif bir minik hanım! sonra sesini toparlayıp peki neden yaptınız bunu küçük hanım? sunun yine kızarmaya başladığını fark eden toprak söze girdi.
efendim, kardeşim bu gün kralla konuşmak için ismini yazdırmış, ama baş nöbetçi kayıtlara adam akıllı bakmadan ismimizin olmadığını söyledi, bizi iki gün sonraya çağardı. Sonra sesini biraz alçaltarak zaten günlerdir yoldayız ve iki gün burada kalmaya yetecek paramız da yok toprak sözünü bitirdiğinde baş büyücü nöbetçiye döndü ikisini de bana bırak, sen görevine devam et siz ikiniz gelin benimle, kralın görüşmelerden önce bir boşluğu olması lazım. ama aramızda kalsın bu dedi. Toprak ve su baş büyücünün peşine takıldılar.
Baş büyücü uzun boylu, uzun bembeyaz sakallı yaşlıcana biriydi. Cübbesi gece mavisi, başındaki şapkasının da ucu sivriydi. Neredeyse boyu kadar olan bir asa tutuyordu elinde,
Uzun koridorlardan geçtiler, altın varaklı kapılardan geçtiler, geçtikleri her koridorda nöbet tutan konak askerleri onlara selam veriyordu, sonunda büyük bir kapının önünde durdular. Kapının el oyması işlemeleri vardı. Üzerinde adalet ve sevgiden uzak olanlar bu kapıdan giremez. Yazıyordu. ihtiyar büyücü durdu. siz burada bekleyin, ben krala durumu izah edip sizi çağırttıracağım dedi. Ve devasa kapıdan içeri girdi.
Toprak ve su hazırlıklıydı, ama olayların bu şekilde gelişeceğini hesaba katmamışlardı. Bu yüzden kafaları karışmış, prova ettiklerini unutmuşlardı. Krala ne diyeceklerini hatırlıyorlardı. sadece, nasıl diyecekleri artık pek hatırlarında değildi. Kısa bir bekleyişin ardından bir nöbetçi asker onları içeri buyur etti.
Uzunlamasına salonun iki yanında mermerden işlemeli kolonlar vardı. Bu kolonlar yüksek camdan kubbeyi tutuyorlardı. Camdan kubbenin etrafı türlü desenlerle bezenmiş, altın işlemelerle süslenmişti. Salonun en ucunda, mermer yeşil zeminin bittiği yerde bir yükseltinin üzerinde kralın tahtı duruyordu. Yanında iki merdiven aşağıda- danışmanı ve kraliçe için iki taht daha vardı.
Tüm bu ihtişamı görünce toprak ve sunun ayakları tutmaz olmuştu sanki. zar zor ilerledikleri, kendilerine çok uzun gelen mesafenin sonunda kralın tahtının önünde durdular.
nöbetçilerden biri borazanını uzun uzun çaldı ve üç krallığın yöneticisi, kralların kralı, ulu kral! diye kralı takdim etti. Tahtın arka tarafında görünmeyen bir kapıdan kral çıkıverdi, ağır ağır adımlarla tahtına oturdu. Keskin bakışlı mavi gözleri, tacının altında görünen sivri kulakları, uzun sarı saçları ve sakallarıyla tam bir kraldı. Üzerinde kırmızı kürk ve belinde uzun bir kılıç taşıyordu. Kral tahtına oturduktan hemen sonra toprak ve su diz çöküp onu selamladılar, bu esnada borazan bir kez daha öttü;
alaşehirin büyücüsü! Baş büyücü efendi poyraz! büyücü de tahtına oturdu. Çocukları başıyla selamladı. Tam toprak lafa girecekti ki büyücü eliyle dur işareti yaptı ve borazan bir kez daha öttü; üç krallığın kraliçesi! Kraliçe meltem!
Dünyanın üzerindeki tüm güzellik bir vücuda toplanmış bir şekildeydi adeta, zarif bir şekilde tahtına doğru ilerleyen kraliçe adına çok şarkılar yazılmıştı. Ancak şarkılar bile bu güzelliğin tarifinde eksik kalmış diye düşündü toprak.
Kraliçe de yerine oturduktan sonra büyücü toprağa konuşmasını işaret etti. Toprak ne diyeceğini biraz düşündükten sonra konuşmaya başladı.
efendim, öncelikle bizi görmeyi kabul ettiğiniz için size minnettarız. Sizin tarafından kabul edilmek bizim için büyük lütuf tekrar eğildi ve kralı selamladı. Kral gencin bu kibar tavırlarından hoşlanmıştı, gülümsedi ona, gevrek sesiyle;
bir kral halkı için vardır oğlum, sizin dertlerinize çözüm bulmak için buradayım ben. Çekinme, anlat bana, bu konak adaletin ve sevginin yuvasıdır, derdini anlat ki bir çare arayalım hep beraber kralın bu içten tavrı toprağı cesaretlendirdi.
efendimiz, ben ve kardeşim kısaselvi köyünden geliyoruz, babamız selamları üzerinize olsun- bir kasap
ömrü uzun ve bereketli olsun devam et oğlum dedi kral.
ihtiyar babamız bizi okutmak için tarlasının büyük kısmını satmak zorunda kaldı. Arzumuz odur ki, babamızın çabasını boşa çıkartmayalım, ben ve kardeşim sınıf atlamak istiyoruz ben bir şövalye, kardeşim ise bir büyücü olma arzusunda
Üç krallıkta bir kast sistemi vardı. Köylü olan, köylü doğar köylü ölürdü. Savaşçı olan da savaşçı olmak zorundaydı. Sınıflar arası geçiş hiç yapılmamıştı. Bir köylü, bir savaşçı olamamıştı hiç
Toprağın bu sözleri üzerine salonda bir kahkaha duyuldu. Toprak nerden geldiğini anlamadığı bu kahkahanın sahibini aramak için etrafa bakındı. Salonun girişinden şaşalı elbiseler giyinmiş bir adam onlara doğru ilerliyordu.
sınıf atlamak ha! Çok şakacı çocuklarsınız!
Birden borazan tekrar öttü ve gelen adamı takdim etti.
doğu insan ülkesinin kralı! Üç kral konseyinin üyesi! Kral ateş!
Kral ateş üç krallığa bağlı krallıklardan olan doğu insan ülkesinin kralıydı. Ve görünen o ki pek hoşgörülü değildi.
Ulu kral onu karşılamak için ayağa kalktı. bunda gülünecek bir şey yok efendi ateş
Kral ateş, ulu kralın önünde eğildi ve selam verdi. toplanan vergileri getirdim, bu kadar güleceğimi bilseydim daha evvel getirirdim. Saygılarım sizinle ulu kral
Ulu kral onu tekrar selamladı. sefalar getirdin, ama ben hala komik olan kısmı anlayamadım?
Kral ateş bir iç çekti ve ciddi bir ses tonuyla konuşmaya başladı. efendim, üç krallığın yasalarına göre ki siz bu yasalara göre bizi yönetiyorsunuz- sınıf atlama mümkün değildir. Bir çiftçi daima bir çiftçidir. Eğer onlara bu izni verseydik, etrafta çiftçi kalmazdı! Önüne gelen şövalye olursa kim tarlaları ekecek? Kim ticaret yapacak? Yasa bunu açıkça belirtir. Ve istisnası yoktur.
Büyücü poyraz öksürdü. aslında var efendimiz
Toprak, su, kral ve kraliçe pür dikkat büyücü poyrazı dinlemeye başladı.
eski bir gelenek, bu hevesli gençlerin istediklerini elde etmesine yardımcı olabilir.
Kral bununla ilgilenmişe benziyordu. nedir o poyraz?
Poyraz, kral ateşin gözlerinin içine bakarak, kelimelerin üzerine basa basa söyledi ulu kralın dört görevi.
Kral kaşlarını havaya kaldırdı, şaşırmış ve sevinmiş bir halde tabi ki! Ulu kralın dört görevini yerine getiren herkes kraldan bir dilek hakkı elde eder! Ama bu çocuklar çok genç poyraz bu görevler çok tehlikeli nice silahşorlar bu görev için canlarından oldular
Kral ateş görevi duyunca içten içe gülmeye başladı, toprak ve su bunu fark ettiler, hem korkuyorlar hem de büyük bir ilgiyle etrafta konuşulanları dinliyorlardı.
efendimiz, bu ulu kral tarafından verilen bir görev, siz bu görev için onlara yardımcı olabilirsiniz.
Kral ateş hemen lafa karıştı. itiraz ediyorum efendimiz! Bu diğer savaşçılara hakarettir! Kendi başlarına yapmaları gerekir bu görevi! Aksi takdirde görevlerin geçerliliğini kabul edemezsiniz!
