tek tip

entry1 galeri1
    1.
  1. Senin artık bir baban yoktur. Öldü derler. Dolapta eşyaları asılıdır, ayakkabıları, terlikleri her şeyi yerli yerindedir. Ortam kalabalıklaşır, ağlayanlar sızlayanlar. Sen öyle bakarsın.
    Omuzlarında gezdiğin, annenin yasakladığı abur cuburları çaktırmadan beslenme çantana dolduran, Ocak ayında bile dondurma yemene izin veren, beş parasızken ne yapıp edip istediğin oyuncağı alan, arada çok sıkı azarlıyormuş gibi yapan adam gelemeyecektir eve. Ağlayamazsın ardından, çocuklar böyle şeyler için ağlamazlar. Hem ağlamak kabul etmek demektir. Ne belli kesin öldüğü. Belki şaka, belki gelecek.
    Sonra başının belası, okulun ilk açıldığı gün sorgulamaları başlar. Bütün öğretmenler, öğrencilerini tek tek ayağa kaldırıp, babalarının ne iş yaptığını sorarlar. Sen de kırk kişinin önünde, her ders başında tekrarlamak zorunda kalırsın. Babam vefat etti, babam vefat etti, babam vefat etti. Öldü demek kabalıktır sınıfa karşı, öyle denmez. Sonra duygusal bir öğretmen çıkar, “Babaları ölenler üzülmesin”, der. Beklersin geyik ne yumurtlayacak diye. En revaçta olanı, “Atatürk’de babasını erken yaşta kaybetmişti.”dir. Oldu canım, bundan sonra babam öldü diye göbek atarım ben. Bütün öğretmenlerden gıcık kaparsın haliyle.
    Çocukken arkadaşlar en iyisidir, onlar fazla takılmazlar bu olaya. Hatta pek sözü bile açılmaz. Nadiren küçükken şımarık bir velet, “Benim babamın tabancası var.” diye gelip sana laf sokabilir o kadar. Aldırmazsın. Sen ölümden korkmuyorsundur, geceleri karanlıkta uyumaktan korkmuyorsundur, silahtan niye korkasın.
    iyi kötü büyürsün, insanların ölünce melek olmadığını, gökyüzünden bizi seyretmediklerini, ölmüşlerin ruhlarının, dirilere bir yardımları olamayacağını ve babanın da bunca yıldan sonra kesinlikle gelmeyeceğini anlarsın. Hani çocukluğunda sokakta deli deli koşarken dizini duvara geçirirsin deri ikiye ayrılır ya, içinden de etin görünür. Bir iki saniye canın müthiş yanar, sonra kanayınca acı biter ama ölene kadar parçan olacak bir iz kalır dizininde. Üstünden otuz sene de geçse, her yara izine baktığında tuhaf bir şekilde hissettiğin birkaç saniyelik korkunç acıyı anımsayıp, ürperirsin. Babanın ölümü de böyledir işte, acısı kısa sürer. izini ise ömür boyu taşırsın.
    Hayatı ve ölümü sorgulaya sorgulaya hafiften şüpheci olursun, dümdüz bakamazsın hiçbir şeye, illaki gözlemlersin, ön yargıların olmaz, sonuçtan önce sürece bakarsın. Sıkıntıdan okursun da okursun. Çünkü herkes ailecek pikniğe, tatile giderken, senin bir ailen kalmadığından hep evdesindir. Bir bakarsın okumak en büyük tutkun olmuş. Çok lazımmış gibi haddinden fazla şey öğrenirsin. Ha bir de analı babalı el bebek gül bebek büyüyen çocuklara göre daha dirayetli, daha korkusuz, daha bilge filan olursun mecburen. Büyüdüğünüzde onlar bunu güçlü olmak zanneder. “Ben senin kadar güçlü olamıyorum.” deyip, asap bozarlar. Kafa atasın gelir, sesini çıkaramazsın.
    Ayrıca o etrafındakilerden kadınlar, mesela kışın mini elbiselerin altına illaki mus çorap giyme zorunluymuş gibi, giymeyenlerin ne kadar zevksiz olduğu, erkekler de futbol takımı tutmayan erkeğin ezik olduğu saçmalıklarında bile hemfikirdirler. Ellerinde yirmi dört ay taksitle alınmış cep telefonları, AVM’de gezerken, maillerini kontrol ederler. Hepsinden nefret edersin. “Bu uyurgezer güruhu, sürü içinde güdüldüğünün farkında bile değildir. Onlar gibi olamazsın, sen çünkü insanın en büyük korkusu ölümle, o kadar küçükken yüzleşmişsindir ki. Ölüm senin köklerini söküp gitmiştir. Ayakta durmaya çalışırken, daha fazla kafa patlatmışsındır dünyaya. Açamazsan da hayatın şifrelerinin kutusunu bulmuşsundur, bariz farklısındır.
    Bütün bu aşamaları, Micheal Sikkofield’ın kahramanı Can’da yaşıyor. O da çok sevdiği babasını ansızın ve erkenden kaybediyor. Benzerleri gibi, Babasından Önce ve Babasından Sonra diye bir takvimi oluyor. Miladı ise ölüm. Üstüne, annesi Can’ı bu ölümden sorumlu tutuyor. Dışarıdan fena değilmiş gibi görünen bir hayat yaşıyorlar yine de. Üniversitede okurken Can daha fazla dayanamıyor ve her şeyden vazgeçiyor çünkü normal diye tabir edilen hiçbir şey kesmiyor onu. iyi maaş, saygın kariyer dayatmaları çileden çıkarıyor genç adamı. Aşkını bile olmazların içinden seçiyor.
    Gün geliyor, görünmez bir elin bıraktığı satranç tahtasında “Piyon” olmayı kabul ediyor, belki de sonuna kadar onu yiyen olmazsa vezir olabileceğini düşünüyor. Atladığı şey, tahtadaki güçlü oyuncuların, görevlerini biliyor olmanın yetmediği. Çünkü oyunu oynayanlar şahlar ve vezirler değil, piyonu değersiz görseler de onlar sadece oyuncular. Hamleyi yapanlar, oyunu oynayan devler.
    Hayat bataklığından kafayı kaldırıp, yan gözle ortamı seyrettiğimizde, globalleşme diye tutturup, mutlu olduğu beynine kazınmış, uzun kulelere tıkılmış, tek tip insanlar yetiştirme oyunudur aslında yaşanan. Kim bilir, hepimizin kafasına çoktan çipi çakmışlardır gizlice. Kimliğimizde numara, telefonumuzda numara, okulda numara her kameranın önünden geçerken, çipimiz bizim duymadığımız bir sesle “bip bip” ötüyordur herhalde.
    Ya durumu kabullenip biz de bir akıllı telefon edineceğiz, uyurken bile başucumuzdan ayırmayacağız. Eşekler gibi çalışıp ev, araba ne bulursak alıp taksitlerini ödeyeceğiz, emekliliğimizde rahat edeceğiz. Ya da kafamızdaki çipi söküp, çipsizlerin kaçtığı dağlarda, izimizi kaybettirip, arınacağız. Ancak başkaldırmayı seçersek, sonumuzun bir akıl hastanesi olma ihtimali yüksek.
    Sizi gidi paranoyak şizofrenler sizi…
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük