akşam evin kapısına geldiğinde içi bir semt pazarını andıran çantasında anahtarlarını aradı. anahtarı ait olduğu yerde hafif büktü ve kapı gürültü denilebilecek bir gıcırtıyla ardına kadar açıldı. tavşanlı terliklerini, sabah kapının hemen yanında çıkarmıştı, yere çıplak ayakla basmaktan korkmuşçasına çıkarılmıştı terlikler. ama öyle olmadığını, aceleden evden terlikleri ile çıkıp da geri dönmek zorunda kaldığını biliyordu. ışığın anahtarına nazik ve kırılmasından çekiniyormuş gibi dokundu...
boz mantosunu çıkartıp, kapının hemen çaprazındaki vestiyere asmış, çizmelerini çıkartmaya çalışıyordu. bir an aynada kendisini gördü ve bu suratsızlığı hiçbir zaman kendisine yakıştıramıyordu... önce şapkasını çıkardı, boşta kalan sağ eli ile saçlarına bir klark attı ve "naber fıstık" dedi aynadaki kendisine hafiften göz kırparak. bunu yapmayı seviyordu. saçlarının ucunu tuttu ve birşeyleri kontrol ediyor gibi tedirgin görünüyordu. alabildiğine siyah ve orta uzunluktaki saçlarının uçlarını göz bebeklerini kaydırarak tek tek kontrol ediyordu. sonra tekrar aynadaki kendisine döndü ve artık yemek yemesi gerektiğini farketti. yaklaşık 14 saat önce yaptığı kahvaltı, protein olarak işlenmiş ve ona tabi küçük birer başyapıt halini almıştı sanki.
çizmelerini gelişigüzel bir şekilde çıkartıp, tavşanlı terliklerinin üzerine basarak, attığı her adımda kulağına çalınan gıcırtılar eşliğinde mutfağa doğru emin adımlarla ilerliyordu. son anda fikrini değiştirmiş olmalı ki önce banyoya uğrayarak suyu açmıştı. kendisine vakit ayırmak belki de şu hayata dair en büyük eğlencesi, en zevkli uğraşıydı... zaman zaman gece yarısına dek uzun uzun düşüncelerle boğuşur ve her seferinde düşünmek için farklı şeyler bulurdu kendine. bu onun dünyasıydı nihayetinde. o kadar gerçek, o kadar içten... acele bir şekilde hazırladığı yemek tepsisi ile beraber televizyonun karşısına kuruldu. kanallar arasında yaptığı küçük gezintinin sonunda televizyonu kapatmanın yerinde olacağını düşündü. kaldı ki hiçbir zaman bu renkli dünya ona hitap edememişti. iki parmağının arasınaki sigarasını, dudaklarını ölçmüşçesine, olması gereken yere bir mimar titizliği ile yerleştirdi. sigarası bittiğinde küvete dolmuş olan soğuk suyun içerisinde, bütün gün boyunca omuzlarında taşıdığı yorgunluğunu yüzdürecekti.
sigarasından son nefesini derin bir şekilde çektiği anda, dudaklarında kavruk bir tütün tadını duyumsamış, katranı ciğerlerinin en derin yerinde birkaç saniye hapsetmişti. sigaranın en sevdiği yeri de sıcaklığını böylesine hissettiği son nefesiydi... odadan, banyoya doğru ilerlerken elbiselerini bir striptizci kız edasıyla savurarak, ortalığa saçmaktan çekinmiyordu. banyonun kapısından girdiğinde iç çamaşırları hariç, üzerindeki herşeyi çıkartmış ve bir tarafa savurmuştu. tıpkı geçen günleri gibi her biri etrafa dağılmış durumdaydı. eğildi, küveti alabildiğine doldurmuş olan suyu kapadı... iç çamaşırlarından kurtulmak istercesine çıkardı ve onlara karşı oldukça titiz davranıyordu. kendisini ılık sayılabilecek suya bıraktığında hafiften üşür gibi oldu ama bunu ilk kez yapmıyordu. soğuk su hem kaslarını gevşetiyor, hem de vücudunun diri kalmasına yardımcı oluyordu. kendisini kafası hariç tamamı ile suyun içerisine gömmüştü ve artık düşünme vaktiydi onun için...
bugün restorana gelen o adam... sadece kahve sipariş etmiş ve dokuz kahve satın alabileceği kadar bir miktarı da bahşiş olarak bırakmıştı. oysa kahvesini dahi içmeden kalkmıştı. sabahın o saatinde restoran öylesine kimsesiz, öylesine sakinken adamın bunu yapma amacı ne olabilirdi? gösteriş meraklısı budalalara hiç benzemiyordu... hem öyle olsa bile ona neydi ki... ama merak, insanın kendi istemi dışında açığa çıkan bir duyguydu ve aklına sorular düşmüştü işte. küvetin içinde kıpırdamadan, öylece duruyordu. acaba bir randevusu vardı ve sonrasında iptal mi olmuştu? ama öyle olsa dahi neden bu kadar çok bahşiş bırakmıştı... neden, neden, neden? sonra huzura ermek için düşüncelerini bir kenara bırakması gerektiğini farketti. zihninin de dinlenmeye ihtiyacı vardı, en az bedeni kadar... gene en ufak bir hareket olmaksızın, cansız bir beden gibi uzanıyordu küvette ve artık düşünmüyordu. aradığı huzuru o anda bulmuştu sanki.
