teist evrim teorisi

entry11 galeri0
    1.
  1. evrimin tanrı'ın eliyle-yasalarıyla gerçekleştiğini savunan görüştür. buna göre evrim teorisi genel hatlarıyla doğrudur ve insan daha ilkel yapılardan, karmaşık süreçlerle evrilerek gelişmiştir. ancak bu süreç asla ve asla kendiliğinden olamaz. bu süreç tamamen tanrı'nın koyduğu yasalarla gerçekleşmiştir.
    3 ...
  2. 2.
  3. islamda bu konuyla ilgili olarak detaylı bilgi için prof. dr. mehmet bayraktar islam'da evrimci yaratılış teorisi kitabına bakılabilir.
    0 ...
  4. 3.
  5. semavi dinlere göre:
    1. teori:

    tanrı, 6. günde gökyüzünü, toprağı, bitkileri, ayı, güneşi, hayvanları ve insanları yaratır.
    7. günde dinlenir ve yaptıklarını düşünür.

    bu teoriye göre adem ile havva aynı zamanda yaratılmıştır.
    hem de dinazorlarla aynı zamanda yaşamışlardır.
    bu teori geçersizdir:
    doğal bir felaketle dinozorların soyu tükenince insan soyunun da tükeneceği kesindir.

    2. teori:

    tanrı ilk insan adem'i balçıktan yaratır.
    adem yaratılır yaratılmaz konuşmaya-düşünmeye-yürümeye başlar.
    tanrı adem'in yalnızlığını farkedince, adem'in kaburga kemiğinden havva'yı yaratır:
    havva adem'e nazaran evrim geçirmiştir.
    çünkü çamurdan değil insan kemiğinden yaratılmıştır
    0 ...
  6. 4.
  7. Şöyle bir şey yazmıştım zamanında:
    teistik evrimdeki görünür ontolojik problemlerin başında ereksellik geliyor. ens creatum (yani yaratılmış varolanlar) ens increatum (yani yaratılmamış yaratıcı) tarafından evrimsel manada bir hedefe mi sahip, yoksa thomas'ın söylediğini biraz değiştirirsek tasarımcı elinden evrim dünyada rastgelelik mi arz ediyor?

    problemin teolojik ahlaki boyutuna girmeden tasarımcı ve mükemmel olan tanrının aynı şey olup olmadığı da sorular arasında. yani tanrı, bahsettiğimiz mükemmel tanrı mı, yoksa tasarımcı olarak mı gösteriyor kendini sadece?

    teistik evrimin tutarsız olduğu noktalar teistik olmasından mı, yoksa genel manada evrimin henüz tam olarak açımlanamayışının yarattığı belirsizliklerden mi ileri geliyor?

    bana kalırsa felsefi manada teistik evrim henüz sonuçlanmamış bir şeyin sonucu hakkında konuştuğundan çelişik olur. zira evrim sürüyor ise evrimin bir amacı olup olmadığı hakkında kesin bir fikre sahip olamayız, dolayısıyla teistik evrim yalnızca -akıllı olması göz önünde bulundurulmadan- tasarımcı elinden çıkmış olmakla kabul görebilir. öte yandan akıllı tasarımcı veya dinlerin tanrısı söz konusu olduğunda sonucu henüz kestirilemeyen ve belirsiz olanın ereksel olarak sonucundan bahsetmek olduğundan tutarsız olur.

    not: ateist değilim.
    2 ...
  8. 5.
  9. konu uzun konuşan ço naçizane önerim caner taslamanın evrim teorisi felsefe ve tanrı kitabının okunmasıdır.
    0 ...
  10. 6.
  11. Dindar diyip evrimi yaratılışı düşünen insanı burada güzelce ifade eden insanlara dinci yaftası yapmak ne tür bir yobazlıktır. Gerçekten çok yobaz insanlarsınız , anca ortam yalakası tiplersiniz bu zihniyetle aynı hayavayı sokumaktan ve aynı ülkeyi paylaşmaktan aynı dili kullanmaktan utanıyorum.
    0 ...
  12. 7.
  13. son yıllarda rağbet gören teist akımdır.
    0 ...
  14. 8.
  15. alakası yoktur. okumazsınız ama gene ben atacağım buraya yazıyı. burayı okuyunca ateizm gayet de evrimle iç içedir anlarsınız. zaten olmasa bu kadar dindar neden dirensin?
    siz big banga direnen dindar gördünüz mü hiç?
    yok adamlar daha iddia ortaya atılır atılmaz üzerine atladı. neden? çünkü artık fiziksel yasalar bitiyor orada, karanlık var ve beslenecek yer buldu. oysa evrim öyle değil, adamları titretti.

    alıntıdır! uzundur, kolay gele.

    evrim teorisi'ne alternatif olması bakımından ibrahimîler tarafından sahip çıkılan; lâkin hiçbir bilimsel temele oturtulamadığından mütevellit havada kalan, inançlarla dayalı bir tür felsefe.

    mevzuyu bir de prof. dr. ali demirsoy'dan dinleyelim...

    bazı bireylerde kalıtsal bir nedenle ortaya çıkan sorunlar "anomali" ya da "hastalık" olarak adlandırılır. iyi bir tasarımda bu anomalilerin hiç olmaması ya da çok seyrek olması beklenir. hâlbuki bugün tıbben her insanda doğuştan en az 10 anomalinin olduğu söylenir. bu normal tasarlanmış bir arabanın beklenilmeyen bir arıza göstermesi gibi bir şeydir. kâğıt üzerinde böyle bir hata beklenmez; imalât sırasında ortaya çıkar. dolayısıyla buna üretim hatası denir ve suç tasarlayıcısına yüklenmez. akıllı tasarıma göre bir canlının tasarlanmasından ölümüne kadar geçen süreçler doğaüstü güç tarafından denetlenmektedir ve dolayısıyla hem tasarım aşamasında hem de üretim süreci içerisinde -biz fani varlıkların kusuru olmadan- ortaya çıkabilecek tüm aksaklıklardan doğaüstü güç sorumludur. ancak hem yetkili ve her şeye kadir ol hem de hata yap ikilemini çözemeyen dogmatikler, çıkarı "takdir-i ilahi", yani doğaüstü gücün isteği ya da takdiri olarak sunarak hem kendilerini hem de karşılarındakileri kandırmanın yolunu bulmuşlardır. elimizde olan ya da olmayan gelebilecek her olumsuzluğun faili ya da sorumlusu bulunmuştur: bir türlü hesap soramayacağımız, ulaşamayacağımız, ne eder ne yaparsa iyidir diye inandığımız doğaüstü güç; çoğumuza göre tanrı. böylece insanlık tarihi boyunca kusurumuz olsun ya da olmasın uğradığımız her zararı büyük bir tevekkül (kabul) ile benimseyeceğimiz bir felsefeye saplanmış olduk.

    ancak herkeste her zaman görülen, yani bir anomali olarak değil de, genel bir tasarım hatası olarak herkesin gözlediği yapı ve işleyişlere ne diyeceğiz; bu sefer "taktir-i ilahi" demeyle atlatamayız. çünkü takdir, birçok seçeneğin arasında birisine layık görülen bir şeyi ifade eder. yani başımıza bir bela gelmişse, yüce tanrı o iş için beni seçmiş demektir. dogmaya inanıyorsanız yapacağınız bir şey olamaz, kabul edeceksiniz. eğer inanmıyorsanız nedenini araştıracaksınız, gerekirse er ya da geç çaresini bulacaksınız. ancak, bir kusur sadece bir toplumun birisinde değil de herkeste bulunuyorsa, o takdiri ilahi olmaktan çıkmış, genel bir tasarım kusuru olmuştur. bu tasarım kusurları eğer her şeyi bilen ve her şeye kadir bir varlık tarafından yapılmışsa, o zaman bu varlığın, kulları olan bizler için iyi niyetinden kuşku duyabiliriz. çünkü hiç kimse durup dururken kitle halinde eziyet etmeyi amaçlamaz. bunun tanımı psikolojide ya da sosyolojide hoş olmayan çok ağır bir tanımdır...

    gelin görün ki, ortalığı akıllı tasarım velvelesine veren birçok insan (bunların arasında ne yazık ki bilim adamı; hatta bilimlerin bilimi diyebileceğimiz biyoloji alanında çalışanlar), aşağıda yüzlercesinin arasından verilmiş sadece birkaç genel kusurun neden doğaüstü güç tarafından reva görüldüğünü bir türlü açıklayamıyor. moleküler ya da hücre düzeyine indiğimizde hatalı tasarımla ilgili onlarca örnek verebiliriz. ancak bu örnekler çok akademik kalacağından, bu konuda yeterince bilgisi olmayanlar anlamakta zorlanabilir diye verilmemiştir. doğuştan yüksek tansiyon, şeker hastası, çeşit çeşit yetmezlikler, kas ve kemik bozuklukları ve benzer onlarcasını kişiye özgü olduğu genel bir durumu yansıtmadığı için genel bir tasarım hatası olarak gündeme getirmeyeceğiz. bu nedenle vereceğimiz tasarım hatalarına ilişkin örnekler özellikle hemen herkesin her zaman tanık olduğu çocuklardaki bazı kusurlardan -yani genel tasarım hatalarından- seçilmiştir. bunun nedeni, akıllı tasarımcıların, ortaya çıkmış kusuru -ergin kişinin suçlarına günahlarına- bağlamasından kurtulmak içindir.

    1- çocuk büyüten ve gecelerini uykusuz geçiren herkes şunun farkındadır. çocuklar doğduklarının ilk birkaç ayında bazen çok daha uzun süre gaz sorunu yaşayarak ailelerini ve kendilerini perişan ederler. bu gaz ya anadan geçer ya da çocuğun sindirim sistemindeki tasarım hatasından kaynaklanır.

    ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, ağaçtan ağaca atlarken anasının sırtına yapışarak, her sıçrayışta sürekli gazını çıkaran bir canlının böyle bir sorunu olmamıştır. bu nedenle primat yavruları gaz sancıları çekmez. ne zamanki doğal yaşamdan ve doğal evrim sürecinden ayrıldık, bu sorun karşımıza çıktı. ancak evrimsel yapısal değişim, sosyal evrime ayak uyduramadığı için, zamanında gerekli önlemler oluşamadı.

    2- çocukların iç kulak ile ağız arasındaki östaki borusu, normalden kısa olduğu için ağızdaki mikroplar sık sık orta kulağa geçer ve bir sürü soruna neden olur. primatlarda bu sorun var mı; büyük bir olasılıkla yok. ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, sosyal gelişmeleri öğrenebilmek için, kafası beklenilenden çok daha büyük olarak dünyaya gelmeye zorlanmış bir çocukta bu sorunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. acaba doğaüstü güç insanın sosyal yaşama geçişini bilemiyor muydu? yoksa böyle bir ödüle karşı ceza mı uygulamaya kalkıştı?

