liselilerin tamamı ve üniversitelilerin yarısının bilmesine çok inanmadığım gruptur. babamdan öğrenmiş birisi olarak insanı zappa gibi dinlerken yormaz ve bass-vokal konseptinin yanında arada o saykodelik tonuyla olaya pandik atan gitarı da hissedersiniz kulaklarınızda eargasm yaşarken....
insanı birbirinden farklı ruh hallerine sokan sayılı gruplardandır. sabah sabah metroda dinlemenizi tavsiye ederim.
Kim ne derse desin umrumda değil; wild mood swings albümü bir efsanedir! Die hard fanlar gelsin elime konuşsun. Trilogy oluşturan o üç albüme saygım var, taş gibi şarkılar var oralarda inkar edemem, ama wild mood swings'in bendeki yeri apayrıdır. Sırf "Want" şarkısı bile insanı astral yolculuğa çıkarmaya yeter.
bir başka enfes ingiliz gruplarından biridir . birçok harika parçalarının içinden nasıl olurda ' The crow ' soundtrack'i olan ' Burn ' yazılmaz anlamış değilim .
Plastic passion, friday i'm in love, tainted love, just like heaven gibi efsane şarkılara sahip olan grup. kaç gündür kime denk geldiysem ya bilmiyor ya sevmiyor allahsız kitapsızlar sinir ettiler beni.
Lovesong, in love gibi şarkıları seslendirmiş yabancı dil bilinmediği halde bile şarkıyı dinledikten sonra kalpte ufak çarpıntılar yaratabilecek şarkıları söyleyen gruptur.
Dinlerken mutlu olduğunuzu zannedersiniz. burukluklar yaratır ama hoşunuza gider. Sonra bir bakmışsınız yavaş yavaş ruhunuzu acıtmaya başlıyor. Öyle bir gruptur. Ayrıca (bkz: plainsong) .
grubu ilk kez boys don't cry ile dinledim, şarkı bir zaman benim için favori oldu ancak gruba sarmak gibi bir eylemde bulunmadım, ne yazık ki.
sonradan şarkı bunalımı yaşadığım sıralarda "ulan başka şarkısı yok mu bunların?" diye çıkıştım kendi kendime, araştırmaya koyuldum zaten ilk olarak lovesong geldi, sonra lullaby haliyle sonrasında friday i'm in love, charlotte sometimes, pictures of you falan derken cidden şu an başka grup dinleyesim gelmiyor. hani çok seviyom, her şarkısını biliyom, en az iki şarkısını ezberiyom moduna girmedim, ancak acayip sardı.
friday i'm in love'ın absürd klibinde, diğer 6 günü kötüledikten sonra sıra "friday, i'm in love" demeye geldiğinde her zamanki boyalı yüzüyle ve kırmızı rujuyla robert smith'in böyle eller kalkıyor havaya bir haller geliyor ya, evladımmış gibi bağrıma basasım geliyor lan adamı o anda. başlarda "bak bak abartılı makyaja bak nasıl itici" gibi bir tavır sergilesem de adama karşı, şu an bildiğin sempati duyuyorum.
hayatımın önemli bir parçası haline gelmiş grup. mutluyken the cure, depresyondayken the cure. yaşanan her duygunun adı the cure benim için. melodisiyle mutluluk verirken bazen sözleriyle gerçekleri yüzüne çarpıyor, yaralıyor. ama adıyla uyum içinde tedavisini de geciktirmiyor. o yüzden mutlu bir hastayım ben.
son 15 yıldır üyelerinin ayrılıp ayrılıp tekrar yuvaya döndüğü 80 lerin efsanevi grubudur.yazdıklarıyla söyledikleriyle günümüzde robert smith kırmızı rujlu adam olmaktan çıkmış, dünyanın en güzel şarkısı lovesong' u söyleyen melankolik, marjinal adam olarak müzik hafızamızda başköşeyi kapmıştır.
tüm albümlerini aylarca üst üste kesintisiz dinledikten sonra insana verdiği his tam olarak şu sanırım; cennetin altın kapısının aralanması ve o sırada içeri bakmak içerideki güzellikleri görmek ve az süre sonra kapının açılacağını bilip içeri gireceğini bilmek! ama birileri gelir yanına ve bir yerde bir hata olduğunu söylerler. alıp götürürler seni cehenneme doğru yola koyulursun arkana bakarsın kapı açılır, sevinç çığlıklarıyla beraber. kapı kapanır. seni tutan zebanileri kafa kola alıp bir ağacın dibine çöküp içmeye başlarsın. zebanilerin aşk hikayeleri en az seninki kadar hüzünlü çıkar. şimdi yeni cehennem şarkıları mırıldanır diğer zebani ağlayışlar, ağlayışlar, çaresizlik, çöküntü, bertaraf olunmuşluk eşliğinde.