sonra adamı düşündü yeniden... muhtemelen sevgilisinden ayrılmış, bütün gece uyumamıştı. ve işe gitmeden önce biraz kafeinin uykusuz gözlerine iyi geleceğini düşünmüştü. tabi yaa... giyimi de bu yüzden resmiydi. bu durumda pekala yolun karşısındaki kafede de içebilirdi kahvesini. ama o lüks bir restorana gelip sadece kahve sipariş etmişti. sonra kahveyi içmeden kalktığı halde on kahve parası vermişti. acaba restoranın kahvesini beğenmemiş olabilir miydi? kimbilir belki... ama dolu fincanı, bulaşıkhaneye götürürken herhangi bir dudak izi görememişti. "insanları anlamak zor" diye fısıldadı kendi kendine ve tek istediği biraz huzurdu... biraz olsun huzura ne kadar da ihtiyacı vardı.
kafasını sol tarafa çevirdi ve sudaki yansımalarını seyretti bir süre ışıkların. via del sole'de, köhne bir apartmanın üst katında oturmanın belki de en güzel tarafı kanalı görebilmekti... floransa'da insan kendisine dahi bir başka aşık olurdu. şehir sakinleri heran kendi kibirlerine yenik düşebilirdi. tüm bunlara karşın ege'nin bir sahil kasabası'nda olmayı yeğler gibiydi içindeki sancı.
yemeği ocakta unutmuş bir ev kadını telaşıyla hareketlendi birden. özlemini, cam kenarına bırakarak. çamaşırhaneye gitmesi gerekti... apar-topar çamaşır torbasına doldurmaya başladı eline ne geçerse. birkaç dakika içerisinde dairenin kapısında nefes nefese kalmış ve evden çıkmadan bu halini merak ediyormuşçasına aynaya bakmayı da ihmal etmemişti. bir eliyle çizmesini ayağına geçirmeye çalışırken, diğer eli ile kapıyı açıp, kirli çamaşır çıkınını kapının önüne fırlatmıştı.
nihayet kendisini dışarı attı ve bir solukta merdivenlerden indi. ne zaman acelesi olsa yanakları hafif pembeleşir ve göz bebekleri normalden biraz daha irileşirdi sanki. ya da o, böyle olduğuna inanırdı. kendisini sokağa attığında acelesinin yanısıra biraz da dalgınlığının etkisiyle yolun karşısına geçerken bir arabanın altında kalmaktan son anda kurtarabilmişti kendisini. bu gibi tehlikeli, kendine zarar verebilecek durumlarda hep gülümser, kendisiyle alay ederdi. gene öyle olmuştu... "salak şey seni, ezilecektin az kalsın." diyordu kendi kendine.
sonunda amacına ulaşmış ve kendisini çamaşırhaneye atabilmişti vakitlice. elindeki çıkını tartının üzerine bıraktıktan sonra. kendisine boş bir çamaşır makinesi buldu ve bütün çamaşırlarını deyim yerindeyse makinenin ağzına teper gibiydi. sonra makinenin kapağını nazikçe kapattı ve makineyi çalıştırdı... daha önceki tecrübelerine dayanarak makinenin yaklaşık bir buçuk saat sonra çamaşırlarını yıkamış olacağını kestirebiliyordu. bu süre zarfında çıkıp biraz dolaşmasının kimseye zararı dokunmayacağını düşündü. hem belki kendisine bir jest yapar ve dondurma bile yiyebilirdi bu süre zarfında. hem kimbilir belki de beyaz atlı prensi de gezintiye çıktıysa karşılaşabilirler ve hayatı değişebilirdi. oysa ki hepsi hepsi kendisiyle alay ediyordu gene, gülümsedi...
kimbilir, belki adam da onun, şu anda yaptığı şeyi yapmıştı. sadece biraz olsun huzura ihtiyacı vardı ve günün o saatinde herhangi bir kafeye gitse kalabalığın da etkisiyle istediğini elde edemeyecekti. o saatte restoranın sükuneti adamı cezbetmiş ve adam da oturup bir kahve içmek, kafasını toparlamak istemişti.
su iyiden iyiye soğukluğunu hissettirmeye başlamıştı. bu kadar dirilme vücudu için yeterli olmalıydı... aksi takdirde ten rengindeki ani değişiklikten kendisi dahi rahatsız olabilirdi. sudan, ağır ağır ve titreyerek çıkmış ve suyun içindeki sağ ayağını da büyük bir titizlikle bileğinden bükerek çekmişti. bornozuna sarındığında içine girdiği sıcaklığa bir kedi sırnaşıklığı ile salmıştı kendini. banyo aynasının karşısında saçlarının, ıslak uçlarını kurutuyordu. günün yorgunluğunu attığına göre temiz çamaşırı kalmadığı için evinin karşısındaki çamaşırhaneye gidebilirdi. ama öncesinde üstünü giyinmeli ve bir sigara içmeliydi. bunu haketmişti...