Büyücü tekrar kelimelerine vurgu yaparak konuşmaya başladı. yardımdan kastım; görev için onlara yapacağınız mali yardımdır efendim! Bu geleneklerimizde var! Ancak sizden istirhamım; bu ufak çocuklar para harcama konusunda tecrübesiz olduklarından yanlarına bir sayman vermeniz, e alacakları malzemeler kraliyetin olacağı için bir de malzemeci vermek gerek Bakışlarıyla kral ateşi ezmeye çalışarak devam etti büyücü benim önerim sayman olarak yardımcım damlayı, malzemeci olarak ise silahşor tunçu görevlendirmeniz
Kral ateş kinayeli bir kahkaha daha attı kraliyetin gelecek vaat eden büyücüsü damla ve kraliyet muhafızlarının lideri tunç çok akıllı bir ihtiyarsınız poyraz
Bu fikir ulu kralın hoşuna gitmişe benziyordu. Bakışlarını kraliçesine çevirdi. Kraliçe kibar bir şekilde onu başıyla onayladı. Onun da onayını alan kral konuşmaya başladı.
son sözüm şudur ki; eğer bu görevleri hakkıyla yerine getirirseniz dilediğiniz gibi sizleri şövalye ve büyücü ilan edeceğim, unvanlarınız neslinize miras kalacak. Sonra ayağa kalktı, tüm ihtişamıyla kılıcını çekti ve önünde duran iki çocuğu kılıcıyla işaret ederek siz iki genç! Sizleri ulu kralın dört görevini yerine getirmekle yükümlü kılıyorum! sesi geniş salonda yankılanırken görevleri saymaya başladı.
ulu kralın ilk görevi: yaban diyarda yaşayan ejderhaların yumurtalarından birisi ele geçirilecek.
Ulu kralın ikinci görevi: kuzey ormanlarında yaşayan bir minatorun boynuzu ele geçirilecek.
Ulu kralın üçüncü görevi: kudret dağlarının zirvesinde yaşayan anka kuşunun bir parça tüyü ele geçirilecek.
Ulu kralın dördüncü ve son görevi: korku ormanının derinliklerinde yaşayan bir harpynin pençesi ele geçirilecek.
Ulu kral kılıcını kınına soktu ve kollarını iki yana açtı. siz iki genç umarım başarılı olursunuz. Tüm iyi dileklerim sizinle olsun. Uğurlar olsun toprak ve su kralı son bir kez daha selamladı. Salondan çıktılar. Çıkışta nöbetçi onlara beklemelerini söyledi. aralarında başlarına aldıkları macera ile ilgili tartışırlarken büyücü poyraz yanlarına geldi.
işte buradasınız şimdi benimle gelin. Sizi damla ve tunçla tanıştırayım maceraya hazır mısınız bakalım? ihtiyar büyücünün suratında kaygı dolu bir gülümseme belirdi.
bize yardımcı olduğunuz için çok teşekkür ederiz efendi poyraz dedi su. Yanakları heyecandan al al olmuştu. sizi mahcup duruma düşürmeyeceğimize söz veriyoruz.
Büyücü işaret parmağını iki yana salladı. hayır kızım hayır, mahcup olmak umurumda değil, benim umursadığım sizlersiniz. Bu gerçekten tehlikeli bir görev ama eminim sizler baş edebilirsiniz. Size öğretmenlik yapmaları için en iyi büyücümüzü ve en iyi savaşçımızı görevlendirdim sözlerini bitirdikten sonra arkasını döndü hadi bakalım beni takip edin, macera başlasın!
-6-
Mavi konağın dışında bir handa buluşmuşlardı damla ve tunçla. Damla üzerinde uzun yeşil cübbesi, gözlükleri ve asasıyla tam bir cadıydı. Meraklı gri gözleri genç yaşını daha da genç gösteriyordu. insan ırkına bahşedilmiş kısa ömrünün sadece yirmi senesini yaşamıştı ama yaşını duyanlar asla buna inanmazdı.
Tunç ise bir savaşçıydı. Uzun boylu buğday tenli, uzun siyah saçlı sivri kulaklı bir elfdi. Demirden örülmüş uzun tek parça savaşçı elbisesinin üzerinde çeşitli silahlar vardı. Bir uzun kılıç, bir yay, bir hançer, omzuna asılı bir sadak boynunda ise kraliyet muhafızı olduğunu işaret eden bir madalyon vardı. Madalyonun üzerinde üç krallığı simgeleyen üç kartal Ve ulu kralın simgesi olan anka kuşu bulunuyordu
Tanışmaları bittikten sonra tunç lafa girdi. toprak, bir savaşçı olmak istiyorsan ilk iş sana güzel bir kılıç bulmamız lazım. Önce bunun gibi diğer ihtiyaçlarımız için çarşıya gidelim tüm hazırlıkları yaptıktan sonra yarın sabah erkenden ilk görev için yaban diyarına yola çıkarız
Damla tunçu başıyla onaylayarak suya döndü ve evet su, aynı şeyler bizim için de geçerli, biz ikimiz de çarşıya gidelim, gerekli tozları ve parşömenleri alalım çarşıdan biraz yiyecek ve elbise de uzun bir yol olacak.
Hep beraber çarşıya doğru yola çıktılar.ne gariptir ki Toprak ve su daha konaktan çıkmadan bütün Alaşehir haberi duymuş, insanlar yollara dökülmüştü. Onları görenler etraflarını çevirip tebrik ediyor, şans diliyorlardı. Tüm bu kalabalığın arasında toprak, bir gün evvel sohbet ettiği demirciyi gördü. Demirci elinde toprağın hayran kaldığı kılıçla birlikte gelmişti.
genç efendi! Genç efendi! toprak onun yanına doğru zar zor ilerledi. genç efendi! Buyrun, silahınız benim elimden olsun istedim bunu kabul ederseniz beni onurlandırmış olursunuz. Sıradan bir köylünün neler yapabileceğini gösterin onlara! diyerek kılıcı topraka armağan etti. Tunç, toprakın omzuna elini koyarak bak toprak gördün mü, insanların umudu oldunuz ve kılıcında çok güzel bir kılıç, demircinin kılıçlarını almak için uzak ülkelerden seyahat edenler var
Toprak, kalabalığın arasında, edebildiği kadar teşekkür etti demirciye. Sonra çarşıda beraber ilerlemeye başladılar. ihtiyaçları olan her şeyi tezgâh tezgâh dolaşarak aldılar. Kıyafetler, yiyecekler, güzel bir yay, sadak, mataralar, su için bir cübbe, tozlar, esanslar, parşömenler Yaklaşık iki saat sonra tüm hazırlıklarını tamamladılar ve hana geri döndüler. Tunç ve damla onları hana bıraktıktan sonra ayrıldı ve yol için hazırlanmaya konağa geçtiler. Odalarına çekilen iki kardeş de heyecanlıydı.
sence başarabilecek miyiz? diye sordu su. Elindeki parşömenleri okuyordu bir yandan.
başarmamız lazım herkes bize güveniyor. Toprak yatağına sırt üstü uzanmış bir vaziyette konuşuyordu. bizden evvel çok kahramanlık yapan köylü olmuş, ama hiç birisi sınıf atlayarak ödüllendirilmemiş onların hikayelerini sadece şarkılar anlatır dedi ve alaşehirde hiç duyulmamış bir şarkı söylemeye başladı.
Uçsuz bucaksız tarlalar yandı gitti,
Talan ve yağma sonunda bitti.
Minnettar olunmayı çok hakketti,
Kısaselvinin yiğit genci
Bakmadı arkasına savururken tırpanı,
Kim cesaret eder bozmaya bu kapanı?
Orkların gözü dönmüş, isterler insan kanı,
Hey genç! Utanma! yiğit köylüyü tanı!
O değil miydi on tanesini yere çalan?
Korkaklar kaçarken köyünde dimdik kalan!
Sen de söyle şarkıyı kimseler unutmadan,
Unutulmaz o yiğit, silinmez hatıradan!
Şarkı bittiğinde oda sessizliğe bürünmüştü. Toprak yattığı yerde şarkıdaki yiğit genci düşünüyordu. Büyük savaşlar sırasında köyleri istilaya uğramış tabi toprak bunu hatırlayamaz- yağmalanmış, köylülerin çoğu can havliyle kaçarken adı bile bilinmeyen o delikanlı elinde tırpanıyla on tane orc öldürmüş, köylülere kaçmaları için zaman kazandırmıştı. Ne yazık ki orclar onu yakalayıp paramparça etmişlerdi sonunda. Yine de cesareti, korkusuzluğu ve kararlılığı toprağa ilham veriyordu. Kafasında bu düşünceleri çevirirken uykuya daldı. Rüyasında tam on tane orcla savaştı
-7-
Sabahın ilk ışıklarıyla alaşehirden ayrıldılar, şehre yakın ormanlık araziyi geçtiklerinde öğlen vakti olmuştu. Yolda uzun uzun eski silahşorların hikayelerini anlatmıştı tunç onlara. Öğlen vakti geçmek üzereyken mola vermek için durdular. Bir şeyle yedikten sonra yeni öğretmenleri ve yol arkadaşları onlara ders verdiler. Kılıç kullanma teknikleri, yay ve ok kullanma neredeyse akşama üstüne kadar durmaksızın çalıştılar. Damla ve su da büyülerin telaffuzu ve parşömenlerin yazılması konusunda bol bol pratik yaptılar. iki gün boyunca hem yolda ilerlediler, hem derslerinde.
