bence gayet iyi izlenebilir biyografi filmidir.
ne kadar kurgu da olsa da, jesse eisenberg bence mark zuckerberg'ten daha bi dahi görünmüştür.
2 dakika önce sorulan soruyu, aynı anda farklı bi konu anlatırken 3 dakika sonra hatırlayıp cevaplaması ve karşısındakini sakilleştirmesi, hazır cevapları ve üstün zeka tavırları mükemmeldi.
yani o derece bunda iş yoktur gibi görünen adam, kendini karşısında insanların aptallaşabildiği bi karaktere sokabilmiş hayret edilesidir.
filmdeki karakterleri, gerçekleriyle karşılaştırdığımızda elbette fazla yakışıklı tipler ama jesse eisenberg yolda görsen bakmayacağın tipten bi insan, buna rağmen filmi her seferinde kendi diyalogları, tavırları için izletir bana.
bi de harvard öğrencilerinin ortalamanın üzerinde zekaya sahip olduklarını daha ilk dakikadan izleyiciye kabullendirme çabası da vardı.
bar sahnesi, mark ve erica albright -mark zuckerberg'in o anki sevgilisi- diyaloğu;
mark: ders çalışmak zorunda değilsin.
erica: neden sürekli bunu söyleyip duruyosun!?
mark: çünkü boston üniversitesinde okuyorsun.
filmin her sahnesi, gerçekte olup bitene az mı yoksa çok mu yakın orasını bilemem ama, bu film gerçekten izlenebilir mitelikte. üşenmeyip bluray indirmiştim 2. izlediğimde o derece beğendim. imdb'den aldığı notu sapına kadar haketmiştir.
the social network (sosyal ağ) da oscar da yarışan filmler arasındaydı. Film facebook'un nasıl kurulduğunu anlatıyor ve 8 dalda aday gösterilen sosyal ağ, sadece 3 tane ödül alabildi.
filmin senaristi aaron sorkin, en iyi uyarlama senaryo ödülünü alırken, trent reznor ve atticus rossun yaptıkları müzik, en iyi film müziği ödülüne layık görüldü. the social network ayrıca en iyi montaj ödülünü de aldı.
gerçek ve çok iyi bildiğimiz bir hayat hikayesinden uyarlandığı için sürükleyiciliği konusunda hiç bir şüphe olmayan film. zaten fincher eli de değmiş daha ne olsun dedirtir. film bünyesinde ciddi mesajlar barındırıyor. ders alınasıdır.
--spoiler--
eduardo nun ilişki durumunun nasıl değiştirileceğini bilmemesi yöneten ve yönetilen ilişkisini çokk iyi anlatıyor. adam kurucusu ama üretmekten tüketmeye zaman bulamıyor, biz tüketen hazır yiyiciler ise her şeyi çok iyi biliyoruz. ama parayı onlar kazanıyor.
birde filmin sonunda zucker in sevdiceğinin arkadaşlık isteğini kabul edip etmediğini merak ettiği sahne vardır ki zucker in bile duyguları olduğunu gösterir, orijinaldir efendim...
--spoiler--
etkileyici bir film. etkileyici bir hayat hikayesi. izledikten sonra "vay be!" dememek elde değil.
facebooka girerken artık başka şeyler de düşüneceğime eminim. özellikle bu kadar takılmışken olayın çıkışını bilmeyenlere şiddetle tavsiye ediyorum. geç değil. bu kadar bağımlısı olduğumuz bir siteyse bu eğer; izlemeye kesinlikle değer. **
sonu saçma biten filmdir. herşeyin aslında düşünüldüğü gibi olmadığını, mahkemenin bitip iki arkadaşın barıştığını falan görmek isterdim. oysa ki mahkemenin sonunu bile göstermediler.
esas oglanın reddilmesiyle başlayan ve akabinde bütün eyaletteki kızların resimlerini bi portal vasıtasıyla erkeklere oylatması ilginç sahnelerden biridir. Mark Zuckenber ayrıca filmde yerden yere vurulumuştur oda ayrı bi konudur. Kendiside çogunun gerçegini yansıtmadıgını söylemiş olmasıyla beraber kafamda kesin bunları yapmıştır çamura yatıyor yavşak kuşkusu uyanmıştır bi anda yaptıgı yavşaklar sırasıyla fikir çalma, en yakın arkadaşı satma, mahkeme heyetni kandırma amacıyla envayi çeşit yalan ve entrika son olarak final sahnesinde filmin başıonda şut yedigi kızı arkadaş olarak eklemiştir.
filme gelirsek kesinlikle sıkmayan bir film. fincher öyle bir kurgulamış ki filmi sıkılmak mümkün değil. film çok akıcı ve hiç sıkıldığımı hatırlamıyorum. her türlü duyguyu da hissedebiliyoruz filmi izlerken. sean ve mark a nefret, eduardo ya da acıma duygularını hissetmeniz olası.
güzel film, tam oscarlık. sıkmıyor. içine çekiyor. hatta yahu şimdi ne yapmalıym diye sordurtuyor, sorgulattırıyor, karma karışık bir hal alıyor. sonunda da tereyağının üzerinden kılı alma rahatlığı kadar rahat ve kolay bir şekilde rahatlatıyor. hatta insana bişeyler yapma isteği bile getiriyor. en azından depresyondaki birini ağlatmıyor.
yarasa misali 22:00 - 06:00 saatleri arasında 3 bilgisayar arasında, bi yandan web program geliştiren, bi yandan işletim sistemleriyle boğuşan, bi yandan gündelik işlerini halletmeye çalışan ve fikir arayışı içinde olan bilgisayar mühendisliği öğrencisi bünyesinde doping etkisi yaratan ve gazın azaldığı dönemlerde tekrar izlenmesi gereken, bir nevi facebook filmi.
işlediği konu facebook değil de herhangi bir site olsaydı asla ve asla sansasyon yaratamazdı. ilgi çekici bir tarafı olmayan, hatta diyaloglarıyla sıkan bir film.
deyvid pıncır abimizin son filmi. kendisi ne eylerse güzel eyler arkadaş.
hiçbir beklentim olmadığından seyretmeyi erteleyip duruyordum. dün bir fırsat bulup izledim, ve neden en iyi senaryo odulunu aldigini anladim. çok zekice ve akıcı diyaloglarla örülü bir senaryo yazmışlar. çok basit bir konuyu, hiç sıkmadan anlatmayı başarabilmek oskarlık bir durumdur zaten başlı başına. filmi başından izlemeyip ara ara gelip giden bir arkadaşınız ne sıkıcı bir film lan bu diyebilir. ancak bütünü iyi kötü sarmaktadır insanı.
dünyada en pahalı şey, iyi bir fikirdir.
ipnesin mark, çok ipnesin.
bu filmi izleyen her bilgisayar mühendisliği öğrencisine** "benim ne eksiğim var?" dedirtip html,css,php,mysql vb.. şeyler öğrettirip, üstüne bir de domain aldırtıp bir site açtıran filmdir. o sitelerin hiçbir facebook olmamıştır, olamayacaktır. ne eksiğimiz olduğunu da bir türlü çözemedik.
facebookun kuruluşunu magazinsel olarak anlatmış film. gerçekten iyidir çarpıtmadan düz bi anlatım olmuş. çalıntı fikirle zengin olan adamın hikayesi anlatılıyor.