üzerinden çıkardığı iç çamaşırlarını, yüzünü ekşiterek giyinmişti. aynadaki kendisine "bir erkek olsan kendinle yatar mıydın?" diye sorarken gülümsüyordu. sevdiği ve sıkça yaptığı birşeydi kendi kendisine takılıp dalga geçmek. kaldı ki bunu yapamayan insanların, kendi komplekslerine yenik düşmüş mahlukatlar olduğuna inanırdı. bakımlı bir kadın olmasına rağmen zaman zaman pasaklı kız olmaktan da hoşlandığını düşünmekteydi. özensiz, öylesine ama mutlu ve zahmetsiz geliyordu bu halleri çoğu zaman. antreye yayılmış olan kıyafetlerini toparladı. bu birkaç parça dışında temiz kıyafeti kalmaması o kadar komiğine gitmiş olmalıydı ki yerden aldığı son parça olan eteğinin başında haline sesli bir şekilde, kısa bir süre gülmüştü...
üstünü giyindikten sonra mutfağa yöneldi. belli ki özenerek hazırladığı espresso eşliğinde şehri seyredecekti. bu şehrin, belki de en sevdiği tarafıydı bu. akşam olduğunda karanlığın çöküşüyle beraber şehir, uykusundan yeni uyanmış güzel ve genç bir kadının bir erkeği etkisi altına aldığı gibi etkisi altına alıyordu onu. ve bu tarifsiz duyguya olan hayranlığı, bunu hissedebildiği her an katlanıyordu... espressonun hazır olduğunu haber verir gibi yandı sigarası ve bir tutam tütün, bir kadının dudaklarına ancak bu kadar yakışabilirdi. o da bunun farkında gibi ağır ve keyifle içiyordu sigarasını her defasında. mutfağın camındaki gizli krallığından şehri seyretmeye koyulmuştu. birkaç dakika yetecekti, biliyordu. derin bir nefes çekti yanan sigarasından, henüz dumanı vermeden bir yudum da espressodan... bunu yapmanın sağlığına ne kadar zararlı olduğu konusunda gereğinden fazla bilgiliydi ama bu zevke karşı koyamıyordu. günah olduğundan şüphe duymadığı herhangi bir sevişmesini anımsatıyordu bu durum ona her defasında.
sessiz ve kimsesiz bir şekilde şehri seyre dalmıştı. uzaktaki otoyolda arabaların hızla geçişine takıldı bir süre... türkiye'yi, arkadaşlarını, ailesini ne kadar çok özlediğini de böylece farketmişti. sahi italya'da şoförler bu kadar hızlı gitmesine rağmen trafik kazalarına yurdundaki kadar sıkça şahit olmuyordu... o ise bir trafik kazasında hayatının son bulmasından çekinse de özlemişti işte.
ertesi gün uyandığında şiddetli bir mide bulantısı almış, gidiyor... güneşin pencereye vuruş açısı ise vaktin öğlen olduğunu işaret ediyordu yataktan çıkamamışlara.
bıraksalar, bütün gün öyle uzanabilecekti bu kırgın güzellik ve alabildiğine enerji dolu bir miskinlik kendini sezdiriyordu mırıldanışlarında. ama acıkmakta olan karnına çok da fazla karşı koyamayacaktı sanki. kaldı ki garip sesler çıkarmaya başlamıştı bile boş midesi. tıpkı akşamları oturup da mutfağın camından seyrettiği eski model, yıpranmış bir araba gibi. hakikaten ne farkı vardı ki? çok yolcusu olmuştu hayatının, çok yol gitmişti ama hep aynı sokaklardan geçip duruyordu nihayetinde kendisiyle başbaşa kaldığında. kendisinden utanıp utanmadığını düşünmeye başladığında yanındaki genç adamın göğüsü üzerinde dolaşıyordu eli fütursuzca...
doğru ya! insan isteklerini seçemediği gibi sonsuza dek bastıramıyordu da onları. zaten böylesi bir çaba hayat için fazla gereksiz ve nihayetinde zaman kaybıydı. bazen isteklerinin sonucunda nereye varabileceğini kestirebiliyordu insan, bazen isteklerinin onu nereye sürükleyeceğini net bir şekilde görebiliyordu dahi. ama dün gece tanıştığı bu adamla şu anda aynı yatakta ve yanyana yatıyor olmaları daha çok o an hissettiği gibi yaşamayı tercih etmesiyle alakalıydı. istekleri karşısında aciz kalan tüm insanlar da ancak bu kadarını becerebiliyordu. ne isteyeceğine karar veremiyor ama istediğini yapıp yapmama tercihini de sonuna kadar kullanabiliyordu bu gibi durumlarda. peki ama karnı bu kadar acıkmışken tüm bu düşüncelerinin ne anlamı vardı? bu gibi durumlarda normal insanlar gibi kalkıp da mutfakta omlet yapmak varken düşüncelere dalmanın bir açıklaması olmasa gerek.
