tokluğu unutan yaban

entry3 galeri0
    1.
  1. "non dovevi fare!" diye bağırdı suratıma, henüz italyanca'da, dil bilmenin ikinci aşaması olan, "duyduğun lisanda anla" noktasına gelmediğimden, cümleleri türkçe alıyor, kafamda italyanca'ya çeviriyor, bunu yaparken "google çeviri"'den daha yavaş olduğumdan, bilgisayarların beynimden hızlı çalıştığını düşünüp hüzünleniyordum. yavaş çalışan beynim bir de hüzünlenince iyice ağırlaşıyor, karşımdakine bir nasrettin hoca misali hazır cevap davranamıyor, bu da ezildikçe ezilmeme neden oluyordu.

    nereden bulmuştum ki ben bir italyan kız arkadaş.

    "non dovevi fare!", türkçe aldım cümleyi beynime önce, sabahları uyanınca peynirini yemeden önce yüzünü "dove" ile yıkayan bir fare canlandı gözümde, suratını sabunladıktan sonra beyaz saç bandı ile, beyaz iri fayanslı banyoda aynaya mutlaka bakıyor, bir kere de; "sabunlu sabunlu neden bakıyorum aynaya, neden direkt durulamıyorum cildimi" demiyordu. duru cildin sırrı, sabunlu surat ile aynaya bakıp gülümsemekti, ve bu cümlede geçen fare de her sabah bunu yapıyordu.

    "non dovevi fare!", türkçe aldığım cümleyi, anlamlandırmaya çalıştım;

    "non" olumsuzluk belirtiyor,
    "dove" oldu mu, böyle -malıydın, -meliydin gibi bir anlam geliyor,
    "dovevi" sıvama belirtiyor,
    "fare" yapmak demek, tamam, hepsini birleştir,

    "yapmamalıydın!".

    öfkeyle suratıma bakıyordu, bir cevap vermem gerekiyordu, en ürkek ses tonumla, "che cosa?" diye sordum, "che cosa", italyanların, "yahu bu kübalıların che guevera'sı var, bizim de neden bir che cosa'mız olmasın" diye yarattığı bir kişilik değildi, sadece "neyi?" demekti.

    soruma sinirlendi, burun deliklerini şişirdi, siyah kalem ve rimel sürülmüş zeytin gözleri ile bana öfkeyle bakıp, hızlı hızlı yürümeye başladı, çizmesinin ince topuklarından çıkan "tak, tak" sesleri onunla birlikte uzaklaştı, koskoca meydanın ortasında kalakalmıştım, iyi de yaptığım kötü bir şey değildi ki, ben türk'tüm, avrupa'lı değil...

    ***

    "bu yoğurtların da normali yok mu?" diye sordum, marketin alışveriş sepetini, türlü türlü yoğurt ile doldurmaya çalışan ona.

    her türlü meyvayı kombinlemiş olan yoğurt üreticisi firmalar, kattıklar her meyvadan sonra, sanki çok önemli bir arge çalışması yapmışcasına, yeni bir tat, yeni bir lezzet yazmışlardı ürünlerinin üstüne, kivi ve çilekli yoğurt boynu bükük bir şekilde bakıyordu, üzerinde "yeni" yazan daha parlak paketli yoğurda, halbuki tek farkları, yenisine bir miktarda franbuaz eklenmesiydi.

    "normal derken?" diye sordu, muzlu-ballı-kavunlu üstelik limonlu yoğurdu incelerken, "normal işte, içinde bir şey olmayan sade yoğurt", "hee" dedi, "greco", milliyetçi damarım kabardı, "non greco, turco turco" dedim, anlamsızca suratıma baktı, bilmiyordu tabi yunanlardan çektiklerimizi, cacığımızı "zaziki", baklava'mızı "bakalava" yaptıklarını, "neyse" dedi, bir rafı gösterdi, mehter marşını mırıldanarak gösterdiği rafa doğru ilerledim.