    3- çocukların, özellikle kız çocuklarının idrar kesesini dışarıya bağlayan kanal erişkinlere göre kısa olması nedeniyle sık sık idrar yolları hastalıklarına tutulmaktadır. ne olurdu bu boruyu biraz daha uzun olarak yaparak yaratsaydı? ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, dört ayağının üstünde gezen bir canlı için bu kısalığın büyük bir sakıncası yoktu; ne zaman ki, yere inip de ilk olarak otura otura sonra iki ayağımız üzerinde gezmeye başladık; oturduğumuz yerdeki mikroplar çok daha kolay içlere kadar girebildiği için bu sorunlar ortaya çıktı. o zaman sormazlar mı, beni iki ayağım üzerine kaldırırken, bu boruyu niye bir iki santim uzatmadın?

    4- penisteki sünnet derisi çoğunluk herhangi bir soruna neden olmadan doğum olmasına karşın, bir kısmında idrar yapamayacak derecede kapalı olduğu için önemli sorunlara neden olmaktadır. bu derinin erişkin olmadan kesilmesi ise musevi ve islâm inancına göre tanrının isteğidir. bu derinin atılması sırasında, yine bu iki dinin de ortak olarak birleştiği inanca, yani çocukların suçsuz olarak doğduğu inancına karşın, milyonlarca çocuğun sünnet işlemi sırasında mikrop kapmasından dolayı ölmesini nasıl açıklayacaksınız? günahsızların ceza çekmesi hiçbir öğretide hoş karşılanamaz.

    ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, bu deri kapalı durarak idrar yollarının ve penis başının olası enfeksiyonları önlemek için meydana gelmiştir. doğal ortamda er ya da geç normal işlevini görmeye başlar; ancak bezlere sarılmış kapalı ortamda yetiştirilen bir bireyde bu aksaklığın giderilmesi zor olur.

    5- bugün hangi çocuk doktoruna giderseniz gidin, çocuğa bakmadan d vitamini de içeren bir ilaç yazıyor. bunu muhakkak almalısınız diyor. burada birisi yanılıyor, ya doktor ya da doğaüstü güç. çünkü akıllı tasarım olsaydı, ana sütü ile birlikte bu maddeler de verilmiş olacaktı.

    ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, insan, güneş ışığının çok yoğun olduğu doğu afrika'da evrimleştiğinden d vitamininin oluşması için ek bir kaynağa ihtiyaç duyulmamıştı. ne zaman ki kuzeye yayıldı, eksiklik ortaya çıktı. düzeltilebilir miydi? çok basit birkaç önlemle bu eksiklik giderilebilirdi. zaten canlıların hemen hepsi (bizden başka yer değiştiren iki memeli hariç) bulundukları yerde kaldıkları için gerekli d vitaminini sentezlemektedirler. bunu yer değiştiren insan yapamadığı için, gittiği yerde özellikle güneş ışınlarının eksikliğinden dolayı bozukluk ortaya çıkmaktadır. eğer akıllı tasarımcıların inandığı gibi insanoğlu orta kuşakta bulunan bir yerde dünyaya inmiş olsalardı, böyle bir eksikliği yaşamayacaklardı. demek ki bir enlemden öbür enleme geçince akıllı tasarım akılsız tasarım haline dönüşmüş. niye düzeltilmemiş? doğa aklıyla değil, seçenekleri rastlantıyla seçtiği için her zaman doğru yolu bulamaz; bu nedenle de bu güne kadar jeolojik dönemlerde bağrında barındırdığı yaklaşık 20 milyon (belki 100 milyon) canlı türünü bu akılsız tasarıma kurban etmiştir.

    6- hemen hemen hiçbir işleve sahip olmayan 20 yaş dişlerimiz çoğumuzun korkulu rüyası olmuş; birçoğumuza kötü günler yaşatmıştır. dogmatikler bunun için kem küm bir şeyler söyleseler de hiç kimse inandırıcı bir açıklamasını yapamamaktadır. inançlara göre insan aynen yaratılmışsa, evrimleşmemişse, 20 yaş dişleri de insanın başına bela olarak verilmiştir. ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, bu dişler otçul (daha çok ot yediğimiz) dönemde öğütme işinde kullanılıyordu; daha sonra omnivor (yani her şeyi yer hale geçince), özellikle de yiyeceklerimizi pişirerek daha yumuşak hale getirince gerek kalmadığı için doğal seçilim ile ortadan kaldırma sürecine sokulmuştur. evrim, sabırlı ve sürekli bir işleyişin adı olduğu için de, hemen ortadan kaldırılamamış, zamana bırakılmıştır.

    7- osteoporaz (kemik erimesi). bugün kırk yaşını geçmiş herkesin korkulu rüyasıdır ve geçici de olsa tedavisi için önemli harcamalar yapılmaktadır. her şeyi bilen doğaüstü güç, ömrümüzün ortalarında neden bizi oluşturan iskeletin içini boşaltsın ve kırıklarla uğraştırsın. bunların içine her besinimizde bolca bulabileceğimiz kalsiyumu yerleştirme güç mü olacaktı? yoksa bu da mı takdir-i ilahi hanesine yazılacak?

    ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, kemikler işlev gördüğü sürece ve doğada güç kullandığı sürece sağlıklı kalır; sürekli kitap okuyan ve dua eden birinin, kemikler (bu bağlamda kaslar) üzerindeki tonus (basınç etkisi) azalacağı için içini boşaltması kaçınılmazdır. evrim, gerçekler üzerinden işlev yapar, acımasızdır, tarafsızdır; duygular ve sevgiler üzerinden değil...

    8- elli yaşını geçmiş her erkeğin aklı prostatındadır. çoğunluk doğru dürüst işeyemez, olur olmaz yerde işemeye kalkışır; bu nedenle kana kana bir şey hatta su bile içemez. tuvaletin başında dakikalarca bekler. daha sonra eşeysel işlevleri aksadığı için karısından azar işitir; aşağılanır; semavi dinlerin üstün varlık olarak tanımladığı o erkek süklüm püklüm bir kediye (kedi bile denmez olsa olsa pisik demek gerekir) dönüşür ve daha da vahimi er ya da geç kanserleşmeye başlar. doksan yaşına gelmiş bir insanın %90 prostat kanseri olma olasılığı vardır. dogmatikler akıllarını kutsal kitaptaki bilgilerle bozdukları ve prostat da bu kitapların bulunduğu dönemde bilinmediği için birkaç yakın ayet ve hadisle belki geçiştirebilirler; ancak en iyisi bu konuya hiç değinmemektir...

    ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, o size der ki, prostat bezi, sahneye çıkarken ozmos, yani su geçişlerini düzenleme gibi bir görevi üstlenmek için ortaya çıkmıştı; ancak zamanla başka işlevleri de yüklenince, olması gerekenden fazla bir görevi daha üstlendi ve başarılı da olamadı. eğer bir varlığı korkularından arındırmak için tasarım yapmış olsaydınız, iki paralık bir sifinkter (kapak) ile bu sorunu çözerdiniz. ancak, evrim gelecek için plan kurmaz, o anda gereksinme duyulan şeyleri en iyi şekilde seçmeye kalkışır. bu nedenle de evrim her zaman mükemmeli bulamaz.

    9- menopoza girmiş her kadının rahim kanseri ve meme kanseri korkulu rüyasıdır. çocuk yapma yetisini yitirmiş ve başka bir görevi kalmamış bir organın vücuttan kaldırılması çok zor biyolojik işlem değildir. böyle bir korkuyu insanlara yaşatmanın ne anlamı var? ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, o size der ki, doğa bir canlının üreme gücünü yitirmiş bir bireyi barındırmak gibi bir lüksü olmadığı için uygun yöntemi geliştirme denemesine girişmemiştir.

    10- neredeyse her üç kişiden biri omurga rahatsızlığı çekmektedir. diğer canlılara bakıyorsunuz beli kayan canlı yok gibi. bu insana eziyet niye? akıllı tasarımcılar "tanrının verdiği organı korumak gerekir" diye bir yaklaşımla konuyu savsaklamaya kalkışırlar.

    ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, o size der ki, bir zamanlar dört ayak üzerine yürüyen atalarımız, ağırlığı tüm omurgaya dağıttığı ve onu da dört noktadan toprağa verdiği için böyle bir sorunla karşılaşmadı. ancak iki ayağı üzerine kalkınca, ağırlık merkezi 4-5. omurların arasına yoğunlaştı, burası da yeterince kasla desteklenemediği için ve evrim mekanizması deneme-yanılma yöntemi ile çalıştığı yani çok ağır işlediği için de bu kadar kısa süre içinde gerekli önlemi geliştiremedi. böylece öne uzattığımız iki elimizle tutacağımız bir kiloluk bir yük, kaldıraç misali 4-5. omurlara 20 kiloluk bir baskı oluşturdu.

    11- hemen hiçbir hayvanda görülmeyen fıtık ve özellikle kasık fıtığı niye insanlarda görülüyor diye düşünebilirsiniz. akıllı tasarımcılar ancak bir önceki yanıtı verebilirler. ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, o size der ki, bir zamanlar dört ayak üzerine gezdiğimiz için iç organlar özellikle testislerin vücut dışına çıktığı kanala (ingunial kanala) basınç yapmıyordu; ne zaman ki iki ayak üzerine kalktık, iç organlar basınç yapınca, özellikle belirli bir yaştan sonra bağırsaklar bu kanaldan dışarıya sarkmaya başlar. evrimsel gelişme bu aksaklığı niye düzeltmedi? ya bir çıkar yol bulamadı ya da geliştirmek için yeterince zaman bulamadı. akıllı bir tasarım olsaydı hem bu sorunu hem de yukarıdaki sorunu bir çırpıda çözecek çareyi yürürlüğe koyardı.

    12- eskiye ait insan fosillerine bakıyoruz; çürük diş hemen hemen yok (biraz da erken öldüklerinden dolayı); ancak ne zaman ki besinlerini öğütüp, pişirmeye ve özellikle de tahılla beslenmeye başlıyorlar, o zaman diş çürükleri ortaya çıkıyor. doğaüstü güç insanı vahşi bir hayvan gibi doğada dolaşsın diye mi tasarladı? uygarlığa geçeceği ve geçişte yaşanacak sorunlar tahmin edilemez miydi? akıllı tasarımcılara sormanıza gerek yok; çünkü onlar bulunan bunca insana ait fosili zaten insan neslinin atası olarak kabul etmiyorlar. insanın zembille gökten indiğine inanıyorlar.

    ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, "diş çürümeleri neden oluyor?" diye, o size der ki, tahılla beslenme, mayalanmaya bağlı olarak ağızda asidik tepkimelerin ve aşınmaların meydana gelmesini tetiklediği için olmuştur diyecektir. bu tasarım hatasını giderebilmek için de akşam-sabah macunlarla fırçalama yoluna gideriz.

    13- akşam sabah hamdolsun verdiğin nimetlere diye dua ediyoruz. bu kadar çeşitli yiyecek verdiği için. pekâlâ, yaklaşık 400.000 bitki olmasına karşın niye daha çok çeşitli meyve ve sebze sunmadığını bir türlü aklımıza getirmiyoruz. çünkü olandan başkasını düşünemiyoruz. düşünebilmeniz için evrim mantığına sahip olmanız gerekir; o da bizde yok.

    insan oluştuktan çok daha sonraki devirlere bakacak olursak, bugün nimet olarak tanımladığımız sebze ve meyvelerin ve keza hayvanların hiç birini göremeyiz. doğa, elmayı, armudu, kirazı, kayısıyı, portakalı, şeftaliyi, mısırı, domatesi, salatalığı, kabağı, nohudu, şeker pancarını, karnabaharı, lahanayı, kıvırcığı, marulu, çin marulunu, kırmızılâhanayı, montofon ineğini, holstein ineğini, legorn tavuğunu ve bugün kullandığımız daha onlarca ürünü bugünkü haliyle evrimleştirmemiştir. ama her devirde evrim mantığına sahip insanlar olduğu için "akıllı tasarım ürünü olarak belirtilen" verimsiz varlıkları insani tasarımla çok daha kullanılabilir ve verimli hale getirdiler. siz, domatesi, şeftaliyi, elmayı, portakalı ve yukarıda yazılan bitki ve meyveleri doğaya bırakın belirli bir süre sonra asıllarına döneceklerdir, yani evrimsel tasarıma. montofon ineğinin, holstein ineğinin ve legorn tavuğunun zaten doğada üreme şansı olmayacaktı. kıvırcığı, marulu, karnabaharı, lahanayı, çin marulunu, aysbergi, süs lahanalarını, brokoliyi, kırmızılâhanayı doğaya bırakın yıllar sonra yumruları sadece bir fındık bilemedin ceviz kadar kalmış bürüksel lahanasına döndüğünü göreceksiniz. insan olmasaydı mısır bitkisi ise hiçbir zaman olmayacaktı. doğa insanı düşünerek bunları evrimleştirmediği için, bizim amacımıza en uygun şekli vermedi. akıllı bir tasarımda eşrefi mahlûka neden en iyisinin sunulmadığını merak etmiş olmalısınız. ne de olsa insan olmanın en önemli özelliği merak etmektir. daha iyi bir tasarımın yapılma zevki insana mı bırakılmış dersiniz (böylece akıllı tasarımcılara zor zamanlarda kullanabilecekleri bir açıklama da vermiş oluyorum).

    bütün bu değerli yiyeceklerimiz doğada bugünkü haliyle bulunmuyor. doğal işletiminin hatalarla dolu olmasından dolayı, anormallikler, örneğin poliployidi dediğimiz kromozom çoğalmaları nedeniyle bugünkü sulu ve iri meyveler oluşuyor ya da doğaüstü gücün bizim için esirgediği kalıtsal kombinasyonları insanlar ıslah yoluyla kendisi yapıyor.

    14- doğada birbiri için zararlı çok sayıda canlı vardır. ancak bir canlıya zarar veren bir tür başka bir canlı için yararlı işler yapara; ya da tersi. örneğin çoğumuzun irkildiği yılan, doğanın dengesinin sağlanması için en önemle canlı gruplarından biridir. yılanlar olması kemiriciler doğadaki bütün dengeleri allak bullak eder. dolayısıyla kimin yararlı kimin yararsız olduğuna doğanın işletim sistemi karar verir.

    ancak bazı canlı türleri örneğin çiçek, veba, humma, sıtma ve benzer onlarcası, doğada başka hiçbir canlıya şu ya da bu şekilde yarar sağlamıyor. biyolojik döngülerinin varsa ara kademelerinde de sağlamıyorlar. bu canlılar sadece insanları hasta etmek için evrimleşmiştir (akıllı tasarımcılara göre yaratılmışlar). bir doğaüstü güç bu kadar canlı türü içinde en çok değer verdiği ve eşref-i mahlûkat olarak kitaplarında tanımladığı bu türe bu kadar eziyeti, korkuyu ve ıstırabı neden reva görmüştür dersiniz? insanlık tarihinden bu yana milyarlarca insan (bunların içinde günahsız olarak bildiğimiz çocuklar) ömrünün baharını bile görmeden bu canlılarca öldürüldüler. sizce böyle bir tasarım akıllı tasarım mıdır? sus sus öyle söyleme -tanrının işine karışılmaz- günahkâr olursun demeyle ne zamana kadar yorumlama yetinizi bastıracaksınız?

    "dünya tamamlanmamış bir tasarımdır"*

    bir anlamda dünya tamamlanmamış bir tasarım olduğu için evrim sürmektedir. eğer her şey mükemmel tasarlanmış olsaydı, evrimleşmeye gerek duyulmayacaktı. hâlbuki canlı daha iyi daha etkili daha uyumlu yapıyı kazanabilmek için 3.8 milyar yıldır daha yetkin olmayı aramaktadır, yani evrimleşme çabası içerisindedir. bir zamanlar denizanalarının daha sonra balıkları daha sonra kurbağagillerin daha sonra sürüngenlerin daha sonra kuş ve memelilerin ortaya çıkışı bu tasarımı daha başarılı hale getirmedir. tanrısal bir tasarımda ilk olarak basitini yapma, daha sonra kullana kullana daha etkilisini geliştirme gibi bir mantık olamaz. bir taraftan tanrının her şeye kadir olduğuna ve deneme yanılma yöntemiyle doğruyu bulma gibi bir savurganlığa gerek duymayacağına inanma, diğer taraftan da zaman içinde organizasyon bakımından gittikçe daha gelişmiş canlıların dünyada sırasıyla yer aldığını, organizasyon bakımından ilkel olanların zamanla ortadan kalkıp yerini daha gelişmiş organizmalar bıraktığını gözleyip de evrim fikrine inanmama, ancak akıllı tasarımcılara yakışır.

    hemşerim ve yakın dostum olan ressam prof. dr. zafer gençaydın, bir gün bana "biliyor musun ali, ortaçağda dogması ve ortaçağ mantığında yaşaması gereken birçok insan, herhalde yanlış bir planlamadan dolayı ne yazık ki zamanımızda doğmuştur; doğmakla da kalmamış bir kısmı üniversitelerde hoca olmuşlar", dedi. "ah, tanrı dünyayı yeniden yarataydı, yaratırken de beni yanında tutaydı", derdim:

    "ya benim adımı sil defterinden ya da benim dilediğimce yarat dünyayı."*

    daha önce değindiğimiz gibi, evrim gelecek için plan kurmaz, tasarım yapmaz; o anda elde bulunan nesneleri ya da özellikleri yine o anda gereksinme duyulan şekilde seçmeye kalkışır. bu nedenle de evrim her zaman mükemmeli bulamaz. işte bu nedenle dünyada bu güne kadar yaşamış canlıların %96'sı yeni değişimlere çözüm yolu bulamadığı ya da daha önce başarılı bir şekilde geliştirdiği özellikleri ile devam edemediği için yaşam sahnesinden silinmiş, yerlerini daha başarılı olanlara bırakmışlardır. burada dogmatikler ile evrimciler arasında düşünce bakımından çok derin bir fark vardır. dogmatikler, bu cümleden dinciler, akıllı tasarımcılar ve benzerleri görüşte olanlar başarılının (güçlünün) tanımını farklı anlarlar. bu nedenle de doğanın işletim sistemini bir türlü anlayamazlar. hatta bir televizyon tartışmasında, bir biyoloji profesörü (o günlerde biyologlar derneğinin de başkanıydı), bana dönerek "hoca hoca, ne diyorsun, bir bakteri bir filden daha güçlü mü ki daha başarılı diyorsun". dogmatiklerin güçten kastı, kas gücü ile sınırlıdır. esasında bu görüşleri sonlarını da hazırlamaktadır. çünkü gücü, sosyal yaşamda silah, anarşi, terörizm, para ve kaba kuvvet olarak bilirler. hâlbuki bir evrimci, kas ve kemik gücüne dayanmayan bilgi ve becerinin daha üstün olduğunu gözlemleri ile öğrenmiştir. bir virüsün bir fili yok edeceğini bilir. çünkü evrimsel seçilimde kaba güç değil (bu güç ancak aynı türün bireyleri arasında daha sağlıklıyı -erkek kavgaları gibi- seçme için kullanılan evrimsel bir yöntemdir), çevrenin koşullarını en iyi kullanan, kalıtsal materyalini gelecek kuşaklara en hızlı ve en çok aktaran (çoğalan) ve başka bir türü kullandığı ince yöntemlerle alt edenler ayakta kalır; yapamayanlar elenir.

    akılsız tasarımın en akıllıca yönü, akılsız olmasıdır. hiçbir zaman tasarlayarak bir şey oluşturmaz. tek amacı vardır: olabildiğince çok çeşit üretmek. bunun için israftan kaçmaz, daha doğrusu onu israf olarak görmez. bu nedenle bir balık özelliği birbirinden farklı bir milyon yumurta bırakır. bir tanesinin ortama uyum yapması başarıdır. o seçmeyi doğaya bırakır; bu nedenle doğal seçilim diyoruz. üç beş bireyin yaşayabileceği bir ortama milyonlarca yumurtanın bırakılmasının başka ne anlamı olabilirdi? bu nedenle kural olarak doğada yavrularını eksiksiz ya da kayıpsız büyüten hiçbir canlı yoktur diyebiliriz. o zaman bugünkü koşullarda neredeyse insanların doğurdukları çocukların hepsi yaşıyor diyebilirsiniz. tam bir akıllı tasarımcı mantığı. iyi de o çocukları yaşatmak için doğada hiç olmayan ilaçları ve aletleri kullanarak onları başarabiliyorsunuz. yani akıllı tasarımcıların mantığıyla tanrı tasarımına karşı gelerek, o tasarımın hatalarını ilaçlarla aletlerle düzelterek...