ama omlet yerine biraz peynir ve bir lokma ekmek de işini görürdü. işte omlet yapmayı düşünmesinin temelindeki şey de insanın kendi kendisini özel hissetmesi için tüm insanlara verilmiş isteklerdi. yataktan kalkarken, yatağın yanıbaşındaki sabahlığa elini uzatsa da silahını çekmekten vazgeçen ağırbaşlı bir western filmi kowboyu gibi vazgeçiyordu bunu yapmaktan. yüzündeki yarım gülümsemeyi biraz daha yaymayı da ihmal etmeden. alabildiğine çıplak olmasına rağmen tavşanlı terliklerini ayağına geçirmeyi ihmal etmemişti. mutfağın kapısına geldiğinde aniden durdu ve komidinin üzerinde bıraktığı sigara paketini almak üzere yatak odasına geri dönmeliydi anlaşılan. attığı her adımda sihirli bir harmonikanın sesine benzettiği tahta gıcırtıları ile kendi şarkısını besteliyordu o sabah.
gıcırtılar, misafirinin uykusunu sabote etmişti anlaşılan ve odaya girdiğinde kendisine bakan bir çift gözü görünce bir açıklama yapma gereği duymamış, çok da acıkmadığını farketmiş bir şekilde süzülüyordu yatağa... yemek istemiyordu, çamaşırhanede unuttuğu çamaşırları biran için ateşe dahi verebilirdi; o kadar değersizlerdi o an için ve biliyordu... tek istediği biraz huzurdu. ihtiyacı olan şey tam olarak buydu ve bunun için geçici olmadığından da emin olması gerekiyordu huzurun. gene de biliyordu isteklerin bir süreliğine kontrol altında tutulabilir olsalar dahi hükmedilebilir şeyler olmadıklarını.
yarın, yeni başlangıçlar için güzel bir gün olacaktı. meteoroloji uzmanları öyle diyorlardı bütün astroloji uzmanlarına en okkalı şekilde göz kırparak hem. anahaber bültenini takiben verilmezlerdi hem aksi takdirde ve biliyordu ki yarın, yeni bir başlangıç için en iyi gün olacaktı. pek çok şey aslında bir şekilde yeniden başlayacaktı eş zamanlı ve boru tipi, saat ayarlı bir hayat daha ne kadar patlayabilirdi ki kendi içinde?
şimdi biraz patates kızartması, biraz midye dolma ve biraz da bira iyi olurdu. daha sonra şarkıların da yardımıyla saçlarını, kulağının arkasına sıkıştırmak daha kolay bir hâl alabilirdi elbet. belki de hiç olmazdı bu... tanımadığı şehirlerde gezinmeseydi ruhu eğer ki emin olabilirdi böyle bir şeyin olup-olmayacağı konusunda belki. en azından bu kadar ikilemde kalmayacağı kesindi ona kalırsa. patatesleri en çok da böyle kızarmış hâlde severdi çocukluğundan beri. hayatında pek çok şey değişmişti ve hatta pek çok şey pek çok farklı şekilde değişmişti besbelli ama öte yandan ta çocukluk yıllarından beri değişmeyen yegâne şeyler arasında sayardı patates kızartmasını. biraz da tuz ekerken tıpkı o küçük kız çocuğu oluyordu kendi dünyasında.
bir zamanlar bir adamla tam da böyle bir anda tanışmıştı. patates kızartması yediği ve tamamı ile savunmasız kaldığı, sığınmacı olduğu bir anda. sonra bir yolunu bulup da çıkartmıştı o adamı hayatından, zor olmuştu ama başarmıştı bunu. hem antidepresanlar ne işe yarardı ki yoksa? siparişlerini getiren garsonun gözlerine bakmamak için çabaladı ve garson arkasını döner dönmez bir şeyi tutmak için muazzam işlevsel olan baş parmak ve işaret parmak işbirliği ile bir dilim patatesi aldı tabaktan, önce etrafına baktı; kimse onunla ilgili görünmüyordu. bundan daha güzel bir haber olabilir miydi? patates kızartması, midye dolma ve bira... sanki eski dostların buluşması gibiydiler masada.
biraz gerildiğini hissediyordu bardaktaki son yudumun, cenaze merasimiyle beraber. tekrar gerçekliğe dönmüştü binevi ve yeni başlangıçlarla başbaşaydı şimdi zihninde. bilinmezlikler, soru işaretiyle biten hayali cümleler ve olasılık üzerine inşa edilmiş kaygılar... sanki patates kızartması, midye dolma ve bira gibi eski birer arkadaşlarmış gibi kafasındaydılar. garsonun müsait bir anını kolladı hesabı istemek için ama çok da başarılı olduğu söylenemezdi. zaten bir erkeğin dikkatini çekmek istediğinde bunu başaramadığını anımsattı kendine, doğru değildi ama kafasındaki bu düşünce, bu melankolik ruh hali tıpkı uykusuz geceler gibi çekici gelirdi ona.