    "anne hadi şekerli yoğurt yapsana ya" derdim çocukken mutlaka her okul dönüşünde, şekerli yoğurda bayılırdım, pastanın sadece misafir geldiğinde alındığı, puding'in bayram nedeni olduğu, ay çöreğinin lüks olduğu günlerdi. annem beni kıramaz, kocaman yoğurt kabından kaşıkla aldığı yoğurdu bir kaseye yığar, üstüne toz şeker serperdi. ben de o kap ile birlikte bir de kaşık alıp, oturma odasına koşar, televizyonun önüne diz çöküp, he-man izleyerek, önce yoğurdu güzelce karıştırır, sonra yemeye başlardım. ne kadar karıştırsanız da yoğurdun içinde şeker çözülmezdi, yerken kıtır kıtır ağzınıza gelirdi, ama ben öyle severdim, hafif ekşi yoğurdun içinde, dilinizin keşfettiği her şeker tanesi, şekerin değerini anlamanıza neden olurdu.

    "e ne yapacaksın yunan yoğurdunu?" diye sordu, "şeker ekip yicem" dedim, "e ama var zaten şekerlisi" dedi şaşırarak ve eleştirerek, onlarda keşfedilecek saklı güzellikler olmadığını açıklamaya dilim yetmeyeceğinden, "ben böyle seviyorum" dedim sadece, yoksa nasıl anlatırdım, şekeri içinde homojen dağılmamış bir şekerli yoğurdun, çirkinlikler içinde güzellikleri görmeye çabalayan bir nesil yarattığını.

    ***

    sevgili içinde kaldığımız masada dört kişiydik;

    ben,
    sevgilim,
    sevgilimin eski sevgilisi,
    sevgilimin eski sevgilisinin yeni sevgilisi.

    her ne kadar bu yemeğe gelmemek için diretsem de dinletememiştim, kesinlikle anlamıyordu, "eski sevgilim ile o kadar zaman geçirmişim, tabi hayatımın bir parçası olacak" diyordu. "avrupa'lıdır" dedim, üstelemedim. aslında demek istiyordum ki, "bak gabriela, seni çıplak gördü mü bu adam, gördü, e o zaman, yine görünce seni, çıplak halin aklına gelecek, ben de yanında böyle çağdaş çağdaş dikilmek zorunda kalacağım, bu beni bozar, bu beni hırpalar." ama diyemedim, "beni bozar" nasıl denirdi zaten bilmiyordum.

    yemek boyunca gerginliğim devam etti, yeni sevgililer olarak, sevgililerimizin yaptığı çılgınlıkları dinliyorduk, diğer yeni sevgili olan kızda çok memnun değildi aslında halinden, ama kendine sürekli "avrupa'lıyım ben, bu bana normal gelmeli, koskoca birlik kurduk euro bastık, bu mu anormal gelecek, yok artık!" diye telkinde bulunduğunu, arada bir ağzının sağ kenarını bükerek, dudağının iç kısmındaki eti kemirmesinden anlıyordum.

    eski anılarından bahsettikçe, şarabın da etkisiyle çoştukça çoşan eski sevgili, bir ara "canım ya yine gidelim mutlaka fransa'ya" dedi sevgilimin masada duran elinin üstüne elini koyarak. "höytt" dedim içimden, "neler olmuş acaba o fransa'da", şaraba yüklendim. "canım şunu da mutlaka yapalım yine, bunu da yapalım mutlaka" diye diye, "çocuk da yapalım" demesine ramak kalmıştı türk olsa apaçi diyeceğimiz, italyan olduğu için baş tacı edilen eski sevgilinin. ortama ağırlığımı koymam gerekiyordu artık.

    diğer yeni sevgili ile muhabbete başladım, sevgililerimiz dikkat kesilip bizi dinlemeye başladılar, yemeklerden bahsediyordum, "yemeğini sevdin mi", "etini nasıl pişmiş seversin", "okyanus tuzu mu, deniz tuzu mu" diyerek vedat milör'den öğrendiğim her şeyi döktüm masaya, en son çok sevdiği bir yemeği iyi yapan bir lokanta bildiğimi söyleyip, elimi elinin üstüne koydum, gözlerine bakıp, "gidelim mutlaka bir gün" dedim. sanıyorum ne yapmaya çalıştığımı anladığından elini çekmedi ve gülümsedi.

    ortam bir anda buz kesti. o çağdaş, o modern italyan erkeği, birden hızlı ve sert bir şekilde konuşmaya başladı, arada bana bakıyor, arada sevgilisine bakıyor, ama susmuyordu. kızın elinden elimi yavaşça çekip, ayağa kalktım, eski sevgilisi ile tartışmaya başlamış olan sevgilime, "hadi gidelim" dedim, yaptığımı onayladığından değil, eski sevgilisinin bağırmalarına daha fazla katlanmamak için "tamam" dedi. kalktık. kızın elini sıkıp, "tanıştığımıza memnun oldum" dedim, adama sadece gülümsedim. kasaya gidip, paranın üzerimize düşen kısmını ödeyip dışarı çıktık.

    kendimi bir kahraman gibi hissetmem, sevgilimin birden durup, suratıma bağırmasıyla son buldu;

    "non dovevi fare!"