    tasarım hatasına yer yoktur. doğa mükemmel bir mühendis değildir; varsayılan bir doğaüstü güç gibi her şeyi bilen, planlayabilen ve geleceği gören bir işletim sistemi de değildir. var olanı kullanarak o günkü koşullara en iyi uyumu yapacakları seçen bir sistemdir. bu nedenle doğanın işletim sisteminde keşke şöyle olsaydı özlemini dile getiremeyiz. çünkü istek, ancak akıllı bir varlık tarafından yerine getirilir; akılsız olan bir yapı tarafından değil. doğanın aklı yoktur; onun aklı evrimin işleyiş tarzı ve yöntemidir. bu nedenle, ancak doğaüstü güçlere dua ederiz. geçmişte doğal güçlere de (güneşe, aya, yıldıza, fırtınaya, ateşe ve yüzlercesine) dua ettik; yararını görmediğimiz için hemen hemen büyük bir kısmımız bu yakarmayı bıraktık; bu sefer sekiz cihetten münezzeh (yani önde, arkada, sağda, solda, altta, üste, içte ve dışta bulunmayan) varlıklara yöneldik; dilerim bu sefer başarırız... sesimizi ve yakarışlarımızı duyan olur...

    doğadaki bazı mekanizmaları anlayabilmek için evrim kavramı ve bilgisi kaçınılmazdır (dogmatiklerin böyle bir bilgiye ihtiyaçları yoktur, olmayacaktır da). örneğin kendi kendinize sorabilirsiniz, niye bir balık bir milyon yumurta meydana getiriyor da ancak 3-5 tanesi erginliğe ulaşabiliyor. bir insan doğal ortamda 10 çocuk doğuruyor da ancak 1-2 tanesi erginliğe ulaşabiliyor. bu bir savurganlık, materyal, zaman ve imkân yitirilmesi değil midir? akıllı tasarım en az malzeme ile en çok üretim yapmanın adıdır. hâlbuki doğa bu bakımdan inanılmaz derecede savurgandır. işte bunun neden böyle olması gerektiğini ancak evrim bilimi bize veriyor. çünkü akıllı bir tasarımda, her şey önceden planlanır ve tasarlanır. eğer ay'a gidecekseniz ona göre bir uzay gemisi, nars'a gidecekseniz ona göre "bir" uzay gemisi tasarlarsınız. ne bir eksiği ne bir fazlası vardır ve bu yapılar akıllı tasarımlardır.

    doğa bizim bildiğimiz akla sahip olmadığı için, sorunun altından kalkabilmek için (böyle bir ifade de doğru değildir; çünkü bu da bir aklı ifade eder; esasında öyle olduğu için bize akıllı gibi görünüyor) çeşit yaratma peşine düşmüştür. bu nedenle bir canlı birbirinden özellikleri bakımından kademe kademe farklı olan çok sayıda döl üretme stratejisini geliştirmiştir. bir milyon tohumdan biri ya da bir milyon yumurtadan sadece biri, daha önce hiç karşılaşılamayan bir ortamda başarılı özellikleri kombine etmiş ise, o ayakta kalır diğerleri elenir. sadece insan için örnek verelim: her çiftleşme sırasında 300 milyon sperm üretilir, kural olarak sadece biri döllenme işlevini yapar. ancak bu spermlerin ve yumurtaların sayıca çokluğu aynı bir dişiden ve aynı bir erkekten özellikleri bakımından farklı 70 trilyon çocuğun meydana gelmesini sağlar. bu incirde de böyledir, narda da böyledir, balıkta da öyledir.

    bir önceki paragrafta verdiğimiz uzay gemisi örneğini buraya taşırsak, önceden amaçladığımız inilecek gök cismine göre gemi planlanmadığını, binlerce, milyonlarca gemi yapılıp uzaya gönderildiğini, bunlardan birinin ya da birkaçının bir rastlantı olarak bir gök cismine inmesi ve taşıdığı özellikleri açısından orada gelişebilecek durumda olması halinde, yeni bir uygarlığın, biyoloji açıdan yeni bir türün doğuşu gerçekleşir. böyle bir çeşitlilik zorunluluktur; çünkü gelecekte neyle karşılaşacağını bilmeyen bir sistem, çıkış yolunu olasılıkları ve çeşidi artırma ile bulabilirdi. işte doğanın bu savurganca görülen işletim sistemi, böyle bir nedenle korunmuştur. ne kadar akıllı bir sistem olursa olsun, gelecekte ne olacağını tam kestiremez ve bu da yok olmayla sonlanabilir. evrimcilerin düzensizlikler içindeki düzen dediği sistem; rastgele seçilim bu nedenle başarılı olmuştur. bu, düşünemeyen bir sistem için mükemmel bir stratejidir. akıllı tasarım olsaydı her ortama göre kalıtsal bir birleşim imal edilirdi. o zaman da niye bundan 600 milyon yıl önce balık, 500 milyon yıl önce sürüngen, 300 milyon yıl önce memeli, 50 milyon yıl önce insan dünyada bulunmuyordu diye sorarlar? çünkü doğa rastgele, deneme-yanılma ile ancak bu kadarını başarabildi. akıllı bir tasarım olmuş olsaydı, bu kadar zahmetli bir yolu aşmaya gerek olmayacaktı. aksini doğada kanıtlayan tek bir örnek yoktur.

    en çok sevilen ya da değerli şey özene bezene tasarlanır ve dikkatle imal edilir. insan tanrı gözünde en değerli varlık olmasına karşın en çok defekti (bozukluğu) olan tür gibi görünüyor. şimdilik insan soyunda adı konmuş 9.000 çeşit kalıtsal hastalığın olduğu bilinmektedir. bir fabrika düşünün ki, herkesi kapsayacak bir tasarım hatasından değil (onu daha sonra ele alacağız), sadece kişilere özgü tasarım ve imalat hatasından dolayı 9.000 çeşit bozukluğu olan ürün imal ediyorsunuz ve buna da akıllı tasarım diyorsunuz. ya akıllılığı bilmiyorsunuz ya da tasarım ne demektir onu bilmiyorsunuz. sıkıştığınızda takdir-i ilahi diyorsunuz.

    bunlara kullanıldığı zaman ortaya çıkan "yaşlanmaya bağlı hastalıklar" dâhil değildir. bu hastalıkların sayısı büyük bir olasılıkla yeni tanımlarla birlikte on binlerin üzerindedir.

    en ilginç olanı da hekimlerin büyük bir kısmının akıllı tasarıma sıcak bakmalarıdır. bu, kendi mesleklerini bile tanımıyorlar anlamına gelir. doktorluk, kalıtsal ya da sonradan ortaya çıkan bir eksikliğin giderildiği meslektir. çoğunluk da tasarım hatalarının düzeltilmeye çalışıldığı bir meslektir. akıllı bir tasarımı, oransal olarak bir anlamda çok daha zayıf akıllı sayılabilecek birileri düzeltiyor.

    ancak bütün bunları görebilmek belirli bir sezinlemeyi, bilgiyi ve en önemlisi sadece insana özgü olan yargılamayı gerektirir. insan doğası gereği ben merkezli (antroposentrik) olduğu için, her şeyi kendi çıkarı açısından değerlendirir. ben yaşıyorsam ve özellikle de iyi yaşıyorsam, bu çok iyi kurulmuş tanrısal bir düzenin sonucunda olmaktadır. ancak, henüz erginliğe ulaşmadan ölen kardeşlerim için böyle bir yargı geçerli değildir. benim çocuklarımın eli yüzü düzgün ise, bu tanrısal akıllı bir tasarımın sonucudur; ancak komşunun bütün aileyi ömür boyu sıkıntıya sokan sakat doğmuş çocuğu "tanrının benim halimden şükretmem için yapmış olduğu bir düzenlemedir". tanrısal tasarımda acaba bencillik ve narsistlik bir ön koşul mudur?

    pekâlâ, bu kadar insan neden doğanın mükemmel bir düzen içinde işlediğine inanıyor ve her şeyin mükemmel olduğuna inanıyor? ilk olarak insanı insan yapan empati yoksunluğundan. çünkü başkasının kusuru, eksikliği ve derdi onu ilgilendirmiyor. bu kadar kusuru görmemezlikten geliyor. ancak en önemlisi, normalin ve anormalin ne olduğunu tam bilmiyor, tanımlayamıyor. örneğin diyor ki bak ne güzel yiyecekler verilmiş yememiz için. şimdi ben soruyorum, ne verilseydi aynı şeyi söyleyecektiniz. başkasını bilmiyorsun ki. ne güzel renkleri görüyoruz diyorsunuz? başka renkleri tanımıyorsunuz ki bu yargıya sarılıyorsunuz. gördüğümüz renkler ışık bandının yüzde biri bile değil; akıllı bir tasarım olsaydı biz çok daha zengin renkleri görecektik. ancak bir evrimci bizim sadece 3 rengi neden görebildiğimizi biliyor; bu nedenle daha fazlasını da talep etmiyor. tanrısal bir tasarımda daha fazlasını talep edebilirdik. ancak bir evrimci görme pigmentlerinin oluştuğu dönemde, güneş ışınlarının en yoğun mavi, yeşil, kırmızı bantlarda yeryüzüne ulaştığını bu nedenle böyle bir tasarımla yetindiğini biliyor. eğer bu dönemde (x), alfa, beta ışınlarıyla da karşılaşmış olsaydık, onları da tanıyacak sistemi geliştirebilirdik ve bugün çoğu ortamda ortaya çıkan radyasyonu önceden görebilirdik ya da onlara dayanıklı bir kalıtsal molekül geliştirebilirdik. bu cümleden bir şeyi özellikle vurgulamak istiyorum: her şeyi büyük bir tasarım olarak görenlerin, "bu da beklenen bir şeydir, şaşılacak nesi var ki" diyebilecekleri bir tasarımları var mıdır? önünü ve arkasını, nedenini bilmediğiniz, nasıl oluştuğunu bilmediğiniz her şey, yani basitten karmaşıklığa doğru giden yolu yani evrimsel süreci tanımadığınız sürece, uca ulaşmış her şey sizin için mucizenin bir ürünü olarak görülecektir. bu basit bir hesap makinesini bile anlayamayan birinin bilgisayarı anlamaya kalkışması kadar sığ bir yaklaşımdır. akıllı tasarımcılar! evrimde basitten karmaşıklığa giden yolu öğrenmediğiniz sürece sizin hiçbir şeyi anlama ve görme şansınız olamayacaktır. ya öğrenin ya da yoldan çekilin.

    eğer akıllı tasarımla yetinmeye kalkışsaydık ne uzaya gidebilirdik ne denizlerin dibine inebilirdik. bizim tasarımımız, ancak dünyanın yüzeyinde ince bir katmanda yaşamaya izin veriyor. insanı değerli bir varlık olarak niteleyen yüce bir yaratıcı bizi evrensel bir karantinaya niye sokmuş dersiniz? bütün bu ortamlarda yaşayabilecek bir donanım verebilirdi. ancak insan bu dünyanın çocuğu olduğu için, evrimleşerek oluştuğu için ne bulduysa onunla yetinmiştir. evrim geleceği tahmin edemez, göremez; ancak çeşidini artırarak olası bir uyumun gerçekleşmesini sağlayabilir. bunu da her zaman başaramaz. bazen de belirli bir dönem için başarır; ancak kazandırdığı özellikler değişen koşullar yüzünden o canlıyı çıkmaz sokağa sokarak ortadan kalkmasına neden olur.

    ancak, en önemli yargı ve yanılgı, yine akıllı tasarımcılardan elde edilebilir. çünkü akıllı tasarımcıların hemen hepsi bütün bu sistemin mükemmel olduğunu savunur ve dayandıkları inançlar ise insanı evrenin efendisi olarak kabul eder ve onları "eşref-i mahlûk", yani mahlûkların efendisi olarak görür. bu demektir ki, insan yapılabilinecek ve elde edilebilinecek her güzelliğe layıktır. bu güzellikleri insandan esirgemek, eşrefi mahlûk dediğimiz varlığa kötülüktür.

    o zaman gelin sizinle bir biyolojik oyun oynayalım. insanı yeniden tasarlayalım. sürekli kendini onarmayla ölümsüzlük olabilirdi; ancak o zaman dinsel öğretideki öbür dünya sorgulamasından kaçmak anlamına gelirdi ki, bu dinsel öğretilerin belini kırar. çünkü dayandıkları en önemli dayanak öbür dünyadaki görülecek hesabın cezası ve ödülüdür. bu güzel tasarımı tutucuların hiçbiri kabul etmeyeceği için rafa kaldıralım. öyle bir tasarım yapalım ki, hem dini öğretiler zarar görmesin hem de herkesin işine yarasın. bilindiği gibi zaman insan için en önemli değer olmuştur. yapacağımız işi ne kadar hızlı ve doğru yaparsak o kadar başarılı olur, rahat ederiz. o zaman vücudumuza -bize inanılmaz katkılarda bulunacak- hiçbir zararı olmayacak yeni bir tasarım ekleyelim derim. örneğin, doğada, en az 500 canlı türünde çok az enerji kullanarak (kullanılan enerjinin %99'u ışığa çevrilerek) ışık çıkarma mekanizması eşref-i mahlûk biz insanlara sorunsuz monte edilebilirdi. keza doğada, örtülerle açılıp kapanabilen çok sayıda göz yapısı da bilinmektedir. o zaman bir insanın bir parmağının ucuna, açılıp kapanabilen, aynı zamanda bir ışık sistemiyle desteklenmiş, hatta büyültme ve küçültme yeteneği olan bir göz sistemi yerleştirilebilirdi. bunun biyolojik olarak olmaması için hiçbir neden yoktur. bugün sistemi yeniden tasarlama görevi en basit bilgisi olan bir biyologa verilse bile bunu rahatlıkla başarabilir. böyle bir ek yapının insanoğluna kazandıracağı olanakları ve zamanı düşünebiliyor musunuz? bir makineyi sökmeye gerek kalmadan inceleyebilirsiniz; bir doktor bu parmakla vücudun herhangi bir deliğinden girerek ışıklı ortamda dokuları ve yapıları inceleyebilir; bir mekâna girmeden anahtar deliğinden içeriyi inceleyebilirdiniz. sayısız olanak kazandırır. insanoğlu bugünkünden çok daha rahat yaşardı, çok daha ilerlemiş olurdu. nasıl oluyor da basit bir adam bu denli yararlı bir sistemi düşünebiliyor da, her şeyi bilen bir varlık, bu imkânları bizden esirgemiş oluyor? insan üzerinde buna benzer onlarca -yaşamı kolaylaştıran- düzeltme yapılabilir ve yeni tasarım monte edilebilir. bence akıllı tasarımı savunanlar -onu bilgisiz, beceriksiz ve egoist duruma düşürerek- inandıkları tanrıya hakaret etmiş oluyorlar. kaş yapayım derken göz çıkarıyorlar. eşref-i mahlûk ile sefil mahlûk arasındaki ince çizgiyi anlayamıyorlar. bazen bu kadar kanıta karşın birilerinin hala akıllı tasarıma tutunmuş olmasını, doğrusu "yine de tanrısal bir tasarım" olarak kabul etmeye mecbur kalıyorum; çünkü doğa bu kadar hasarlı düşünce sistemi olanları bu kadar uzun süre sahnede tutmazdı; tutamazdı; ancak doğaüstü bir gücün yardımı ile böyle bozuk bir sistem borusunu öttürmeye devam edebilirdi. abd'de yaratılış düşüncesinin, 1987 yılında (edwards-aguillard davasında) anayasa mahkemesinin aldığı kararla devlet okullarında okutulması anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklanmıştır. bu dava sürecinde nobel ödülü kazanmış 72 bilim adamı, 17 eyalet bilim akademisi ve 7 bilimsel organizasyon yaratılışın dini dogmalardan ve inançlardan oluştuğunu ve bilimsel olmadığını belirten bir yazı yayınladılar. yaratılış ve akıllı tasarım konusunda diretme özellikle amerika'nın gericileri ve sömürge zihniyetinde olanlarca sürdürülüyor. bizimkiler farkında mı dersiniz? mütedein (kendi halinde inanç sahipleri) olanlar ilk bakışta "yaratılış ve akıllı tasarım yaklaşımları"na geleneksel görüşlerine ters düşmediği için karşı çıkmıyorlar. ancak, amerika'nın bu kirli amaçlı zihniyeti, bizim gibi ülkelerde, özellikle satılmış kişilerce organize ediliyor ve yaygınlaştırılıyor. bu konuda türkiye'de yapılan ve karşılıksız dağıtılan yayınların bedelinin 21 milyon tl (21 trilyon ytl) olduğu belirtiliyor. kaynağı? bilinmiyor... emniyet araştırıyor mu? haşaaa...

    akıllı tasarım akımı, tarihin en cani ve kanlı katililerinden biri olarak tanımlayabileceğimiz amerika başkanı bush'un müntesip olduğu (bağlı olduğu) kalvinist kilisenin öncülüğünde başlatılmıştır ve akıllı tasarım zırvası bizzat bush tarafından defalarca telaffuz edilmiştir. kilise, akıllı tasarımın ve yaratılışın okullarda okutulması için defalarca yüksek mahkemeye başvurmuştur. diyelim ki böyle bir yaklaşımı kendi inançlarını güçlendirmek açısından bir amaç olarak görmüş olabilirler. ancak aynı kilise (kiliseler birliği) amerika ırak'a saldırırken şöyle bir karar aldı: "isa, hem tanrıdır hem tanrının oğludur ve hem de mesih'tir. bunu kabul etmeyenler, buna iman etmeyenler biidraktir (idrak ya da anlama yeteneği yoktur); biidrakler insani sayılmazlar ve biidraklar üzerinde operasyon (burada öldürme ya da belki tıbbi deney yapma bile olabilir) yapma insanlık suçu sayılmaz". böylece ırak'taki katliam da meşru bir zemine oturtulmuş oluyordu. ancak, bu yaklaşımdan "akıllı-akılsız tasarım"la ilgili önemli bir sonuç da çıkarılabilir. demek ki "akıllı tasarım"a inanmış kalvinist kilise, tanrının kendi inançlarının dışındakileri (müslümanlar, budistler, ateistler vd. hatta hıristiyan olup da başka mezheplere mensup olanları bile) yani dünya nüfusunun yaklaşık beşte dördünün bozuk mal olarak çıkarıldığını kabul ediyor. bir anlamda akılsız tasarımı, üretim bozukluğunu tescil ediyor. böyle bir kabul, onların israil'deki, gazze'deki, ırak'taki, afganistan'daki, vietnam'daki, somali'deki katliamlara duyarsız kalmasını sağlıyor. zaman zaman müslüman ya da diğer bir dinden olup da bu kalvinistlerin bu fikrine dört elle sarılanları gördüğümde, kalvinist kilisesinin "biidrak" tespitine inanacağım geliyor...

    akıllı tasarımın görünürde çok sinsi bir siyasi boyutu da var. amerika'da ortaya çıkan bu eğilimin zaten tarihten gelen çok geçerli bir temeli vardı: kadercilik. kadercilik, geçici olarak insanları rahatlatmış; ancak uzun vadede çıkmaza sokmuş; ancak en önemlisi sömürü düzenine karşı çıkamayacak kadar gözlerini kör etmişti. batının vahşi kapitalizminin sömürü düzeni kurabilmesi için, bu kadar köklü ve kapsamlı bir öğreti biçimi bulunamazdı. son birkaç on yıl içerisinde sinsi organizatörler harekete geçti; ülkesindeki akıllı tasarımcılar "kurulu düzene karşı çıkmayan munis vatandaşlar olacak" sömürülecek ülkelerin vatandaşları da hem meşgul edilecek hem de kolayca güdülebilecekti. işbirlikçiler dünden hazırdı. bu ülkelerde dini inançları bugüne kadar sömürü aracı olarak kullanan sayısız insan vardı. bunların, oynanan oyunu fark etmesi de mümkün değildi; çünkü kul kültürü ile yetişmişlerdi; söylenene tartışmadan iman etmeleri başından beri inandırılmıştı.

    böylece dünyada ne olup bitiyordan haberi olmayan, aklını öbür dünya ile bozmuş, bilimsel gelişmeleri zındıklık olarak tanımlayan, lidere körü körüne bağlı bir kesim yaratıldı. daha doğrusu böyle bir kesim vardı, sayıları artırıldı. sömürü düzeni tarihtekinin aksine bu sefer kansız olarak kuruldu. dönün bir dünyaya bakın, öbür dünya işlerine daha çok zaman ayıran ülkelerin hepsi açık ya da kapalı sömürgedir.

    bir toplumun hepsinin aydın olması arzulanır; ancak bu şimdilik hayal gibi görünüyor. o zaman bilimi rehber yapmış, yaratıcı, kurulu düzeni tenkit edebilen, yeni seçenekler sunabilen, toplumu geleceği hazırlayabilen insanların öne geçirilmesi yavaş da olsa yine de bir gelişmenin lokomotifi olabilir. işte bu lokomotiflerin de önünün kesilmesi hem ülke içerisinde inançları sömüren zümre için hem de ülke dışında yağmalamaya, sömürmeye ant içmiş ülkelerin geleceği için gerekir. ışığını ve yol göstericisini yitirmiş bir toplumun sindirilmesi, sömürülmesi ve yönlendirilmesi zor olmayacaktır. işte bu nedenle türkiye ve türkiye gibi ülkelerde, evrim kavramını özümsemiş ve onu, topluma yolunu bulması için ışık gibi tutacak insanları saf dışına atmak gerekirdi; onu da yeni kuşak gericiler, yani akıllı tasarımcılar yapıyor. "eğer akıllı tasarım" olsaydı, "akıllı tasarımcılar" olmayacaktı.

    kaynak: http://www.biyologlar.org...asarm-prof-dr-ali-demrsoy
    22.05.2010 12:55

    evrim ve tesadüf
    evrim, canlılığın tesadüfen ortaya çıktığını söyler. tesadüften bilim olmaz! her şeyin tesadüf olduğunu söyleyen bir varsayımın bilimsel olduğunu söyleyemezsiniz. bu açıkça çok saçmadır. bu sebeple evrim bilim olamaz. öyle değil mi?

    tam olarak öyle değil… bir şeye/olaya/olguya tesadüf derken o olayın gerçekleşmesinin herhangi bir amaç üzerine gerçekleşmediğini ve o olgunun bilinç dahilinde, özel bir plan sonucunda tercih edilmediğini ifade etmeye çalışırız. örneğin yolda yürürken bir arkadaşınızla karşılaştıysanız bu karşılaşma tesadüftür zira yolda yürürken o arkadaşınızı görmeyi planlamamışsınızdır. fakat arkadaşınıza telefon edip onu evinize davet ettiyseniz, arkadaşınızın evinizi ziyaret etmesi tesadüf değildir zaten plan dahilinde gerçekleşmiş bir durumdur. eğer yanlışlıkla kolunuzu bardağa çarparsanız ve bardak yere düşüp kırılırsa bardağın kırılması tesadüftür; fakat bardağı elinize alıp yere fırlatırsanız bardağın kırılması tesadüf değildir. bizler bir şeye tesadüf derken o şeyin bilimsel anlamda açıklanamayacağını değil bir plan dahilinde gerçekleşmediğini ifade ederiz. örneğin şu an gökyüzünde hava açıksa ve buna tesadüf diyorsak kastettiğimiz şey, havanın açık olmasının nasıl gerçekleştiğini açıklayamayacağımız veya bunu tasvir edecek doğa yasalarına sahip olmadığımız değil havanın açık olmasının bir bilincin özel olarak tercih etmemesidir. bu durumda bizlerin bir şeye tesadüf dememiz, o şeyi bilim dışı yapmaz. yalnızca o şeyin bir plan dahilinde gerçekleşmediğini açıklar. örneğin everest dağının var olmasının tesadüf olduğunu söylerken o dağın nasıl oluştuğuna dair hiçbir mekanizmamızın olmadığını değil, o dağın olmasını sağlayan fizik kuvvetlerinin bunu zorunlu kılmadıklarını ve özel olarak everest dağı’nı planlamadıklarını açıklamaya çalışırız.

    tam bu noktada canlılığın tesadüfen oluştuğunu söyleyen biz, bunu söylerken canlılığı özel olarak tasarlayan ve planlayan bir sürecin olmadığını tasvir etmeye çalışırız. bununla beraber canlılığın tesadüfen oluştuğunu söylemek kişisel bir görüş olup evrimin zorunlu sonucu değildir. tıpkı güneş sisteminin doğal bir değişim süreciyle oluştuğunu kabul eden bir teist, bunun tanrının iradesi altında gerçekleştiğini bu sebeple tesadüf olmadığını söylerken aynısını evrim süreci için de söyleyebilir. bu sebeple diyorum ki evrimin tesadüfen gerçekleşmesi kişilerin dünya görüşlerine göre şekillenir. fakat evrimin tesadüfen gerçekleştiğini söyleyenlerin görüşü de aynı zamanda bilim dışı ve “budalaca” bir görüş değildir.

    peki ya evrimde rastlantının yeri nedir? tam bu noktada çeşitlenme mekanizmaları ile seçilim mekanizmaları arasındaki farkı anlamak gerekir. evrim sürecinde çeşitlenme mekanizmaları herhangi bir plan dahilinde gerçekleşmez: canlılar çeşitlidir ve bu çeşitlilik kimi zaman doğaya uyumluyken kimi zaman değildir, kimi zaman karşı cinsi etkileyebilecek iken kimi zaman değildir, kimi zaman grup içi dayanışmayı arttırırken kimi zaman bireysellik yönündedir. evrimin çeşitlenme mekanizmaları tesadüfidir.

    fakat tam bu noktada seçilim mekanizmalarının tesadüf olmadığına rastlarız. doğal seçilim çok sayıda çeşitten doğaya uyum sağlayanın yaşadığını söyler: doğaya uyum sağlayan bireylerin yaşama şansının artması tesadüfi değildir. doğal seçilim yaşama şansını arttıran bireylerin yaşayabildiği için üreme şansının da artacağını söyler: bu da tesadüf değildir. doğal seçilim üreyen canlıların kendine benzeyen canlılar oluşturacağını ve doğaya uyumlu varlıkların yeni nesilde artacağını söyler: bu süreç de tesadüf değildir. doğaya uyum sağlayan canlıların yaşaması ve üremesi, bunun sonucunda da doğaya uyum sağlayan canlıların yeni nesilde daha baskın olması ve bu durumda popülasyonun gen frekansının değişmesi, rastlantı değil olması beklenen şeydir.

    bunu bir analoji ile anlatmak faydalı olacaktır. rastgele bir bölgenin rastgele seçilmiş bir noktasından bir avuç dolusu çakıllı toprak aldığınızı ve bu çakıllı toprağı bir eleğin içine attığınızı düşünün. elekten geçebilen küçük kum taneleri gözden kaybolacak ve eleğin içinde geriye sadece eleğin deliklerinden büyük olan çakıllar kalacaktır. eleğin üzerine görmüş olduğumuz çakıllar, günümüzde gördüğümüz canlılar iken elekten geçen kumlar doğal seçilimin elediği canlılardır(dikkat ederseniz bu durumda eleğin tam olarak o çakıllar için tasarlandığını iddia etmek de anlamsız olur.) tam bu noktada tesadüfün evrimle ilişkisi ortaya çıkar: seçtiğiniz herhangi bir noktadaki kum ile çakıl sayısı yani çeşitlilik rastlantısaldır fakat eleğin, küçük taneleri eleyip büyük taneleri bırakmış olması tesadüf değildir. evrimde de durum bu şekilde işlemektedir. herhangi bir zaman diliminde popülasyon üzerinde gerçekleşen çeşitlilik rastlantısaldır fakat seçilim mekanizmalarının, yaşayan ve üreyen canlılara karşı baskın özellik göstermesi tesadüf değildir.

    sonuç olarak bir şeyin tesadüfi olması o şeyin bilim dışı olduğunu göstermeyeceği gibi evrim süreci de salt tesadüften kaynaklanmaz. evrim tesadüfi çeşitliliğin tesadüfi olmayan seçiliminden kaynaklanır.
    1 ...
  16. 9.
  17. Halife demek diğerlerine hükmeden demektir.

    Buradaki digerlerinden kasitta hayvanlar ve bitkilerdir.

    insan çok net bir şekilde dünyaya hükmetmektedir.

    Dagilabilirsiniz.

    Yok efendim homo sapiensin yerine geçen adem falan fisman, geçiniz. Sacmalamanın lüzumu yok.

    Dün hadis uyduran muaviye emevi kafası bugün evrim entegrasyonuna kafa yoruyor. Olay bu. Yeniçağa uygun islam profili olusturmak, yoksa insanlar öldürmeyle bitmiyor ki... 1000 yıl sonra bile adamın tekinin çıkıp yahu bu islam neymiş hele bi araştıralım deme ihtimali var.

    Eminim biraz araştırsak bu "islam alimlerine" fon ayıran ne batı merkezli kuruluşlar çıkar, neyse o işlere sikko bakıyor sağolsun..
    0 ...
  18. 10.
  19. Önce evrime karşı çıkarlar sonra avrupanın yüzde 80 i kabul edince ve teoriye dönüşünce ya aslında var kurandada yazıyora baglarlar. Birde bunlara karşı çıkan evrim kanıtlansa yasa olurdu diyenler var oralara hiç girmeyeyim.
    Teori kanıtlanınca yasa olmaz. Kaynak 9. Sınıf fizik kitabım. Sonrada ergen diye dalga geçerler teoriyle yasayı bilmeyenler.
    2 ...
  20. 11.
  21. Ey insanlar, Rabbinizden korkup-sakının. O ki, sizi tek bir nefisten(Adem'den) yarattı. Ve ondan(Adem'den), onun zevcesini(Havva'yı) yarattı. O ikisinden, çokça erkekler ve kadınlar türetip-yaydı. Allah'tan korkup-sakının ki, O'nunla ve akrabalıklarla, talepte bulunuyorsunuz. Muhakkak Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir.

    [NiSA(4)/1]

    O(Allah) ki, sizi tek bir nefisten(Adem'den) yarattı. Onda sükun bulması için, kendisinden zevcesini(eşini) yarattı. O zaman ki, onu örttü, o hafif bir yükle yüklendi ve onunla(o yükle) dolaştı. Arkasından ağırlaştı. Ve o ikisi, Rableri olan Allah'ı çağırdı: "Şayet bize bir salih(çocuk) verirsen, elbette biz, teşekkür edenlerden olacağız."

    [ARAF(7)/189]

    HADiS

    ibn Abbas(r.a), ibn Mesut(r.a.) ve sahabeden bir topluluktan rivayet edildiğine göre:

    "iblis cennetten çıkarıldı. Allah, Adem'i cennette iskan etti. Adem, alışmadan ve ülfet etmeden cennette dolaşıyordu. Kalbinin ülfet edeceği eşi yoktu. Adem, uykuya dalmıştı, uykusundan kalktığında bir kadının başı ucunda oturduğunu gördü. Allah onu, Adem'in kaburga kemiğinden yaratmıştı. Adem, ondan:

    "Sen kimsin?" diye sordu. O:

    "Ben bir kadınım" diye cevap verdi. Adem:

    "Niçin yaratıldın?" diye sorduğunda, kadın:

    "Bana ülfet edesin" diye, cevap verdi.

    Melekler, Adem'in ilminin ne derece olduğunu anlamak maksadıyla:

    "Ey Adem! Kadına, neden dolayı bu ad(Havva) verilmiştir?" diye sordular. Adem:

    "Çünkü o, canlı bir maddeden yaratılmıştır" dedi.
    Kaynak: Taberi, Milletler Ve Hükümdarlar Tarihi, C.1, Çev. Z.K. Ugan ve A. Temir, MEB Yy. istanbul, 1991.

    http://www.yaklasansaat.com/linkler/havvalink.asp
    bu islama göre adem ve havva!!!!!!!

    bu da evrime göre insanın evrimi!!!!

    PRiMATLAR

    Dünya sahnesinin kuruluşunu izledikten sonra insanın yeryüzü sahnesine çıkışına bakmanın zamanı gelmiş oldu.

    insanların bir üyesi olduğu Primat takımı 3.zaman esnasında 55 milyon yıl önce ortaya çıkmaya başladı.
    230 kadar türü barındıran bu türün temsilcileri arasında maymunlargibi çok iyi bilinen türlerin yanı sıra lemur, tarsier, loris gibi çok az tanınan primatlarda bulunur.

    Primat takımı evrimsel gelişim çizgilerine uygun olarak onları diğer takımlardan ayıran bazı ortak özelliklere sahiptir.
    Ağaçlar üzerinde geçen bir yaşama adapte olabilecek şekilde koku duyusundan çok ziyade görme duyusunun gelişmiş olması,
    daldan dala atlamaya uygun yana değil öne doğru bakan gözlere , stereoskopik bir görme alanına;
    dallarda salınmaya uygun bedeni taşıyacak kuvvetli ve hareketli omuz eklemlerine, kollara,
    pençe yerine küçük nesneleri kavrayıp manipüle edebilecek parmaklara,
    vücuda oranla daha büyük bir beyne sahip olmaları ve
    sosyal bakımdan kompleks sayılabilecek hayatlar sürdürmeleri başlıca ortak özellikleridir.

    insan ve maymunlar Primatların altında Anthropoidea alt takımını oluşturur. Maymunların, şempanze ve gorilleri de içeren 13 cinsi ile daha da yakın biyolojik bağlantılı Hominoidea süper ailesinin de bir üyesidir.

    insansı maymun olarak da adlandırılan kuyruksuz dört ayaklı Hominoidler 24 milyon yıl önce evrimleşmeye başladılar. Bu ailenin ilk örneği “Proconsül” dür.

    Bu kökenden gelen büyük maymun türleri Afrika ile Asya arasında daha önce kapalı olan ancak bazı levha hareketleri sonrası açılan bir yoldan Asya’ya geçtiler.

    13 milyon yıl önce Asya maymunları-orangutanlar- Hominoid ailesinden ayrılarak farklı bir evrim çizgisi izlemeye başladı.Şempanzelerin ve insan’ın genetik yapıları %98.4 oranında tıpa tıp aynıdır.Bu genetik benzerlik Şempanzeleri insan’ın en yakın biyolojik akrabası yapar. Güneydoğu Asya’nın büyük maymunları olan Orangatuanlar ise genetik olarak insandan daha farklıdır.Bu farklılık aradaki akrabalığın daha uzak bir geçmişe dayandığını gösterir

    iLK iNSAN: AUSTRALOPiTHECUS

    5 milyon yıl önce maymunsu türler iki önemli anatomik özellik bakımından farklılaştı.
    Küçük kanin (köpek) dişleri ve
    “bipedalizm” diyebileceğimiz iki ayak üzerinde yürüme özelliği…
    Bu en eski insan türüne Güney Afrika’da bulunan ilk fosiller nedeni ile “güney maymunu” anlamında “Australopithecus” adı verildi. Doğu Afrika’daki “Great Rift vadisi ”ni kapsayan yer kabuğunda, geçen zamandaki hareketlenmeler pek çok “Australofit” fosilinin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu suretle vadi boyunca Etiyopya, Tanzanya, Kenya, Güney Afrika ve Çad ‘da çok sayıda fosil ele geçti..
    ilk Australopithekus kafatası 1924 yılında Güney Afrika’da Taung bölgesinde kireçtaşı ocaklarında keşfedildi. Ertesi yıl Raymond Dart 7 Şubat 1925 de “Nature” dergisinde yayınlanan makalesinde, incelediği bu fosil kafatasının maymun ile insan arasında ortak özelliklere sahip,insan evriminde rol almış 3.5 milyon yıl yaşında bilinmeyen bir türe ait olabileceğini ileri sürdü.

    Küçük bir çocuğa ait olan kafatasından çocuğun ileride küçük bir beyne ve iri maymunsu yüz özelliklerine sahip olacağı anlaşılıyordu. Taung çocuğu Australopitekus Afrikanus olarak kayıtlara 10 sene sonra girdi. Bu keşif insanın kökenini evrimin vaz geçilmez topraklarına Afrika’ya taşıdı.

    Australopithekus’ların başlıca özellikleri şöyleydi.

    • Basık bir kafatası,öne çıkık bir yüz yapısına
    • 390 ile 550 cm³arasında bir beyin hacmine
    • Kemiklerden anlaşılabildiği kadarıyla 27 ile 49 kg kadar bir vücut ağırlığına
    • 1 ile 1.5 metre arası bir boya sahiptiler.
    • Boy ve ağırlıkları şempanzelere oldukça benzemekteydi

    Maymunlardan farklı olan yanları ise kanin dişlerinin küçülmesi ve iki ayak üzerinde durabilmelerini sağlayan anatomik değişikliklere uğramış olmalarıydı. 2.7 milyon yıl öncesine ait Australofit fosillerinde premolar ve molar (öğütücü) dişlerin genişlediği ve kalın bir mine tabakası ile örtüldüğü kesicilerin ise ufaldığı görülüyor. 1.8 milyon yıl önce yaşamış olduğu düşünülen Australofit türü “Zinjanthropus boisei”nin modern insandan 4 misli daha geniş molar dişleri vardı. Ayrıca yüz çiğneme esnasında oluşan gerilimi absorbe edebilecek şekilde daha vertikal ve daha düz bir hal almıştı.

    Australofitlerin iki ayak üstünde durup yürüyebilmelerine (bipedalizm) karşın vakitlerinin bir bölümünü yine de ağaçlarda geçirdikleri sanılıyor.Uzun ve büklümlü parmaklarıyla kolları ağaçlarda tutunmaya elverişliydi. Parmaklarının uzunluğu maymunlar gibi ağaçlar arasında salınmalarına yetecek uzunlukta da değilken başparmaklarının maymunlardan daha uzun olması bu türün alette yapabileceğini düşündürüyor.

    1974′de Hadar Etopya’da Donald Johanson ve arkadaşları 3.7 milyon yaşında o tarihe kadar bulunan en eski atamızı Doğu Afrikalı Australofitekus Afarensis’i buldular.Yaktıkları kutlama ateşinin etrafında söyledikleri Beatles şarkısı “Lucy in the sky with diamond” fosile “Lucy” isminin verilmesine ilham kaynağı oldu.
    Lucy’nin keşfi dünyada büyük yankı yarattı. Zira bu zamana kadar bulunan en eski insansı olması yanı sıra neredeyse bütün bir iskeleti oluşturabilecek kadar parça toplanmıştı. Beyin hacminin bir şempanze kadardı.(380- 450 cm³) Buna mukabil iki ayak üzerinde dik yürüyebilmesi de Stephan Jay Gould’un iddia ettiği gibi dik yürümenin beynin gelişiminden önce evrimleştiği görüşünü doğrular nitelikteydi.1978 de ingiliz paleoantropolog Mary Leakey Tanzanya Laetoli’desertleşmiş volkanik küllerin arasında muhafaza olmuş A. afarensis’e ait Australofit’lerin iki ayak üzerinde yürüyebildiğinin açık kanıtını sunan eşsiz ayak izlerini keşfetti.

    Resim

    Bipedalizm’in insan evriminde çok önemli bir role sahip olduğu düşünülmektedir. insanın ayağa kalkmasının getirdiği evrimsel yararlar arasında ellerin serbestlenmesi ve besinlerin güvenli bir yere taşınıp, alet yapımının mümkün olması; hayli uzun otların üstünden yırtıcı hayvanların daha kolay görülüp sakınılabilmesi;vücudun sıcak güneş ışınlarına daha az, serinletici rüzgara daha fazla maruz kalması;yere yakın dallara uzanılıp beslenme imkanı bulunabilmesi sayılabilir. Şempanzeler de sıklıkla uzanabilecekleri dallar olduğu zaman ayakları üzerinde doğrulabiliyor ancak Australofitler gibi uzun mesafeler boyunca yürüyemiyorlardı.

    Resim

    iki ayak üzerinde dik yürüyebilen insansıların iskelet yapısında bunu mümkün kılan bazı anatomik değişiklikler meydana gelmiştir.Bunları şöyle özetleyebiliriz:
    Pelvisin kâse biçimli yapısı ayakta duran organizmanın iç organlarını desteklemeye yarar
    Uyluk kemiği(femur) açıklığı içe bakan bir kavislenme gösterir.Bu da yürürken dizlerin pozisyonunu gövdeye daha iyi bir destek sağlayacak biçimde ayarlar.Oysa maymunlarda kalça ekleminden kavissiz inen kaval kemikleri yürürken bedenin iki yana doğru salınmasına neden olur
    Kalça eklemi üzerinde yükselen pelvis kemiği (ileum) maymunlara nazaran daha geniş ve boyu daha kısadır. Bu yapı adımlar sırasında kalça adalelerinin daha sağlam durmasını sağlar
    Maymunlardan farklı olarak omurga da görülen S biçimli kavislenme gövdenin nihai uzunluğunu azaltmaya yararken, ayakta duruş esnasında ona denge ve sağlamlık da verir.
    Omuriliğin beyinle buluştuğu noktada kafatasının altında yer alan boşluk, “Foramen Magnum” dik duran omurga üzerinde başın dengesini sağlamaya yardımcı olacak biçimde daha öne doğru yer değiştirmiştir.
    Australofit’lerin küçük ve künt köpek dişlerine sahip olması sosyal uyum ve agresif gösterilere olan ihtiyacın azalması ile uyumludur.Kenya’da bulunan 5 milyon yıl öncesine ait bir çene parçası ve bir molar diş ve 4.5 milyon yıl öncesine ait bir çene ve iki molar diş bu fikri destekleyen en yaşlı Australofit fosilleridir.
    Son Australofitler 1.2 milyon yıl önce kesin olarak bilinmeyen nedenlerle yok oldu. iklimsel değişikliklerin Australofitlerin besin kaynaklarını kısıtlaması, ot yiyen maymun ve domuz türleriyle ya da Homo cinsinin daha ileri beyin kapasitesine sahip bir başka türü mesela Homo Erectus ile rekabet bu sonu hazırlamış olabilir diye düşünülmekte.