nihayet garson kendiliğinden gelmişti "bir arzusu" olup olmadığını soracak kadar da hadsizdi. bir garson neden masada oturan insanların "arzuları" üzerine kafa yorsun ki? hayır, ne dediğini bilmiyordu garsonlar pek çok zaman. kalktı, birden kalktı. sanki kafasındaki düşünceler oradan bir yolunu bulup çıkacak, savrulacak, kaybolacaktı böyle yapsa ama olmuyorlardı. güneşin batışını sanki vitrindeki mankenin üzerindeki bir elbiseymişçesine yakıştırırdı sahile. güneşi, denizinde batıramayan bir coğrafya, bu dünya üzerindeki en saçma yer olsa gerekti. bu düşüncesinde yalnız olmadığından emindi, böyle düşünen pek çok deniz tutkunu bulabilirdi. özellikle de kırsal şehirlerde üniversite tahsilini tamamlamış ama hemen her geçirdiği güne karşılık o şehir için en okkalı küfürlerden bir demet hazırlamış öğrenciler, bu fikirde buluşurlardı, buluşmuşlardı.
eve gitmek iyi olacaktı... yarın, yeni bir şeyler başlatmak için iyi bir gündü nihayetinde ve yarının doğabilmesi için bugünü öldürecek şeylere oldu olası ihtiyaç duyardı.
yarın, yeni bir günden biraz daha fazlaydı. aklında günü vurmak için bir kaç şarkı ve bir kaç tane de olsa şiir vardı.
çekip vurdu...
bütün ihtiyacı deliksiz bir uyku(olmayacağını bilse de) ve bütün istediği, tek istediği özlemini duyduğu o birazcık olsun alabilmek için geceleri saydığı huzurdu.
kendisini, karanlığın koynundaki sokağa attığında aklından geçen şey suyun üzerinde durmaktı. ve bunun için kanalın üzerindeki köprü oldukça amacına uygun duruyordu. yerli halk o köprüden herdaim coşkuyla bahsederdi ve gerçekten de insan jeneratörü görevi biçilmiş gibiydi sanki bu taş yapıya... "carraia" diye coşkuyla gözlerini açan kızları görünce yalnız olmadığını da anlamıştı düşündüklerinde. gülümsedi kendince ve kısık bir sesle tekrarladı "carraia"...
artık canı dondurma istemiyordu ki üşüyor gibiydi ruhu yaz mevsiminin orta yerinde ve sokaklarda gençler nereye gittiklerinden bihaber geziniyordu. o ise alt tarafı hayatın umursamadığı küçük bir detaydı kendi dünyasında. oysa, onu güzel bulanlar ve hatta hayranı olanlar dahi vardı... kendisi de biliyor, arada bir kendisine bunu hatırlatıyordu. sonra taşların estetik bir şekilde yığıldığı o yere doğru salınmaya devam etti. aslına bakarsan daha çok savruluyor gibiydi. istememişti çünkü, planlamamıştı oraya gitmeyi ve tamamiyle hafif rüzgârına bırakmıştı kendisini hayatının.
sokaktan gelen müzik sesi ruhunda bir yer ediniyordu kendisine ve bandonun ritmine kirpikleriyle eşlik ediyordu. kırılmaya ne kadar müsait olduğunun farkında ve bir o kadar da böylesine bir korkunun orta yerindeydi... bando şefi anlamış olacak ki bu genç kadının halini ritim birden yaza yakışır bir halde "carraia" diyor gibi bir hal almıştı. artık bir anlamı da yoktu açıkçası hissettiklerinin dahi. sadece birazcık suyun üzerinde duracak ve derin bir nefes alacaktı. hayatın kokusunu alabilecek miydi, bu kadarından dahi emin değildi. kafası, hayatının sadeliğine inat oldukça karışık görünüyordu. dışarıda olmayı sevmiyordu bile oysa... cumartesi geceleri, evinde oturmayı ve boynundaki kolyeyle, omuzlarına dökülen saçlarıyla oynamayı her zaman tercih ederdi... kafasını karıştıran şey bu olabilir miydi? hayatı bu kadar içinden çıkılmaz yapan, insanlara karşı net ve bir o kadar da zarif olabilmeyi başarması belki de bundan olmalıydı.
köprünün başına geldiğinde düşüncelerinin ağırlığı altında yere eğilmiş olan kafası ağır ağır doğruldu ve yolu alabildiğine aydınlatmayı nasıl başardıklarını düşündü loş olması, öyle görünmesi için bu kadar çaba sarfedilen bu sokak lambalarının... hayatının en aydınlık yerinde durdu ve bunu yapmak için özel bir çaba dahi sarfetmemişti aslında. sadece rüzgârın ıslığına kulak vermiş ve onun ittiği yere düşmekten korkmamıştı. nihayetinde gözlerindeki ışığı görebilse kendisine aşık olacağından şüphesi olmamalıydı ki o anda bunu göremese dahi farkediyordu. şaşkınlığından farketmemişti belki ama yanıbaşındaki zayıf ve çelimsiz adam gözlerinden kaçamak bir yudum almıştı sanki. dudaklarının arasındaki hava boşluğunun hafifçe açılması da bu sade, öylesine güzellik karşısında doğaçlama gelişen bir şey olmalıydı. "carraia" dedi genç adam ama coşkulu olmaktan daha çok duygusal bir tarafı vardı ses tonunun. acınası bir karizmayı saklıyor gibiydi. ki dikkatini çekmeyi başarmıştı aslında bunu yaparak... dönüp gülümsedi ve o anda sevimliliği, utangaçlığından çok daha baskın görünüyordu. genç adam hayat iksirinden bir yudum almıştı, ayakları yere dahi basmıyor, gözlerini, çıplak gözle güneşe bakıyor gibi kısıyordu ve şehirde bir karnaval havası hakimdi... bütün bir şehir, tek bir ağızdan "carraia" diyor gibiydi, ki bunun anlamı ne olabilirdi?
oysa bunların hiçbirisine gerek yoktu. bütün isteği, tek istediği biraz huzurdu. onu da kendi içinde bulacağından emin gibiydi...
bir kasabadaydı şimdi, iki okulda farklı farklı dersler veriyordu, bazı geceler yurtta kalıp da öğrencilere gözetmenlik yapıyordu. çok yoruluyordu besbelli, bulduğu her fırsatta uykuya teslim edecek kadar ruhunu çok...
akşam eve gelirken yolunu uzatmıştı, belki yağmur başladığında birkaç damla nasibine düşecekti; kimbilir. sevmiyordu aslında bu köhne ve ruhunu daraltan kasabayı. güzel bulduğu ne varsa uzağında tutmak istercesine o kasabaya yaklaştırmamaya yemin etmişti sanki. birşeyin eksikliğini hiç hissetmediği kadar hissediyor ama kendini de her zamankinden daha güçlü ve daha dik görüyordu çok zamandır. aslında öyleydi her açıdan.
eve kendini attığında hava, henüz kararıyordu ve herşeyden önce, herkesten önce biraz uyumak, biraz uyku iyi gelecekti muhakakk. ince uzun ve bir mimari hata olduğu aşikâr antreyi katetti ağır ağır, elindeki ekmek poşetini kapı girişindeki vestiyere bıraktıktan hemen sonra. yatağın üzerine bıraktı kendin. kumral ve eskisi kadar canlı olmadığına inandığı saçlarını azad etti önce tokasından, yastığı alabildiğine kuşatmıştı şimdi saçları. sonra gömleğini ve daha sonra da eteğini sıyırdı üzerinden, yeşil gözlerini tavana dikti sonra da. üşüyordu ama bu daha çok bir iç titremesi, ürperti gibiydi sanki. tavanı seyretti bir süre daha, dalıp gitti uykuya.
evin kapısı zorlanıyordu, sonunda açıldı. içeri kar maskeli bir yabancı girdi, evin her tarafını talan etti. saklanmıştı ve hızlı hızlı nefes alıyor, adamakıllı korkuyor ama bir yandan da kendini sakinleştirmeye çalışıyordu. yabancının, ayak seslerini duyabiliyordu. evin her yerine ayak basıyordu yabancı. hırsız değildi belli ki. hem hırsız olsa tuvalete, banyoya neden girsindi ki? o hâlde pekâla bir kiralık katil veya adresini şaşırmış bir ajan olabilirdi. hem ne istiyordu ki yabancı ondan?
nefes nefese açtı gözlerini, ilk gördüğü şey de gözlerini kapatmadan hemen önce uzun uzun seyrettiği tavanıydı odanın. o sırada duyduğu tıkırtıyla irkildi ve zamanın birinde "belki lazım olur" diyerek alıp da çantasında iki gün taşıdıktan sonra komidinin çekmecesinde muhafaza ettiği göz yaşartıcı spreyi aldı sessizce. ürkek adımlarla tıkırtının istikrarlı bir şekilde kendisini duyurduğu salonun kapısına doğru yaklaştı, salonda kimse yoktu. acaba perdenin arkasına saklanmış bir yabancı olabilir miydi? pencereye doğru yöneldi ve tıkırtı giderek yakından duyuruyordu kendini.
salonun, tam kapanmamış camından geliyordu ses. bir kez daha derin bir nefes aldı, siyah külot ve sütyeni ile bir iç giyim firmasının kataloğundan çıkmış gibiydi. hem ince beli, yeşil gözleri, kumral saçları, kalçaları... isteseydi pekala bir manken olurdu, güldü haline bir anlığına. camı tamamen kapattı perdenin arkasına sığınarak, odasına döndü tekrar ve su almak için uğradığı mutfaktaki tezgahın üzerine koyuverdi elindeki işe yaramaz spreyi. hem ne vardı sanki, biraz da orada durmaktan şikayet etmezdi nasılsa.
yatağa bakıp alaycı bir gülümseme kuşattı yüzüne. artık, istese de yatıp uyuyamazdı öyle bir rüyadan sonra. gardrop kapağını açtı, üzerine bir şeyler giymek için sağ dudağının kenarını ısırıp "evlik" kıyafetlerinin olduğu bölümde göz gezdirdi bir süre. siyah sıfır kolluya attı elini, siyah rengi yakıştırırdı kendine. hem sadece kendi kendine vardığı platonik bir yakışık hali değildi bu, pek çok kimseler de siyah rengi yakıştırırdı ona. hatta tanıdığı birisi vardı ki "biliyor musun dünyada herkese bir renk verilecek olsa senin siyah rengi alman için elimden geleni yapardım" diyordu ona, haince bir gülümseme bu sefer yüzünün bütün kaslarını fethetmişti.
şimdi biraz çay içmeli, müzik dinlemeli ve biraz da kitap okumalıydı. hem belki güzel bir kitap ve ona eşlik eden güzel bir şarkı, alıp da götürecek ve o kasabayı ne kadar sevmediğini unutturabilecekti. hem belki daha fazlası bile olurdu, günün birinde bu kasabanın dilinden anlayan birisi gelip, kimbilir belki bu kasabanın da sevilecek şeyleri olduğuna inandırabilirdi onu.
o güne dek uyuyabilir miydi ki? düşündü sadece, doğru değildi.
gözlerini açtığında gün, henüz doğmuştu ve saatine baktı. bir yanlışlık yoksa şayet saat tam olarak yedi buçuktu, o anda farketti sadece bir buçuk saat kadar uyumuş olduğunu. bir kaç saniye kadar boş bakışlarla ve olduğu yerde esneyerek tavana baktı. tavan sanki hiç derdi yokmuş gibiydi. yataktan kalkarken bir yandan da gözünün önünde yığılan saçlarını düzeltti, elini kokladı hafifçe. hızlı bir şekilde duş alması gerekiyordu. duştan sonra belki bir şarkı dinlemek ve kahve içmek için biraz vakti kalacaktı. kahveyi seviyordu ama güzel bir sevgi bağı olduğuna inanarak seviyordu aralarında. o, günde iki kere kahveyi ziyaret ediyor ve kahve de onun dikkatini toplamasına, ukusunun açılmasına yardımcı oluyordu. belki de dünya üzerindeki en seviyeli ilişkinin kahve ile insan arasındaki ilişki olduğunu düşündü birden, sonra vazgeçti bu tür düşüncelere vakit ayırmak için yanlış bir zamanda olduğunu farkederek. ama gene de günde en az iki kez kahve içiyordu. bağımlılıklardan, alışkanlıklardan nefret ettiğini her fırsatta söylüyordu ama böylesi bir durumun ne denli köklü bir alışkanlık olduğunu göremeyecek kadar uykusuz ve düşünemeyecek kadar vakitsizdi. evden çıktığı ana kadar hiç bir şey düşünmemek için muazzam bir çaba sarfetti. mutlu uyanmıştı ama ne kadar mutlu uyansa da uykudan ilk uyandığı anı çok fazla sevmiyor, o anda kendine oldukça şapşal göründüğünü düşünüyordu. sevimli denebilirdi daha çok ama bir sevgilisi yoktu bunu diyecek. eksikliğini de hissetmiyordu, kaldı ki güçlü bir kadın olmanın birincil kuralıydı sevgili olmadan da mutlu bir hayatı yaşayabilmek.
evden çıktığında ise ilk düşündüğü şey kapıyı çekerken aklında beliren "anahtarımı aldım mı" sorusuydu. belki de dünya üzerinde yaşayan bütün insanların yüzde doksan dokuzu bu soruyu kendisine soruyordu. kalan yüzde birlik kesimi ise evsizler oluşturuyordu ve anahtar, onlar için çok da sıkıntı değildi. en fazla şarap şişesinin tıpası kadar değeri olurdu bir evsiz için anahtarın. basamakları koşar gibi indi, iş yeri yürüme mesafesindeydi ve belki de sırf bu yüzden yürümeyi tercih etti. aslında bir arabası olsaydı, bu durum değişebilirdi ama hayatında hiç bir zaman arabasızlığından dolayı üzüntü duymamıştı. en azından evcil hayvanı olmadığı için daha fazla üzüldüğünü biliyordu, emindi. bir süre öncesine kadar evcil hayvanları da olmuştu aslında ama onların ölümü kadar üzen bir şey daha olmadığı için onu; yeni bir evcil arkadaş edinmekten uzak duruyor ve zaman zaman kendisini yalnız hissetmenin ağırlığına dayanamayıp da "acaba" dese de bu fikirden vazgeçmesi çok uzun sürmüyordu.
telaş içinde apartman kapısından çıktığı sırada kahverengi gömlekli bir adamın apartman basamaklarının bittiği yerde ellerini cebine sıkıştırmış bir halde beklediğini gördü. bir an şaşırmıştı, ilk önce kendisine itiraf etmeliydi. duygularını herkesten önce kendisine itiraf etmeyi sever, bunun kutsal bir inanç olduğuna inanırdı çünkü. bir an apartman kapısında kalakaldı ve bunun sebebi bu adamı, bir yerlerden ve bir şekilde tanıyor olma ihtimalini düşünmekte olmasıydı. bir süre daha düşündü, bulamadı. uzun süreli sessiz bakışmadan rahatsız olmuş gibi kaşlarını hafif mimiklendirerek bir şey diyecek oldu adam, aynı mimik kullanım kılavuzunu okumuşçasına kaşlarından birisini hafif havaya kaldırarak iyi bir dinleyici olduğunu kanıtlar gibiydi "senin için buradayım" dedi yabancı adam. yabancı mı? gerçekten yabancı mıydı? tanımadığından emindi. "emin misin" diye sordu bu sefer kahverengi gömlekli, aslında emin değildi. neden diye sormak istedi önce, sonra kimsin sorusu daha doğru olabilirdi bu durum için ama en sonunda soruların ne kadar da yersiz olduklarını anlaması çok sürmedi "yorgunum" dedi yabancıya. yorgundu hayatın ta en başından beri başka türlü taşımacılık işlerini üstlenmiş olmasından kaynaklandığına inanıyordu ama o kutsal yalnızlığın ağırlığını, hayatın darası sayılabilecek kadar ağır gelebilecek olan o yalnızlığı düşünmemişti hiç. bu yorgunlukta payı neydi? doğru ya en yakın ilişkilerinde bile yalnız kalmıştı pek çok zamanlar. suçlanmıştı üstüne bir de yeri geldikçe ve belli aralıklarla. kıskanılacak kadar güzeldi en fazla ama kıskançlığın da mantığı olmalıydı ona göre.
basamakları birer birer indi. yabancıya her yaklaştıran adımda biraz daha duyulur oluyordu hırıltılı nefesi yabancının. günde üç değilse iki paket sigara içtiği kesindi bu adamın. hani bazıları vardır, ölmek için yaşarlar ya. öyle bir şeydi bu adamda gördüğü, adam resmen ölmek için yaşıyordu. gözlerinin altına bakılırsa votkayı da sek içmeyi tercih ediyordu yabancı. sapık mıydı? benziyordu bu haliyle ama güven veren bir sapık. belki de kahverenginin etkisiydi. severdi kahverengini ve hep güven duyardı bu renge. içini bir merak kaplamıştı şimdi. adam, bir sigara yaktı ve toplamda kısa olan bir zaman diliminde dönüp duran düşünceler birbirleriyle çarpışıp duruyordu zihninde. kafasının karıştığından emindi ama en fazla ne olabilirdi ki? hem bir sapık akşamı, havanın kararmasını yeğlerdi apartman kapısına dikilmek için. kahverengi değildi güvenmesinin sebebi, anladı. o anda tanışık olduklarından da emin olmak istiyordu ama nereden tanıdığını bir türlü kestiremiyor, zorlanıyordu. ilkokul, lise, üniversite, bir önceki iş yerinden, son çalıştığı yerden, bir müşteri miydi, lanet olsun ki hiç birinde tablo netleşmiyordu zihninde.
belki bir gece gene hemen her gece olduğu gibi uyurken kalkıp da rüyasına gelmişti bu adam. kötü bir rüyadaydı ve bu adam o rüyadaki kötülükleri defederken gösteriyordu kendisini. evet, onu tanıyordu. rüyasındaki adamdı basamakların dibinde sigarasını henüz yakmış o adam. rüyasında da sigara içiyordu, onun omuzunda ağlıyordu. belki de o gün başına gelecek bir fenalıktan dolayı korunmaya ihtiyacı vardı ve adam sırf bu yüzden apartmanın kapısındaydı. ama o zaman "senin için buradayım" demekten fazlası gerekirdi durumun izahı için. düşünceleri bir kere daha birbirlerine çarpıştılar ve zihninde birkaç saniyede bir düşünce hurdalığı oluştuğunu hissedebiliyordu o sırada. "yabancı" dedi adama doğru, "benim, tanımadın mı" diye sordu adam. "bir yerlerden hatırlıyorum seni ama ismini çıkartamadım" dedi adama doğru "ismimi bilmiyorsun" şeklindeki cevap beklediği cevap değildi aslında ama adamın ismini gerçekten bilmediği için şaşırmadı bu cevaba. "tanımıyorum" demek istiyor ama rüyasından dolayı tanıdığı bu adama da onu tanımadığını söylememeyi daha çok istiyordu.
yorgundu, belki de tüm bu gördükleri, konuştukları gerçek bile değildi. gözlerini ovuşturdu, adam yoktu.
ağlayarak uyandı. bir rüya görmüştü, aynı adamı rüyasında bir kere daha görmüştü. kimdi bu adam? ne istiyordu? ne yapmaya çalışıyordu? neden kahverengi giyiniyordu?
tek istediği biraz huzurdu. şimdi, rüyalarında biraz huzur buluyor ama gözlerini açtığında hep ağlamış olmaya bir anlam veremiyordu ama gene de bütün istediği biraz olsun huzurdu.