    ***

    çizmesinin ince topuklarından çıkan "tak, tak" sesleri onunla birlikte uzaklaştıktan sonra, meydandan, nehir kenarına yürüdüm. niyetim bir sigara içip, evime dönmekti.

    sigaramı yakarken, gidişine üzülmediğimi fark ettim, zaten hiç olmamıştı ki;

    masamın üstü çeşit çeşit yemek ile doluydu ama tükürüğüyle ıslattığı parmağının ucuyla masadan topladığı simit susamlarını demli çayının son yudumuna katık yapandan daha açtım.

    meyveli yoğurt dolu bir şehrin, şekerli yoğurt seven tarla faresiydim.

    ne kadar yesem de, sevmediğim, alışık olmadığım doyurmuyordu beni.

    artık ulaşılmaz olan şekerli yoğurt,

    acaba halen dove ile mi yıkıyordu yüzünü...
    25 ...
  2. 2.
  3. kadir abi? experimental sen misin?

    *

    bu hikayeyle ilgili düşündüklerimi yazmadan önce experimental'i, başlık seçiminden dolayı tebrik ediyorum. hikayenin son cümlesini okuduktan sonra dönüp bir daha başlığa bakınca, usta bir mizah çıkıyor insanın karşısına. tokluğu unutan yaban'ın başrolündeki erkek karakter, yeşilçamın yaban filmindeki kadınların en sevdiği erkek profili olan başrol oyuncusunun türevlerinden biri aslında.

    bu hikayedekine benzer bir olay interrail ile avruapa'ya okumaya giden, bir arkadaşımın başına da gelmişti. o yüzden ayrıca tebessüm ettim. yeri gelmişken buna benzer medeniyet çatışmalarında, türklerin zekalarıyla daima bir adım önde ve baskın olduklarını belirtmeliyim. ayrıca experimental yalnız sallanmayı öğrenmek'teki gibi bu hikayede de zaman tüneli yöntemini başarıyla kullanmış.

    *

    experimental'in hikayeleri gurbet ve özlem kokuyor. insanın içini yakan bir duyguyu bağırıyor: anne sevgisi. hepimiz annemizi çok severiz. ama experimental gibi bu sevgiyi hikayelerde, bu kadar güzel şekilde ele almak kolay değil. yalnız sallanmayı öğrenmek'te "terleme" diyen anneyle, tokluğu unutturan yaban'daki şekerli yoğurt yapan anne o kadar yalın bir şekilde aktarılmış ki... eve gidence o meleğe sarıltacak kadar samimi.

    yine de bu yaştan sonra yoğurda, şeker katmamasını experimental'e nacizane tavsiye ederim. malum kalp, damar... bir de he-man izleyemeyince ağlayan, yemek yemeyen, konuşmayan çocukluk geçirmiş biri olarak, buradan kendisine ayrıca selam çakıyorum. ve klavyenin başında içimden avazım çıktığı kadar bağırıyorum:

    gölgelerin gücü adına

    *

    küçük bir imla hatası: birinci üç yıldızdan sonraki, ikinci paragrafta kattıklar'a ı eklenmeli. bir de tokluğunu unutan yaban, yalnız sallanmayı öğrenmekle karşılaştırıldığı zaman çok çok başarılı bir hikaye. demek istediğim experimental, yazarken kendi içinde belli bir istikrarı yakalamalı. bu yüzden daktilo ile ilgili hikayesinde beklentimin yüksek olduğunu belirtmek isterim.

    bir de avrupalılar yoğurdu yunanlılarla özdeşleştirmelerini, şuna dayandırıyor olabilirler: #11025989
    2 ...
  4. 3.
  5. kıskandırmak için kullanılan sihalın kendisine karşı kullanılabileceğini asla unutturmayacak bir hikaye. çok başarılı.
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük