Geceleri yavaş ölüyorum ben. Her zaman yavaş ölüyorum aslında. Savaş alanında bırakılmış, ya da hiç dikkat çekmemiş, kolları olmayan bir asker gibi. Ama geceleri daha da yavaş ölüyorum. Sonra şu bulutun öbür ucunda birileri var. Onları duyar gibi oluyorum. Onları en çok geceleri duyuyorum; bir şeyler fısıldıyorlar sanki. Birden onları özlemeye başlıyorum. Dediklerini anlayamadan sessizliğe kaçıyorlar; sessizliğin tekin kalesinin tekinsiz mahzenlerine. Onlar susunca ben bağırıyorum, tekrar fısıldasınlar diye. Sonra kollarım şişiyor balon gibi, ve anında iniyor. Kollarım uyuşmaya başlıyor, onları hissetmiyorum. Birden kolları olmayan o asker olduğumu hatırlıyorum. Bundan doğal ne var ki, kolların yok senin! diyorum kendime. Tam onların yokluğuna alışacakken kollarım geri geliyor. Ben kollarımla ne yapacağımı bilmiyorum. Sonra birden uçurumdan düşen bir kadın oluyorum. Hayır, yanılıyorum. Bir ağaçatan düşüyorum ben, gürültü etmiyorum ama. Dallara çarpıyorum düşerken, ağaç uzun. Çarptığım dallar durduramıyor beni, çok güçsüzler. Düşüşümü yavaşlatıyorlar sadece. Sonra kollarımı hatırlıyorum; biraz geç hatırlıyorum çünkü yokluğuna alışmıştım neredeyse. Uçlarında ellerim sarkıyor. Ben ellerimle ne yapacağımı da bilmiyorum ki! Bir ayakkabı cini kafamın içinde uyanıp, Dallara tutunsana şapşal! diyerek kıkırdıyor. Sonra burun deliklerimden kaçmaya çalışıyor. Kaçamıyor; genzimden mideme düşüyor. Asit onu bile eritti işte. Ayakkabı cinini dinlemeye karar veriyorum, tutunmaya çalışıyorum. Fakat gövdem ağır. Ellerim çok küçük; bir işe yaramıyorlar. Ben küçükken biri bana işe yaramadıklarını söylemişti. Hatırlayamıyorum kim olduğunu, ama hakkı varmış. Bir halta da yaramıyorlar be! Yavaşça düşüyorum. Ağaç uzun. Düşerken bulutun öbür ucundakiler aklıma düşüyor. Onlar olsa yardım ederdi diye düşünüyorum; eminim üzülüyorlardır bu halime. Gördüklerine eminim beni. Görmeseler nasıl fısıldarlar ki? Geceleri daha hızlı düşüyorum. Birileri ağlıyor bu sırada. Birileri umursamıyor; eski bir şehrin 18. Yüzyıldan kalma yapılarının arasında gününü gün ediyor. Şarap onları daha da umursamaz yapmış belli ki. Keşke şarap içmeselerdi, belki umursarlardı o zaman. diye mırıldanıyorum. Sonra kimsenin düşüşüme gülmediğini farkediyorum aniden. Seviniyorum bu duruma, gülümsüyorum; balkabağı mucizesi beni de bulmuş gibi. Bu sırada dallar ciğerlerime saplanıp delip geçiyor. Kan çıkmıyor o yırtıklardan, küçük adamlar dağılıyor etrafa. Küçük adamlar ve kadınlar. Gelincik sepetleri var kadınların ellerinde. Erkekler kiraz ve elma taşıyorlar küfelerinde. Yorulmuşlar belli ki, yüzlerindeki ifadeye baksanıza! Hayır, yanlış anlamayın beni, emretmiyorum. Ama şu gülümselere bakın allahaşkına! Kurtulduklarına sevinen yorgun gülümsemeleri var. Herkes kan sanıyor onları, bulutların ötesindekiler bile. Hayır, onlar masum! diye bağıracak oluyorum. O anda bir dal saplanıyor tam çenemin altına. Tam da annemin küçükken beni hep öptüğü yere. O anda çektiğim acı aklıma gelmiyor bile. Annem görmez umarım, nasıl da üzülür yoksa. diyorum. Görmese de biliyordur gerçi; anneler herşeyi bilir. Küçükken ben, her şeyi anneme sorardım. Tandığım en zeki insandır annem. Gelincik taşıyan kadınlar kadar masum. Durun durun, onlardan daha da masumdur benim annem. Artık bağıramıyorum da, bunu da biliyor annem. Düştükçe acı çekiyorum, ciğerlerimden küçük insanlar kaçıştıkça acı çekiyorum. insanlar benden hep kaçıyor. Küçük bir çocukken bile sokakta hep tek başıma oynardım. Ama eve döndüğümde hep annem vardı, onunla oynardım ben. Kaçmazdı o çünkü. Bir gün onun da kaçıp gidecek olduğu aklıma geliyor ansızın. Ağlamaya başlıyorum. Tam ağlarken gözlerime dallar saplanıyor. Umursamıyorum, ağlamaya devam ediyorum. Babam geliyor sonra. Elinde poşetler. Poşetlerin içinde ekmek var, peynir var. Kola da almış diye seviniyorum, ama çenem dağıldığı için içemeyeceğim aklıma geliyor. Bakmayın, babam da amma zekidir. Yapamayacağı, elinden gelmeyecek iş yoktur. Sovyet döneminden kalma kurmalı bir cep saati gibi tıkır tıkır çalışır kafatasının içindeki mekanizma. O da tanıdığım en zeki insandır, ama onun zekası başka. 20. Yüzyılın endüstri devlerine, ekonomi simsarlarına ait bir zeka babamınki. Babam ağladığımı görüyor; poşetten ekmek ve peyniri çıkartıp onlarla gözyaşlarımı siliyor. Belli etmek istemiyor ama o da ağlıyor. Babalar ağlamaz, ağlamamalı. Ağlasa da bilinmemeli.
Ben artık düşmek istemiyorum. Bir dilek çaputu misali dallardan birine asılı kalayım, sivri dallardan biri omuriliğimi parçalayıp beni durdursun istiyorum. Bulutların ötesindeki insanlardan da ses yok gayrı. Artık daha başka sesler duyuyorum; ama bunlar farklı, ya! Daha anlaşılmaz, daha tiz. Ortaçağdan geliyor bu sesler. Korkutucu. Ama bunlar da kollarımı uyuşturuyor, görevini de iyi yapıyor ha! Ben ise kollarımın o halini unutup hala tutunmaya çalışıyorum. Beceremiyorum. Öyle ya, ben hiç akıllanmıyorum.