slovaj zizek, titanik filminin politik mesajlar verdiğine yönelik tartışmalara, james cameron'un bir başka filmi olan avatar ile ilgili yazdığı makalesinden titanik filmine geçiş yaparak şu şekilde katılır:
"cameron'ın bundan önceki gişe filmi titanik de gerçekte geminin buzdağına çarparak yaşadığı felaketle mi ilgilidir? tam felaketin gerçekleştiği ana dikkat: genç sevgililer (dicaprio ve winslet) ilişkilerini kesinliğe kavuşturduktan hemen sonra güverteye döndüklerinde yaşanır felaket. daha da hayati olanı, winsletin sevgilisine gemi ertesi sabah new york;a vardığında onunla kaçacağını, yani gerçek aşkıyla yoksul bir hayatı zenginler arasında yanlış, çürümüş bir hayata tercih edeceğini söylemesidir. bu anda gemi, asıl felaket olacağı aşikâr olan şeyi, yani çiftin birlikte yaşayacağı hayatı önlemek babında buzdağına çarpar. günlük hayatın sefaletinin, kısa süre sonra onların aşkını öldüreceği kolayca tahmin edilebilir. dolayısıyla felaket onların aşkını kurtarmak, çiftin aslında ilelebet mutlu yaşayacağı; yanılsamasını sürdürmek için vuku bulmuştur. dicaprionun son dakikaları daha açık bir ipucu daha barındırır. suda donarak ölmekte olduğu sırada winslet büyük bir tahta parçasının üzerinde güvendedir. dicaprio;yu kaybetmekte olduğunun farkında olan winslet, "seni asla bırakmayacağım" diye feryat eder; ve bunu söylerken, sevgilisini elleriyle uzağa itmektedir.
niye? çünkü dicaprio vazifesini ifa etmiştir. titanik bir aşk hikâyesinin altında başka bir hikâye anlatır. kimlik krizi yaşayan şımarık bir yüksek sosyete kızının hikâyesidir bu: kafası karışmıştır ve dicaprio aşk partnerinden ibaret olmanın ötesinde, işlevi kızın kimlik duygusunu ve hayat amacını tesis etmek olan bir tür ;sırra kadem basan aracı;dır. dicaprionun dondurucu kuzey atlantik denizinde kaybolmadan önceki son sözleri bir aşığın değil, kıza kendisine karşı dürüst ve sadık olmasını öğütleyen bir vaizin sözleridir.
cameron;ın yüzeysel hollywood marksizmi (aşağı sınıflara kaba saba bir biçimde iltimas geçerken, zenginlerin acımasız bencilliğini karikatür düzeyinde tasvir etmesi) bizi yanıltmamalı. yoksullara yönelik bu sempatinin altında, ilk bütünlüklü tezahürünü rudyard kiplingin cesur kaptanlarında bulan gerici bir mit yatıyor. cesur kaplanlardaki hikâye, krizdeki genç ve zengin bir insanın, yoksulun kanlı canlı hayatıyla kısa ve yakın bir temas sayesinde yaşama gücü kazanmasıyla ilgili. yoksula duyulan şefkatin arkasında, vampirce bir sömürme yatmaktadır.
bugün hollywood bu formülü giderek kenara bırakıyor gibi. fakat avatarın bir çift yaratmayı öngören eski formüle sadakati, yani tümüyle fanteziye bel bağlaması ve yerli bir prensesle evlenip kral olan beyaz adama dair hikâyesi, onu ideolojik olarak muhafazakâr, eski moda bir film kılıyor. teknik parlaklığı bu muhafazakârlığı örtmeye hizmet ediyor. siyaseten doğru temaların altında (emperyalist işgalcilerin askeri-sınai kompleksine karşı koyan ekolojik yerlilerle saf tutan dürüst beyaz adam), kaba ırkçı motiflerden mürekkep bir silsile var: dünyadan kovulmuş ama güzel bir yerel prensesin elini tutup yerlilerin nihai savaşı kazanmasına yardım etmeye muktedir bir felçli. film bize şunu öğretiyor: yerlilerin tek seçeneği insanlar tarafından kurtarılmak ya da yok edilmek. sadece emperyalist gerçekliğin kurbanı olmakla beyaz adamın fantezisinde kendilerine biçilmiş rolü oynamak arasında tercih yapabilirler"