Yaban diyara varmadan bir gece önce son bir kez kamp kurdular. Kamp ateşi eşliğinde bir süre sohbet ettikten sonra tunç, topraka bir kitap verdi.
bunu oku, bir silahşor kılıcından önce kelimelerini kullanmasını öğrenmeli. Kelimeler kendini savunmanda silahlardan daha etkilidir, hatta bir insanı kelimelerinle ölümcül yaralayabilirsin. Dedi.
Kitap oldukça eski bir kitaptı. El yazması bu kitabın kapağında silahlar ve kelimeler yazıyordu.
bir silahşor çok kitap okumalıdır. Dedi.
Toprak hiç itiraz etmeden öğretmeninin öğüdünü yerine getirdi. Uyku onu içine çekinceye dek kitabını okudu.
Ertesi sabah, yaban diyarın sınırlarında buldular kendilerini.
Elindeki haritaya bakarak yön tayin etmeye çalışan tunç bir yandan da onlara ejderhalarla ilgili bilgiler veriyordu.
ilk ejderhaların yumurtalarının güneşten düştüğü rivayet edilir. Bu yüzden gündüzleri mağaralarından çıkıp güneşe doğru uçarlar. Bir mağaranın ejderha mağarası olduğunu anlamanız için sıcaklığına bakmanız yeterli. Çok sıcaksa, kesin bir ejderha mağarasıdır.
Toprak biraz endişeliydi. ya biz gittiğimizde mağaradaysa?
Damla lafa girdi. ejderhaların gözleri pek iyi görmez, sizin sıcaklığınızı koklarlar, suya öğrettiğim büyülerden birisi sizi soğutacak, tabi mağaranın sıcaklığında ne kadar süre soğuk kalırsınız bilemem. Bu yüzden acele etmeniz gerekiyor.
ilerlemeye devam ettikleri sırada bir iki mağaraya rastladılar. Bunlar içinde yarasa veya boz ayıdan başka bir şey bulamadılar. Tam ümitlerini kesmişlerdi ki toprak göz atmaya gittiği mağaradan ter içinde geldi.
şuradaki çalıların gerisinde bir mağara var, daha girişinde terden sırılsıklam oldum
ben bir göz atayım dedi tunç ve atından inip çalılıklara ilerledi. Su cübbesinin kenarında asılı çantanın içinden parşömenleri çıkarttı ve gerekli parşömeni aramaya başladı. Toprak yayını ve sadağını bıraktı sadece kılıcını aldı eline. ikisi de çok heyecanlıydı. Tam hazırlıkları bittiğinde tunç geldi.
mağaraya girdim, içeride ejderha yok ve yumurtaları şu an korumasız. Acele ederseniz hemen alabilirsiniz.
Su elindeki parşömende yazılı büyüyü okumaya başladı matarasından bir avuç su alıp toprakın suratına ve kendi suratına serpti. Toprak müthiş bir serinleme hissetti önce, sonra tirtir titremeye başladı.
çok soğuk! Üşüyorum!
En az onun kadar titreyen su mağarada ısınırız merak etme! dedi. Ve iki kardeş koşarak mağaraya girdiler. Tunç ve damla onları çalılıkların arkasından izliyorlardı.
Mağaranın içi çok ama çok sıcaktı.üzerlerinde büyü olmasına rağmen içeri girer girmez sıcaklığı hissetmeye başlamışlardı. Girişi dar mağaranın içi oldukça genişti, mağaranın tavanında sarkıtlar ve yarasalar vardı. Ufak bir su akıntısı da vardı ve bu yüzden mağaranın içi buhar doluydu. Gözleri pek seçemediği için el yordamıyla mağaranın duvarlarına tutunarak derinlere doğru ilerlemeye başladılar.
sen arkamdan gel su, kemerimden tut kaybetme beni. Diye fısıldadı toprak. Bir süre körlemesine ilerledikten sonra ejderhanın yuvasını buldular, içerisi altın, gümüş ve değerli eşyalarla doluydu, buhar etraftan bir anda yok oluvermişti.
toprak! Şunlara bak! dedi su gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Göz alabildiğine kıymetli eşyalarla doluydu içerisi.
bunlardan hiç birini taşımaya vaktimiz yok, yumurtayı alıp hemen çıkalım buradan dedi toprak. Tam bunları söylerken, altın yığınlarının tepesinde beş tane yumurta olduğunu gördü.
sen dur ben hemen alıp geleceğim. Toprak ayakta durmakta güçlük çekerek hazinenin tepesine tırmanmaya başladı. Attığı her adım altın yığınına gömülüyordu. Zar zor tepeye vardı yumurtalardan birini almak istedi ama çok sıcaktı. Sonra etrafına bakındı. Altından geniş ve derin bir tepsi buldu. Elinin ucuyla birkaç kez dokunarak yumurtayı tepsinin içine yuvarladı. Tepsiyi havaya kaldırıp suya aldım! diye bağırdı sevinçle. Tam bu sırada mağaranın içinde bir ses yankılandı. Ses tunçun sesiydi. çocuklar hemen çıkın oradan! ardından bir kükreme sesi. Ejderha umduklarından erken gelmişti.
Büyünün etkisi iyice azalmıştı. ikisi de terlemeye başlamışlardı. Yerin sallandığını hissediyorlardı.toprak hemen aşağı kayıp sunun yanına geldi. kaçalım hemen!
Su hayır olmaz! Mağaranın girişi de çıkışı da aynı yerden! Şimdi çıkmaya çalışırsak ejderhayla karşı karşıya kalırız! dedi ve çantasını tekrar kurcalamaya başladı. Toprak suyu arkasına aldı, kılıcını çekti ve adım adım onlara yaklaşan ejderhanın buhar bulutunun arkasından çıkmasını bekledi. Su parşömenlerden birini çıkartmış, hızlı hızlı bir büyü okuyordu. Ejderhanın nefesi buhar bulutunu dağıtmaya başlamıştı. Çok yaklaşmıştı. Su parşömenle birlikte ayağa kalktı ve elindeki mataranın kapağını açtı. Toprağın yanına geçti. Buhar bulutu birden dağıldı ve arkasından devasa kırmızı gözleri, uzun sivri dişleri, parlak derisiyle ejderha çıktı.
Su bir hamlede parşömenin son cümlelerini okudu ve matarasının içindeki suyu ejderhanın gözlerine doğru fırlattı. Gözlerine değer değmez su buza dönüştü. Ejderha can havliyle kükredi ve ağzından kocaman bir ateş topu fırlattı. Toprak suyu ateş topunun önünden çekti ve yuvarlandılar, su bir şeyi ihmal etmişti, ejderhalar gözlerini kullanmazlardı. Onların kokusuna doğru bir kez daha alev püskürdü ejderha. Bir kez daha yuvarlandılar, yumurtadan çok uzaklaşmışlardı.
az önceki büyüyü tekrar yap, bu kez burnuna! diye bağırdı toprak ben onu oyalarım!
Mataradaki tüm suyu kullandım! dedi su parşömende yazanları okumaya başladı sonra. ilerdeki akıntıdan al! dedi toprak. Su buhar bulutunda kayboldu.
Toprak hazine yığınının üzerine tırmandı. Ejderha hantal hareketlerle onu takip ediyordu. Gözlerindeki buzlar çözülmüştü. Toprak, yumurtaya ulaşmak için onu başka yöne çekmeyi deniyordu. Yığının üzerinde ilerlerken bir kez daha alev püskürttü yaratık. Toprak son anda eline geçirdiği gümüş bir kalkanı kendisine siper etti. Elleri yanmıştı ama bu seferlik işe yaramıştı. Yuvarlanarak ejderhayı şaşırtıyordu ki sunun bağırışını işitti. Büyünün son cümlelerini bağıra bağıra okuyordu. Toprak tekrar hazine yığınından aşağı doğru kaydı, yere tam inmeden ejderhanın derisine kılıcıyla bir darbe vurdu, bu kalın derisini kesemezdi ama dikkatini çekmişti, ejderha onlara doğru döndü, koca ağzını açtı, tam alev püskürtmek üzereyken su matarasını ağzına boşattı. Yaratığın ağzı donmuştu. Hemen yumurtayı aldılar ve koşarak mağaradan çıktılar. Çalılıklara varmadan tunç ve damlanın atları hazırladığını gördüler. Hemen atlarına binip hızla oradan uzaklaştılar.
-8-
O akşam yaban diyardan ayrılıp kuzey ormanına yakın bir çayırda kamp kurdular, büyük bir kayanın etrafına kurdukları çadırların tam ortasına kamp ateşi yaktılar. Toprakın elleri yanıklarla doluydu ve çok sızlıyordu. Ejderha yumurtasını yolculuk esnasında çatlamasın ve içinden yavru çıkmasın diye- su dolu büyük bir kavanozun içine koydular ve suyu dondurdular.
her akşam büyüyü tekrarlarsan, buzlu kalmasını sağlarsın dedi damla, suyla beraber çalışıyorlardı. Tunç, yol için yanlarına aldıkları erzak çantasından birkaç tane patates çıkarttı, bunları bir kabın içine incecik hale gelinceye kadar doğradı. Kabın içindeki patatesleri alıp eliyle biraz sıktı ve suyunu akıttı. ellerini uzat dedi topraka. bu yanıklarına iyi gelecektir. Sabaha kadar sancın kalmaz. Bir bezle toprağın ellerine lapa yaptığı patatesleri sardı.
bu günkü görevde çok cesurdun. iyi iş çıkarttınız. Şimdi senden isteğim, tüm yaşadıklarını gözden geçirmen, nerede hata yaptığını düşün, bir daha yapmaman için ne gerektiğini de
ama hata yapmadım, yumurta elimizde. Dedi tunç ellerinin acısıyla inleyerek konuşuyordu.
eğer hata yapmamış olsaydın, patatesler ellerinde değil, yahnimizin içinde olurdu genç adam. Diyerek güldü tunç. hadi, biraz kitap oku ve düşün, yarın daha zor bir görev bizi bekliyor.
Tunç büyün gece nöbet tuttu, hiç uyumadı, yaban diyar ve kuzey ormanının arasındaki bu bölge pek tekin sayılmazdı.
Sabah güneş doğmadan yola koyulmuşlardı. At sırtında sohbet ederek kuzey ormanına doğru ilerliyorlardı. Tunç, yine onlara minatorlarla ilgili bilgiler veriyordu.
mintorlar yarı boğa, yarı insan yaratıklardır. Bu yüzden zeki yaratıklardır. Onları avlamak çok zordur. Tuzakları çok kolay anlarlar. Bu yüzden onlara tuzak kurmak yerine yalnız yakalamayız. Tek başlarına daha az tehlikelidirler. ileride ormanlık alan başlıyordu. Damla söze devam etti.
efsaneye göre minatorlar, güzeller güzeli bir kraliçenin bir boğaya aşık olmasıyla meydana gelmiş. Kraliçe boğayı o kadar arzulamış ki, büyücüleri bir geceliğine boğayı insana dönüştürmüşler. Kraliçe boğayla birlikte olmuş, fakat büyücüler boğanın kraliçeyi hamile bırakabileceğini hesaba katmadıkları için kraliçeden doğan yavrular yarı insan yarı boğa olarak doğmuşlar. Kraliçe bundan çok utandığı için yavrularını bu ormana hapsetmiş ve dışarı çıkmalarını yasaklamış. Yüz yıllar sonra mintorlar burada terk edilmiş halde yaşamaya devam ediyorlar işte
Toprak hikâyeyi oldukça sıra dışı bulmuş. istemeden de olsa bir hayret nidası dilinden kopup gitmiş. vay canına!
Su gülmüş, tunç bu kadar ilgi çekici olmadığını hatta korkunç olduğunu yaklaşınca anlarsın demiş.
Bu derin ve eğlenceli sohbet devam ederken ormanlık alanın girişinde durmuşlar.
buradan öteye biz gelemeyiz. Siz ikiniz devam etmelisiniz. Demiş tunç. unutmayın, ölü yada diri, bir boynuz getirmeniz gerek. Onara tuzak kurmayın. Çok darda kalırsanız bulduğunuz en sağlam ağaca tırmanın.
peki. Demiş su. Toprak yanına yayını kılıcını ve sadağını almış. Suyla beraber ormanda ilerlemeye başlamışlar. Seyrek ağaçlar ileride yerini sık ormanlığa bırakmış. Orman o kadar sıkmış ki; bazı yerle iki ağacın arasından bir insan dahi geçemiyormuş. Ormanın derinliklerine doğru ilerlerken böğürme sesleri duydular. Koşarak onlara doğru gelen bir iki tane geyik yanlarından hızla kaçtı. Bazı ağaçlardaki kuşlar uçuştular. Sonra tekrar sessizlik çöktü ormana.
Toprak okunu yayına geçirdi ve yayını gergin tutarak ilerlemeye devam etti. Su elindeki parşömeni açık tutuyor diğer elinde de bir kesenin içindeki tozu tutuyordu. Uzun otların arasında ilerlerken toprak birden durdu. Okun ucuyla ormanlığın içindeki boşlukta duran minatoru suya işaret etti. Bu yaratığın boyu neredeyse iki insan boyunda, ayakları ve kafası bir boğa gibi. Vücudu ise insan gibiydi. Kürklü kalın bir derisi, uzun sivri boynuzları vardı. Ayak toynaklarını zemine her vurduğunda zemin sallanıyordu. Su, başıyla ona tamam işareti yaptı. Toprak minatora nişan aldı. Biraz bekledikten sonra en uygun anda başparmağını gevşetti ve oku saldı. Ok bir ıslık sesiyle minatorun omzuna saplandı. Deliye dönmüş yaratık böğürmeye başladı. Burnundan adeta duman soluyordu. Otların arasında duran iki kardeşi fark etti ve onlara doğru koşmaya başladı. Yaratık onlara doğru koşarken su birden öne atıldı ve parşömendeki kısa yazıyı bağıra bağıra okudu. Kesenin içindeki tozu minatora boca etti.
Minator bir anda sersemledi. Yere düştü. Derin hırıltılı nefesler alıyordu. ne yaptın ona? diye sordu toprak, iki eliyle kılıcını kavramış, temkinli adımlarla minatora doğru ilerliyordu. bu bir çeşit uyuşturma büyüsü. Kendine gelmeden çok az zamanımız var. Boynuzunu kesebilirsin. Acı hissetmeyecektir. Dedi su. Bir yandan etrafı kolaçan ediyordu.
Toprak minatorun başını yana doğru çevirdi. Yaratığın kıllarına sürtünen çelik kılıç, kalın derisini yavaşça yarmaya başladı. Biraz daha gayret ettikten sonra işi yarılamıştı, boynuz sallanmaya başlamıştı. Tam o esnada minator çok yüksek bir sesle böğürdü. hani acı hissetmeyecekti! diye sordu toprak suçlulukla. Sunun suratı bembeyaz olmuştu. Büyük bir gürültü duyulmaya başladı. Onlara doğru bir şey yaklaşıyordu. acı hissettiği için bağırmadı yardım çağırdı dedi su, ağaçların arasındaki toz bulutunu işaret ederek. Toprak kılıcını yukarı kaldırdı ve bir hamle de indirerek boynuzu yerinden söktü. ivedi bir şekilde yere düşen boynuzu aldı ve koşmaya başladılar. Geldikleri yöne hızla ilerliyorlardı ancak arkalarındaki sesler oldukça yaklaşmıştı. Su bir an için arkasına baktı ve yirmiden fazla minatorun onları kovaladığını gördü. Oldukça yaklaşmışlardı onlara.
ağaca! Şu büyük ağaca tırman! dedi toprak, koşarak daha fazla kaçamayacaklarını anlamıştı. Su hemen ağaca tırmandı, yerden yaklaşık dört insan boyu tırmandılar ve büyükcene bir dala oturdular. Minatorlar ağacın etrafında dönüyorlardı. Sanki ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Su parşömenlerini karıştırmaya başladı. işe yarar bir şeyler arıyordu. şunları en kısa zamanda ezberlerim de bir saat bakınmak zorunda kalmam umarım! dedi kendi kendine. Torak sadağındaki okları saydı. On bir tane ok vardı. Asla hepsi için yetmezdi. Bu durumdan nasıl kurtulacaklarını düşünürlerken ağaç şiddetlice sallandı. Düşmemek için zor tutundular, su neredeyse elindeki parşömenleri düşürecekti.
Su aşağı baktı. Minatorlar sıraya geçmiş, ağaca boynuz vuruyorlardı. Her darbede ağaç daha fazla çatırdamaya başladı. böyle olmayacak! Birazdan ağacı köklerler! dedi su. diğer ağaca atlayabilir misin? dedi toprak. Kılıcını kınına sokmuş, yayını boynuna asmış, diğer ağacın en yakın dalına doğru tırmanıyordu. denerim! Bundan daha kötü olamaz! dedi su. Yukarı tırmandılar ikisi de. Yandaki ağaca geçtiler, sonra bir diğerine, sonra ötekine. O kadar hızlıca yer değiştiriyorlardı ki minatorlar boynuz vurmadan diğer bir ağaca geçmiş oluyorlardı.
Bir süre bu şekilde ilerledikten sonra. Ormanlığın seyrek alanına geldiler. Ormandan çıkmaları için çok az bir mesafeleri kalmıştı. ben çok yoruldum! dedi su. Aklıma bir fikir geldi
her türlü fikre açığım şu anda! dedi toprak. Minatorlar durmalarını fırsat bilip, ağacı devirmeye çalışıyorlardı aşağıda.
bu keseyi okun temrenine bağla!
Toprak sunun uzattığı keseyi temrene bağladı. Yayını gerdi. Sarsıntıdan düşmemek için sırtını ağaca verdi bacaklarıyla bindiği dalı kavradı ve aşağıya sarktı. Su parşömenlerden birini okuyordu yine. Okumayı bitirmeye yakın kolunu havaya kaldırdı ve atış yapması için topraka işaret verdi. Toprak oku aşağı minatorların arasına körlemesine attı.
Ok yere saplanır saplanmaz kesenin içindeki toz havaya yayıldı. Minatorlar bir an için durdular. Sonra bir minator koşarak ağaca yanaştı. Tam boynuz atacağını zannetmişlerdi ki minator ağaca sürtünerek kaşınmaya başladı. Diğerleri de başka ağaçların yanına koştular hemen. Aralıksız şekilde kaşınmaya başladılar. O kadar ki ağaçların kabukları soyuluyordu onlar kaşınırken. Toprak ve su fırsattan istifade ağaçtan indiler. Ve koşarak açıklığa, ormanın bitimine vardılar.
uzaktan onları gören tunç ve damla sevinçten kahkahalar atmaya başladı. Tunç bir yandan gülüyor, bir yandan da ben demiştim! Ben demiştim! diye naralar atıyordu.
gecikince çok endişelendik! dedi damla.
döneceğinize zor ikna ettim onu Alabildiniz mi boynuzu? diye sordu tunç.
Toprak kemerinin kenarından çıkarttığı boynuzu gösterdi onlara. zor oldu ama başardık. Dedi nefes nefese.
gelin biraz uzaklaşalım buradan, bu arada her şeyi anlatın diyerek atlarına binmelerine yardım etti tunç.
Uygun bir kamp yeri bulana kadar ilerlediler. Bir şeyler yedikten sonra toprak uzun uzadıya anlattı yaşadıklarını. Su arada müdahale ediyordu. Tüm hikaye bitince biraz sohbet ettiler. Ertesi sabah bir sonraki görev için yola çıkacaklardı. Dinlenmeleri gerekiyordu. Erkenden yatıp uyudular.
------
------
devamı 2. enrtyde...
( entry çok uzun. (70596 karakter. max: 50000 karakter.) - hata kodu: oha ) *
(bkz: söykü dergisi sayı 6 sınıf)
Kudret dağları, alaşehirin tam kuzeyinde, kuzey ormanının ise biraz kuzey doğusunda kalıyordu. Kuzey ormanından ayrılalı iki gün olmuştu, üçüncü günün sabahında kudret dağlarının eteklerine ulaşmışlardı. Yol boyunca damla ve tunç onlara yeni dersler vermiş, yeni hikâyeler anlatmışlardı. Bu hikâyelerin arasında anka kuşunun da hikâyesi vardı.
Anka kuşu, en nadir bulunan kuşlardandı. Tabiatları ateşti. Gözyaşları tüm yaralara iyi geliyordu. ve asla ama asla ölmüyorlardı. Ulu kral'ın simgesi olduğundan ve çok az sayıda olduklarından bu hayvanı avlamak yasaktı. Dünyadaki anka kuşlarının sayısı hiç değişmezdi. Bir anka kuşu öldüğünde kendi küllerinden yeniden doğardı. Bu yüzden çok bilge yaratıklardı anka kuşları. Hatta bazı Ankaların konuştuklarına dair rivayetler de vardı. Tüm bunlar göz önünde bulundurulunca bir anka kuşu öldürmek çok zalimce bir şeydi. Bu yüzden görevde sadece bir parça tüy isteniyordu.
Ankalarla ilgili bir diğer şey ise çok yüksek yerlere yuva yaptıkları gerçeğiydi. O kadar yüksek ki bulutların bile üzerinde olan anka yuvalarından bahsedilirdi.
Kafile, Kudret dağlarının eteklerinde kamp kurmuştu. Tunç, dağa tırmanmaya hazırlanan toprak ve suya birer halat verdi. tırmana bildiğiniz kadar yukarı tırmanın ve dikkatli olun, bu dağlarda kurtlar ve dağ aslanları da vardır. Dedi.
Toprak ve su, dağın eteklerinden yukarı doğru ilerlemeye başladılar. Uzun bir yürüyüşün ardından dik yamaçlarla karşılaştılar. Tırmanmaya başladılar. Tüm gün boyunca tırmandılar. Yorgun düştükleri bir düzlükte kap kurdular. Geceyi dinlenerek ve okuyarak geçirdiler, sırayla sabaha kadar nöbet tutmuşlardı.
Sabah erkenden tırmanmaya devam ettiler. Tam iki gün boyunca tırmandılar. Dağın zirvesine çok yaklaşmışlardı. Hava gittikçe soğuyordu. Uzaklardan anka kuşunun şarkısını duymaya başladılar. Ve sonunda dağın zirvesinde ankanın yuvasını gördüler. Zirveye giden yol karlarla kaplıydı. Uzun bir düzlüğün ardından tepeye çıkan dik bir patika vardı. Oraya doğru ilerlemeye başladılar. Yolu yarıladıkları sırada toprak arkasında çığlık atan suya döndü. Su yere diz çökmüş halde titriyordu. Etrafında üç tane iri kurt vardı. Ağır hareketlerle sunun etrafında daire çiziyorlardı.
Toprak kılıcını çekti. Bir nara atarak kurtlara doğru koşmaya başladı. Toprak'ı gören kurt da ona doğru koşmaya başladı. Birbirlerine yaklaştıklarında kurt sıçradı, toprak kendisini geri atarak kılıcını kurdun karnına geçirdi. Kıvranmaya başlayan kurdun kanı bembeyaz zeminde yayıldı. Kurtlardan ikincisi de topraka doğru koşmaya başlamıştı ama diğer kurt hala sunun yanındaydı. Toprak, üzerine gelen ikinci kurdu da ağır bir şekilde yaraladı. Son kurt, intikam almak istercesine suya saldırdı. Su kendini korumak için kolunu yüzüne kapattı. Kurt sunun kolunu ısırdı, tam kopartacaktı ki toprak kılıcını kurdun boynuna indirdi ve kafasını koparttı.
Yüzleri, elleri her tarafları kan içinde kalmıştı. Kan kokusuna başka kurtlar da gelebilirdi.
iyi misin? Kolunu göster bana! dedi toprak. Sunun kolu dirsekten bileğe kadar diş izleriyle doluydu ve kanıyordu. Toprak hemen çantasından bir bez çıkarttı ve onu sıkıca bağladı. Suyu açıklık alandan sürükleyerek kenara, kayalıkların yanına çekti. Kamp için yanlarında taşıdıkları çadırlardan birini kurdu ve üzerini karla örttü ne kadar elbise varsa hepsini sunun üzerine örttü. sen burada kal, ben gidip ankayı bulacağım, aşağıya kadar dayanamazsın. Eğer şanslıysak anka bize yardımcı olur. Dedi. Küçük kardeşinin yanağına bir öpücük kondurdu. buralara kadar ölmek için gelmedik. Sadece dinlen. Geri döneceğim. Dedi ve tekrar kurtların yanına gitti.
Yerde can çekişen iki kurdu da öldürdü. Kılıcını temizledi. Karla elini ve yüzünü yıkadı. Üzerindeki kanlı elbiseleri çıkarttı. Şimdi daha çok üşüyordu ama kan kokusunu alabilecek yırtıcılardan artık uzaktı. Titreyerek ankanın yuvasına doğru ilerlemeye başladı.
Kardeşini düşünerek ilerliyordu. Onun ölmesine izin veremezdi. Bu yola beraber çıkmışlardı. Ve beraber bitirmelilerdi bu yolculuğu tipi başlamıştı, toprak soğuktan donmak üzereyken ankanın sesini daha yakınlarda duydu. Kafasını kaldırdığında tipiden zar zor seçilen bir yuva gördü. Anka kuşunun yuvası.
Yukarı tırmandı. Yuvayı görüyordu ve anka kuşu da oradaydı. Sivri gagası, alev kızılı kanatları, gök kuşağının tüm renklerinden oluşan kuyruğu vardı. Muhteşem bir güzelliği vardı. Anka, toprakı görünce şarkısına son verdi.
hoş geldin yabancı. Dedi anka kuşu. Toprak önce bunun bir hayal olduğunu zannetti. Kulaklarına inanamamıştı.
o elindeki keskin çeliği kullanmayacaksındır umarım. Üzerinde hala kan kokusu var
Toprak nasıl davranacağını bilemedi. Kılıcını elinden karın üzerine bıraktı. Zaten soğuktan zar zor tutuyordu ellerinde.
hayır, ben sadece
gözlerinden okudum delikanlı kötü bir niyetin yok buraya gelmekte
evet, sizden bir parça tüyünüzü rica edecektim, ulu kralın görevi için
ulu kral ha! Uzun zaman oldu bu görev için birileri gelmeyeli. Diğerleri pek sevecen davranmazlardı bana. Hatta senin gibi rica eden hiç olmadı bu güne kadar!
ben, sizi konuşurken görünce çok, şaşı-
evet evet, şaşırdın bazıları koşarak kaçtılar benim konuştuğumu görünce anka gagasıyla bir tüyünü kopardı kuyruğundan. Toprakın ellerine bırakıverdi. al bakalım nazik delikanlı. Kibarlığına karşılık bir armağanım olsun. Toprakın yanık ellerini görünce merak etti anka kuşu. Toprak ona teşekkür etmek isterken sözünü böldü ve sordu ellerine ne oldu evlat?
ilk görevimde oldu. Ejderha yüzünden.
ejderhalar ne kadar saldırgan yaratıklar! Gerçi sizin yumurtasını çalmanız da pek hoş değil ama olsun! ellerini inceledi toprakın. istersen seni iyileştirebilirim delikanlı.
Toprak bu teklifi nazikçe geri çevirdi ve kardeşine olanlardan bahsetti. Anka kuşundan yardım istedi.
ah be delikanlı! Neden daha evvel söylemedin! Hadi yardıma gidelim kardeşine! Buralar sizin gibiler için tekin değil! dedi anka ve birden kocaman kızıl kanatlarını açıverdi. Bir pençesiyle toprakı kemerinden yakaladı ve uçmaya başladı.
şurada! işte! Kurtların leşleri!
Anka ve toprak sunun yanına yumuşak bir iniş yaptıalr. Toprak hemen suyu çadırdan çıkarttı ve yarasını ankaya gösterdi. Anka yarayı diliyle temizledi. Ve kafasını yana çevirip ağlamaya başladı. her ne kadar kardeşinin iyiliği için de olsa, toprak bir ankayı ağlarken görmenin dayanılmaz derece üzücü olduğunu anladı. Ankanın gözlerinden süsülen yaşlar, sunun yaralarını anında iyileştiriverdi. Ancak su çok kan kaybetmişti ve hala baygındı.
aşağı inmeniz çok uzun sürer. Yaraları kapansa da, kızcağızın ilaca ihtiyacı var, sizi aşağı ben indiririm dedi anka.
çok minnettarım, bu iyiliğinizi nasıl ödeyebilirim bilmiyorum.
ödedin bile delikanlı. Tatlı dilin, ve saygılı tavrın benim için bir armağan! dedi anka ve tekrar kanatlarını açtı. Toprak kurduğu çadırı ve eşyalarını çantasına tıkıştırdı hemen. Anka ikisini de kemerlerinden tutup dağın üzerinden aşağıda doğru uçmaya başladı.
Yukarıdan dağın yamacına baktıklarında tunç ve damlayı görebiliyorlardı. Toprak ankaya onları işaret etti kamp yerimiz orası! dedi. Anka kamp yerine doğru alçaldı.
Tepelerinde devasa anka kuşunu gören tunç ve damla şaşkınlıklarını gizleyemedi. Ankanın pençelerinde iki kardeşi görünce şaşkınlıkları ikiye katlandı. Anka yere iyice yaklaşıp iki kardeşi yavaşça bıraktı. Yükselirken topraka doğru sana başarılar diliyorum delikanlı! Umarım ilerde bir gün tekrar karşılaşırız! diyerek uzaklaştı.
her şey için çok teşekkür ederiz! diye bağırdı arkasından.
konuşuyor! Konuşan bir anka kuşu! diyerek şaşkınlığını gizleyemedi damla. konakta kimse bana inanmayacak!
Toprak, tunç ve damlaya başlarından geçenleri anlattı. Su iyileşene kadar, iki gün orada kamp yaptılar.
Su uyandığında tüm hikâyeyi ona damla anlattı. Su duyduklarına inanamadı. Kardeşine defalarca teşekkür etti.
sen sağ salim indin ya o dağdan önemli değil teşekkür etmene gerek yok. Kardeşler bu günler için var. Dedi toprak.
Kafile uzun bir molanın ardından yola çıkmak için sabahın olmasını beklemeye başladı.
-10-
Su kendini oldukça toparlamıştı bu iki günlük arada. Tekrar at sırtına çıktığında keyfi ve sağlığı oldukça yerindeydi. Kolunda hiç yara izi kalmamıştı. Korku ormanı, kudret dağlarının doğusunda fırtına deresinin hemen yanındaydı. Onlardan dört gün uzaklıktaydı. Yolun iki gününü neredeyse hiç mola vermeden geçirdiler. Üçüncü gün fırtına deresine ulaşmışlardı. Derede balık avlayıp akşam yemeği için kızartılar. Uzun süren ve akşam yemeğine eşlik eden sohbetleri sırasında tunç onları korku ormanı hakkında uyardı. bu görev diğerlerinden daha tehlikeli çocuklar korku ormanında sizi sadece harpyler beklemiyor. O ormanda çok değişik yaratıklar da var ve daha da kötüsü ormanın derinliklerinde bir yerde bir orc yerleşimi olduğundan bahsediliyor.
harpyler hakkında ne anlatacaksın bize tunç? diye sordu su. Sanki diğer tehlikeleri pek umursamamış gibi sormuştu bunu.
bu kadar kayıtsız ve sabırsız olma, tunç ve ben bildiğimiz her şeyi size anlatmak için buradayız. Ve size göz kulak olmak için. Her ne kadar görevlerde yanınızda bulunamasak da, elimizden geldiğince tek parça bitirmeniz için uğraşıyoruz. Diye payladı onu damla.
kardeşimin kursuna bakmayın, hep meraklıdır o. Diyerek sunun lafına devam etti toprak. devam edin efendi tunç, sizi dinliyoruz.
harpyler; minatorlardan bile tehlikeli yaratıklardır. O kadar ki harpynin zehirinin bir damlası bile on tane minatoru öldürecek güçtedir. Pençeleri derinizi biraz bile çizse sizi zehirlemiş demektir. Ve kaçarınız yoktur. Çok çevik ve yırtıcı yaratıklardır, uçabildikleri için umduğunuzdan daha çabuk sizi yaralayabilirler ya da bir bakmışsınız uzaklaşıp kaybolmuşlar
Onun dışında ormanda dev örümcekler, troller, zehirli kurbağalar, basiliskler dev yılanlar- ve daha bir çok yaratık vardır. En az harpyler kadar tehlikeli ve zehirlilerdir. Bu yüzden çok dikkatli olmalısınız.
ben suya gerekli büyüleri öğrettim. Biraz daha pratikle herhangi bir zehirlenmeyi tabi anında müdahale edebilirse- iyileştirebilir. Dedi ve sunun sırtını sıvazladı. gördüğüm en hevesli öğrenci.
siz de gördüğüm en iyi öğretmensiniz diye ona teşekkür etti su.
ben de henüz öğrenci sayılırım ama diyerek güldü damla.
Koyu sohbet yerini esnemelere bırakmaya başladığında gece olmuştu. Herkes çadırlarına çekilip, fırtına deresinin coşkun akıntısının sesi eşliğinde uykuya daldılar.
Gece yarısı toprak tunçun seslenmesiyle uyandı.
kalk! Kılıcını al! Yaklaşıyorlar!
kimler?! diye sordu toprak bir yandan yastığının altındaki kılıcını çıkarttı.
orclar! dedi tunç. ileride işaret ettiği yerde meşaleler yanıyordu ve gürültüler geliyordu. söylentiler doğruymuş! Gece ormanın dışına çıktıklarını tahmin edemedik! Kardeşini ve damlayı uyandır!
Toprak koşarak kardeşini ve damlayı uyandırdı. Bu sırada tunç kamp yerine yakın bir mağara bulmuştu. Hepsini oraya çağırdı. burası güvenli! Gelin!
Toprak, su ve damla koşarak mağaraya saklandılar. Biraz sonra orclar kamp yerine varmışlardı. Devriye ekibinin lideri olduğunu tahmin ettikleri iri yarı orc elini havaya kaldırarak durmalarını işaret etti. Gırtlağının derinliklerinden gelen korkunç sesiyle insan kokusu alıyorum! dedi. fazla uzakta değiller! Bulun onları! Bu gece taze et var! Yaklaşık on beş, silah kuşanmış orc hep bir ağızdan bağırmaya, tıslamaya başladı. Etrafa dağıldılar.
hepiniz hazır olun. Dedi tunç. Elindeki yayı gergin bir vaziyette tutmuş, en yakın orca nişan alıyordu. Toprak da yayını gerdi ve bir başka orca nişan aldı. Damla asasını sıkıca kavradı. Su bir parşömen çıkarttı ve belindeki keselerden birinin ağzını açtı.
Kısa boylu çelimsiz çirkin bir orc mağaraya doğru yaklaşmaya başladı benim işaretimi bekleyin. Dedi kısık sesle tunç. Orc adım adım mağaraya doğru yaklaştı. Karanlık mağaranın girişine kadar geldi. Elindeki meşaleyi içeri doğru uzattığı anda tunç bağırdı şimdi! ve okunu fırlattı. Orc bir domuz gibi bağırarak yere düştü. Bağırışı duyan diğer orclar bir anda mağaraya doğru koşmaya başladılar. Toprak nişan aldığı orcu iki atışta indirdi. Damla mağaranın dışına çıktı. Olduğu yerde durdu ve asasını yere vurdu. Yer titredi. Orclar bir an teredüddüt ettiler ama ilerlemeye devam ettiler. Damla bir büyü mırıldanıyordu. Ona doğru çok yaklaşmış olan bir orcu su, buz kütlesine çevirdi. Bir diğerini tunç okla indirdi.
Damla büyüye devam ederken orklar çok yaklaşmıştı tunç kılıcını çekti ve orklara doğru koşmaya başladı, hemen arkasından toprak koşuyordu. Tunç ve toprak ellerinden geldiğince orcları oyalıyordu. Damla büyüsüne devam ederken yerdeki irili ufaklı tüm kayalar havaya kalktı. Ve damla gözlerini açtı, son kelimelerle beraber asasını orclara doğru savurdu, mavi bir ışık eşliğinde tüm kayalar ve taşlar orcların üzerine yağmaya başladı. Neye uğradıklarını şaşıran orklar kaçmaya çalıştılar fakat tunç ve toprak buna izin vermediler. Bütün orcları kılıçtan geçirdiler.
kimse yara almadı değil mi? diye sordu tunç. Kimse den aksi yönde bir ses çıkmayınca çok harika bir iş çıkarttınız
-11-
Orc saldırından bir sonraki gece temkinli uyudular, sık sık nöbet değiştirdiler ve korku ormanının sınırlarına vardılar.
Tunç onlara dikkatli olmaları gerektiğini bir kez daha hatırlattı. onları ormanın diğer tarafında bekleyeceklerini söyledi. Vedalaşıp ayrıldılar.
Toprak ve su, buraya neden korku ormanı dendiğini anlamaya başlamıştı. Henüz yeni girmelerine ve gündüz olmasına rağmen güneşi göremiyorlardı. Birbirlerine yakın bir şekilde bir süre ilerlediler. Etrafta çok değişik böcekler, uzun dallı girift yapılı ağaçlar, eğreltiotları, sarmaşıklar vardı. Zemin kalın bir yaprak tabakasıyla kaplanmıştı. Kalın yaprak tabakasının altında bir şeyler sürekli hareket halindeydi.
dur! dedi toprak ve sunun kolundan tuttu. ileride zeminde hareket eden devasa yılanı işaret etti. Üç adam boyundaki basilisk, çürümüş yaprak zeminde kayarak ilerledi ve gözden kayboldu. daha sessiz ve dikkatli ilerlememiz lazım. Dedi toprak.
Ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe burunlarına iğrenç, keskin bir koku gelmeye başladı. yakınlarda bir bataklık olmalıydı. iri eğrelti otlarını kılıcıyla biçerek ilerleyen toprak tekrar durdu. Çok büyük bir bataklığın dibine gelmişlerdi. Bataklığın içinde parlak renkli kurbağalar vardı. Kimin kırmızı benekleri vardı, kiminin sarı çizgileri. Havada uçuşan yusufçuk böceklerini dilleriyle kapmaya çalışıyorlardı. Bataklığın üzeri ise üstünde kurbağaların durduğu dev nilüfer çiçekleriyle doluydu.
karşıya nasıl geçeceğiz? dedi su büyük bir kaygıyla. Toprak en yakınındaki dev nilüfer yaprağının üzerindeki kurbağaları kılıcının ucuyla dürterek uzaklaştırdı. Büyük ağaçların birinden düzgün iki dal budadı. Nilüfer yaprağının üzerine çıktı ve suyu yanına çağırdı. gel, bununla karşıya geçeceğiz dedi. ben kürek çekeceğim, sen yaprağın üzerine çıkan kurbağaları uzaklaştır. Diyerek dallardan birini suya verdi. Yaprak o kadar büyüktü ki ikisini de taşıyabiliyordu. Bataklığı hızlı bir şekilde geçiyorlardı. Toprak kürek çekiyor, su da sopasının ucuyla nilüfer yaprağına atlayan kurbağaları bataklığa geri itiyordu. Birkaç dakikalık bu bataklık seyahatinin sonunda karşı kıyıya vardılar.
Sık ormanlık burada yerini dev ağaçlara bırakıyordu. Ağaçlar çok büyüktü. Sanki gök kubbeyi ayakta tutan sütunlar gibiydiler. Gri gövdelerinin etrafında on insan çember olsa yine de elleri kavuşmakta güçlük çekerdi. Bataklıktan önceki kısımın aksine burada büyük boşluklar vardı. Geniş alanda etrafı dinleyerek ilerlemeye devam ettiler. Harpylerin varlığında dair hiçbir belirti yoktu.
ilerde bir kaç mağara gördüler, bunlar daha çok dev ağaçların köklerinin altına açılmış oyuklar gibiydi. Mağaraların içinde orclar ve ya trollerin olma ihtimali yüksekti. Çok sessiz bir şekilde mağaraların önünden geçtiler.
işte oradalar! diye fısıldadı su. ilerdeki ağaçların dibindeki geniş çukurluk alanı işaret ederek. Kalabalık harpy sürüsü oldukları yere tünemiş uyuyorlardı. ne yapacağız şimdi? diye sordu su. Toprak belindeki bıçağı çıkartıp suya verdi.
sen bunu al saklan. Ben birini okla vurup kaçmaya başlayacağım, onlar beni kovalarken sen de gidip pençeyi alacaksın
çok kalabalıklar! dedi su. Plan hoşuna gitmemişti.
başka bir seçenek yok. Dediğimi yap. Diyerek saklanması için onu dev ağaçlardan birinin arkasına yolladı.
Toprak yayını eline aldı. Sadağından bir ok çıkartıp yayına geçirdi ve iyice gerdi. Geri renkli, insan suratına benzeyen bir suratı, mor renkli tüylü kanatları, dev pençeleri olan yaratığa doğru nişan aldı. Son bir kez suya baktı. Ağacın arkasına saklanmış onun atış yapmasını bekliyordu. Nefesini tuttu ve başparmağını serbest bıraktı. Okun çıkarttığı ıslık sesine uyanan harpyler birden uçuşmaya başladı. toprak ın vurduğu harpy olduğu yere yığıldı ve can çekişmeye başladı. bütün sürü toprağa doğru çığlık çığlığa uçmaya başlamıştı. Toprak iki tanesini daha vurmayı başardı. Yayını bir kenara fırlattıktan sonra kılıcını çekti. O da sürüye doğru koşmaya başladı. bu esnada su elindeki bıçakla, toprakın ilk vurduğu harpynin yanına gelmişti. Tırnaklarına değmeyecek şekilde ölmüş harpynin pençesini kavradı ve kesmeye başladı. tüm kuvvetiyle biraz bastırınca pençe elinde kalıverdi.
Toprak üzerine saldıran harpylerin pençesinden yere yatarak, sağa sola kaçarak kurtulmaya çalışıyordu. Bir iki tanesinin ayaklarında büyük yaralar açmıştı ama bu fayda etmemişti. Geri çekilmeye niyetleri yoktu. Üzerine hamle yapan yaratıklardan birini daha yaralamıştı ki arkasından bir harpy kanadıyla ona sertçe vurdu. Sırt üstü yere düşen toprakın kılıcı elinde düşmüştü. Toprak yukarı doğru baktığında kendisine yaklaşan büyük pençeyi fark etti kollarını yüzüne siper yaptığı anda ormanda büyük bir kükreme duyuldu.
Az önce önlerinden geçtikleri mağaraların birinden dev bir trol gürültüyü duymuş olsa gerek- harpylere doğru koşuyordu. Topraka saldıran harpyler birden trole yöneldiler. Dev yaratık, elindeki büyük kütükle etrafında uçuşan harpyleri savuşturmaya çalışıyordu. Toprak bu fırsattan yararlanıp ayakalktı. Kılıcını aldı. Uzaktan ona doğru koşan suyu gördü.
pençeyi aldım! gidelim hemen! dedi su.
koş ben sana yetişirim! dedi toprak ve sunun olduğu yöne doğru koşmaya başladı. ilerde yere attığı yayını ve sadağını aldı. Koşmaya devam ederken arkalarından gelen bir şey olduğunu sezdi. Arkasına göz ucuyla baktığında yerde yatan onlarca harpy ve peşlerinden koşan sinirli bir trol gördü.
Trolün bir adımı onların dört adımına bedeldi. Her ne kadar ondan uzakta da olsalar trolün onları yakalaması an meselesiydi. Nefes nefese dur! Kaçamayız! Sen ağacın arkasına saklan! dedi toprak. Su hemen ağaçlardan birinin arkasına saklandı. Toprak trole doğru bir iki ok fırlattı ama kalın derisine ok işlemiyordu. Son bir çare kılıcını çekti ve gardını aldı. Olduğu yerde kımıldamadan trolün ona doğru koşmasını izliyordu. Bu hızla trol ona çarparsa kırılmadık kemiği kalmazdı. Yine de yerinden kımıldamadı. trol yeri sallayan adımlar atarak onun dibine kadar gelmişti ki bir toz bulutu kalktı ve trol birden taşa dönüşüverdi.
Su elindeki parşömeni diğer parşömenlerin arasında koydu. Toprak, önünde duran dev trol heykeline bakakalmıştı. Bir an için öleceğini düşünmüştü.
hadi gidelim. Gürültüyü duyan diğer yaratıklarda gelmeden ormandan çıkmamız lazım! dedi su abisini kolundan çekeleyerek trolün yanından uzaklaştırdı. Ormanın derinliklerine doğru koşmaya başladılar.
-12-
Korku ormanının doğu hududunda kamp kurmuş olan damla ve tunç uzaktan gelen iki çocuğu gördüklerinde yerlerinden fırladılar. Karşıdan onlara doğru koşan çocukların yüzünde zaferin tatlı tebessümü vardı.
Bir araya geldiklerinde uzun uzun olanları birbirlerine anlattılar. Tunç onlar üç gün gelmeyince ormanın içerisine birkaç kısa keşif yapmış ama izlerine rastlayamayınca ve biraz da kuralları ihlal etmemek için- geri dönmek zorunda kalmış. Toprak ve su, onlara bir gece ağaç tepesinde sabahladıklarını ve ondan sonra hiç uyumadıklarını anlatmışlar.
Muzaffer iki çocuk, her ne kadar da gözlerine sevinçten uyku girmese de, tunç ve damlanın ısrarıyla biraz uyumuşlar.
Ertesi sabah çıkılan dönüş yolculuğu on iki gün sürmüş. Tunç ilk uğradıkları köyden alaşehire bir ulak yollayıp, dönüş yolunda olduklarını haber etmiş.
Alaşehire vardıklarında taşlı yol üzerinde toplanan halk onları büyük bir coşkuyla karşılamış. Toprak, kendisine kılıcı hediye eden demirciyi kalabalığın arasında görmüş ve ona ejderhanın ininden aldığı altın tepsiyi hediye etmiş. Kılıcının hünerleriyle ilgili hikayeleri uzun uzun anlatacağına dair bir söz de vermiş demirciye.
Coşkulu kalabalık mavi konağın kapısına kadar onları takip etmiş. Mavi konağın kapısına vardıklarında onları ulu kral, büyücü poyraz ve kraliçe meltem karşılamışlar. Merdivenleri ikişer ikişer inen yaşlı büyücü poyraz kollarını daha merdivenlerin başında açarak hoş geldiniz! Hoş geldiniz! diyerek iki genci kucaklamış.
Merdivenlerin tepesine çıktıklarında ulu kralı eğilerek selamlamışlar. Kral elini havaya kaldırmış ve tüm şehir birden sessizliğe bürünmüş. Tunç boynundaki çantayı topraka uzatmış. Toprak, çantanın içindekileri bir bir çıkartmaya başlamış.
Bir adet ejderha yumurtası, bir minator boynuzu, anka kuşu tüyü ve harpy pençesi.
Kral bu dört ganimete gülümseyerek bakmış ve konuşmaya başlamış. siz iki genç! Bu getirdiğiniz ganimetlerin hepsinin gerekliliklerini yerine getirecek tabiattasınız! Ejderha yumurtası, içinizdeki cesaretin bir sembolüdür! Çok az kimsenin içinde cesaret ateşi yanar! Minator boynuzu gücünüzü simgeler! Canlıların gücü sadece kaslarında değildir! Aklı da güçlü olmalıdır. işte bu akıl gücü ve bilgeliğinize anka kuşu tüyü simgeler! Harpy pençesi ise sizin kararlarınızı ve bu kararlardaki kesinliğinizi simgeler
Tüm bu ganimetleri bana getiren sizler, ulu kralın görevini başarılı bir şekilde yerine getirdiniz! Ben de size benden istediğinizi vereceğim
Kılıcını çekti ve genç toprak diz çök!
Toprak ulu kralın önünde diz çöktü, kalbi hiç olmadığı kadar hızla atıyordu.
benimle beraber söylediklerimi tekrarla! dedi ulu kral. her ne sebeple olursa olsun
Toprak tekrar ediyordu. her ne sebeple olursa olsun
canım pahasına bile olsa yalan söylemeyeceğime
canım pahasına bile olsa yalan söylemeyeceğime
yüreğimdeki cesaret ateşini
yüreğimdeki cesaret ateşini
daima canlı tutacağıma
daima canlı tutacağıma
doğruyu savunmaktan asla vazgeçmeyeceğime
doğruyu savunmaktan asla vazgeçmeyeceğime
tüm varlığım üzerine yemin ederim!
tüm varlığım üzerine yemin ederim!
Ulu kral kılıcıyla toprak'ın omuzlarına dokundu.
şövalye olarak kalk!
Mavi konağın kapısında birikmiş tüm Alaşehir onları alkışlıyordu. Toprak ve sunun gözleri dolmuştu. Tunç ve damla topraka sarıldılar.
sana gelince genç bayan, seni baş büyücümün ikinci yardımcısı ilan ediyorum, iki tane çok kıymetli öğretmenin oldu. Değerini bil dedi ulu kral.
teşekkür ederim kralım! dedi su yanakları yine kızarmıştı, bu sefer mutluluktan.
Böylece iki kardeş uzun süren bir maceranın sonuna gelmişlerdi. Başarılarını kutlamak için alaşehirde bir hafta süren bir karnaval düzenlendi. Karnavalın ilk gecesi kısaselvi köyüne dönüp babalarıyla hasret giderdiler. Daha sonra onu da yanlarına alıp alaşehire yerleştiler.
Halk ne kadar onlara gıpta etse de hikâyelerini dinleyince biraz korktular. Kimse onların geçtiği yollardan geçmeye cesaret edemedi. Kral ateş sonradan bu olaya çok itiraz etti. iki kişi oldukları için ganimetlerin her birinden ikişer tane olması gerektiğini söyledi. ama başarılı olamadı iddiasında. Durumu kabullenmek zorunda kaldı. Hatta kral ateşin birkaç kez topraktan ülkesine saldıran orklarla ilgili yardım istediği bile söylendi bir aralar
-13-
masalcı artık köz olmuş kamp ateşinin başında piposunu tekrar yakıyordu.
söylentiler bir yana dursun, o iki genç hayallerinin peşinden koşmuş ve onları elde etmişlerdi. Toprak uzun süre ulu kralın muhafızlığını yapmış, tunç öldükten sonra kraliyet muhafızlarının komutanı olmuş. Su ise baş büyücülük görevine geçen damlanın yardımcılığını yapmış. Onlar kaderlerine razı olmadılar, kaderlerine yön verdiler ve ölene kadar mutlu yaşadılar
Masalcı son cümlesini bitirdikten sonra çantasını sırtlandı. Piposundan bir nefes daha çekti. bu gecelik bu kadar çocuklar Gitme vakti. Yolum uzun
bir daha ne zaman geleceksin masalcı? diye sordu çocuklar hep bir ağızdan. Gidişinden pek memnun değillerdi.
çok sürmez yeni hikayeler öğrenip yanınıza gelirim
Badem birden atılıp masalcıya: peki büyücü poyraz? Ona ne olmuş?
sır saklayabilirsen... Dedi masalcı ve birden ortadan kayboldu