    HOMO CiNSi

    2.5 milyon yıl önce Australofit’lere göre daha büyük bir beyine sahip olan Homo cinsinin en erken üyeleri farklılaşmaya başladılar.Bu cinse ait türler fosil yaşları itibarıyla erken,orta ve geç homo olmak üzere üç periyotta incelenebilir.

    Resim
    H.Habilis

    Homo habilis

    Louis Leakey ve arkadaşları 1964’deTanzanya Olduvai geçidinde kranyal kapasitesi 590 ile 690 cm³ arasında değişen bir grup erken insan fosili buldu.Önce bunun yeni bir cins değil A.africanus’un coğrafi olarak kuzeyli bir versiyonu olduğunu sandılar.Ancak kranyal kapasitenin Australofit’lerin kapasitesinin (390-550 cm³) oldukça üstünde olması bilim adamlarını bu fosillerin yeni bir cinse işaret ettiğini düşündürdü.

    Bu yeni cinse “alet yapan insan” anlamında “Homo habilis” denildi.
    H.habilis doğu ve muhtemelen Güney Afrika da yaklaşık2 milyon yıl önceyaşadı. Australofit’lere oldukça benzemesine karşın daha küçük ve daha dar molar,premolar dişlere ve küçük çene kemiğine sahipti. Olduvai’deki parçalı bir dişi iskeletinden, H.habilis’in 1 metre boyunda olduğu,kol bacak uzunluğu oranının Australofit Lucy’ninkinden daha büyük olması itibarıyla daha maymunumsu bir görünüme sahip olduğu anlaşılıyor. Ancak bacakları daha modern görünümlü sahipti ve elleri alet üretebilmeye yatkındı.Bu fosillerle birlikte aynı sitede bulunan en erken taş aletler bu türün alet yaptığını ve kullandığını düşündürmektedir.

    Homo Rudolfensis

    Kuzey Kenya,Doğu Turkana’da bulunup Homo cinsine ait olduğu anlaşılan 1.9 milyon yaşındaki kafatası H.habilis’e benzemeyen özelliklere sahipti.Daha büyük bir yüz ve vücudu vardı.1.5 metre civarındaki boyu ve 750 cm³’lük kraniyal hacmi karşısında 1 metrelik H.habilis yanında bir cüce gibi kalıyordu. H.Rudolfensis ismi verilen bu yeni türün kranyal hacminin beden ölçüsüne oranının H. Habilis’den daha büyük olup olmadığına-ki büyükse bu daha fazla zihinsel yeteneği gösterebilir- dair yeterli kanıt yoktur.

    Homo ergaster

    Beyin hacmi 800 ile 850 cm³ arasında olan 1.8 ile 1.6 milyon yıl öncesineait fosilleri bulunan H.ergaster türünün Batı Turkana ,Kenya’da iskeletinin tamama yakını bulunan 9-12 yaşları arasında genç bir erkek temsilcisi,popüler adıyla “Turkana’lı delikanlı”, iyice büyüdüğü takdirde 1.8 m. boy ve 68 kg ağırlığa sahip olacağı göz önüne alındığında taşıdığı özellikler itibarıyla modern insanın öncüsü sayılmaktadır.ince uzun anatomik yapısı bedenin güneş ışınlarına daha az maruz kalması bakımından yürümeye ve hatta uzun mesafe koşabilmeye müsait olmasına karşın ağaçlara tırmanmaya pek elverişli değildir.

    Geleneksel paleoantropolojik çevrelerde insan evriminin önce Australofitlerle başladığı onu erken Homo, orta dönem Homo türlerinin ve H. Sapiens’in izlediği çizgisel süreç teorisi hakimse de; tüm bu bulgular gelişim çizgisinin tam olarak bu şekilde seyretmediği , H. ergaster, H. Rudolfensis ve H. Habilis’in geç dönem iki tür Australofit’le birlikte 1.9 milyon yıl önce Afrika’da aynı zaman dilimi içinde birlikte var oldukları anlaşılmaktadır.

    Türlerin çeşitli zamanlarda birlikte yaşadığı yada yok olduğu insan evriminde sık görülen bir şeydir; ancak bu duruma şu an dünyada yaşayan tek tür olan H.sapiens bir istisna teşkil ediyor.

    Bir arada yaşayan bu türlerin birbirleriyle çiftleştikleri pek sanılmıyor. iki tür arasında H.Ergaster ve H.Habilis arasındaki düzeyde iskelet farklılıkları olduğunda çiftleşmenin başarılı olmayacağı bilinmektedir. Bilim adamları daha çok H.Ergaster’in erken Homo’dan geldiğini ve modern insan çizgisinin öncülünü oluşturduğunudiğer ikisinin soylarınınsa tükendiğini düşünüyorlar.

    Resim
    H.Erectus

    Homo erectus

    Afrika kıtası dışına çok sayıda yayılan en erken insan türü ilk kez Güneydoğu Asya’da keşfedildi.Hollandalı bir hekim olan Eugene DuboisEndonezya’nın Java adasında bulduğu çok eski kafatasına “ayaktaki maymun adam” anlamında Pithecantrophus Erectus adını verdi.Bu gün bu türe Homo Erectus deniliyor.

    H.erectus Afrika’da H.ergaster’den türeyip 1.5 milyon yıla yakın bir süre önce Asya’ya yayıldı.

    Bu türe ait elimizdeki en genç fosil Java’da Solo nehrinde bulunan 50.000 yıl öncesine ait fosildir. Anlaşılıyor ki, H. erectus başarılı bir türdü. Afrika’da ve oradan yayılarak Asya’da yaşadı ve 1.5 milyon yıl boyunca varlığını sürdürmeyi başardı. Aynı dönemde H.sapiens de varlığını sürdürüyordu.

    H. sapiensin bu kendisine göre oldukça ilkel görünümlü türden evrimleştiği düşünülmemekte.

    H.erectus basık ve öncellerine göre yuvarlak bir kafatasına,çıkıntılı kaş kemerlerine ve 800 ile 1250 cm³ civarında yaklaşık olarak Australofitlerin iki katı bir beyin hacmine sahipti.Belirgin adale yapışma izleri ve kemik yapının kuvvetlendirilmiş alanları fiziksel baskıya dayanıklılığını gösteriyor.Australofitlere oranla dişleri daha küçük olmakla beraber ağır ve kuvvetli bir çeneye sahipti.

    Resim

    H. heidelbergensis
    Homo Heidelbergensis

    H. heidelbergensis, Avrupa’ya 800.000 sene önce göç ederek “H. Neandertalensis’’e öncülük ettiği düşünülen bir türdür. H.sapiens’e öncülük ettiği ise şüphelidir.H.ergaster ve H.erectus 500.000 yıl öncesine kadar Afrika’da varlığını sürdürdüğü düşünüldüğünde Büyük beyinli ve iri kemikli H. heidelbergensis’in bu türlerin yerini aldığı sanılmaktadır.

    Resim
    H. Neanderthalensis

    Homo neandertalensis

    Neandertaller Batı Avrupa ile orta Asya’da MÖ.200.000 ile 36.000 yıl arasında yaşadılar. Neandertal ismi fosillerin 1856 da Almanya’daNeander vadisinde Feldhofer mağarasında bulunmasından ileri gelmektedir.Aslında bu tarihten önce 1829 yılında Belçika’da ve Cebelitarık’ta da bu fosillerden bulunmuştu.

    Geç 1990’larda Almanya’da bulunan ilk Neandertal fosilinden elde edilen mitokondrial DNA’nın modern insana ait mitokondrial DNA ile kâfi derecede benzeşmediğini ortaya koyan önemli bir çalışma yapıldı.Bu çalışmaya bakılırsa Neandertaller modern H.sapiens’ten ayrı bir türütemsil etmekte olduğu ve soyunun tükendiği anlaşılmaktadır.

    Neandertallerin az konuşan kaba yaşantılı insanlar olduğu izlenimi yayılmıştır.Oysa Neandertaller modern insana benzer şekilde tamamen iki ayak üzerinde ve oldukça düzgün yürüyebiliyorlardı.1500 cm³ civarındaki kranyal kapasiteleri modern insanların ortalamasından hafifçe yüksek olmakla birlikte bu fark muhtemelen daha büyük beyin boyutuyla orantılı olarak kas kitlesinin de Neandertal’lerde daha yüksek olmasıyla ilgilidir.Neandertal’lerin alın açıklığı modern insana göre az ve eğimli, burunları büyük,kaş kemerleri ve yanak bölgesi ileri doğru çıkıntılıydı. Çene ufak ama çene kemikleri kuvvetliydi. Modern insandan daha kısa ama daha güçlü bir vücut yapısına sahip iri kemikli bu türün erkekleri yaklaşık 1.7 m boy ve 84 kg ağırlığında,kadınları 1.5 m boy ve 80 kg ağırlığındaydı.Bu kısa boylu ve gürbüz yapı ılıman iklimli bölgelerde 70.000 yıl önce başlayan ileri derecede soğuk iklim koşullarına ısıyı tutarak iyi uyum sağlamıştır. Batı Avrupa’da bulunan son Neandertal fosili 36.000 yaşındadır

    Neandertaller kültürel bakımdan sofistike bir yaşam sürdürüyorlardı.Ölüleri gömmek gibi sembolik ritüellere sahip olmaları dolayısıyla Neandertallerin ele geçirilebilen tamama yakın fosilleri diğer Homo türlerinden daha fazladır..Alet yapma teknikleri de oldukça gelişmişti. Mousterian denilen kaba haldeki taş kalıplardan birkaç türde alet yapabiliyorlardı.

    Resim
    Homo cinsi(atalar)

    Homo sapiens

    Anatomik olarak modern Homo sapiens fosilleri başlıca Sudan, Etopya, Güney Afrika,ve israil’i kapsayan geniş bir coğrafyada bulunmuştur. Modern görünümlü en eski kafatası Afrika’da 130.000 yıl öncesine aitken ikinci en eski kafatası Yakın doğuda 90.000 yıl öncesine aittir.Avrupa’da ise bulunan modern insana benzer kafataslarının yaşı 40.000 yıldan eskiye gitmez. Bu bulgulara dayanarak H.sapiens’in Afrika’da 130.000 yıl önce evrimleşmeye başladığını, 90.000 yıl önce başta yakın doğu olmak üzere yayıldığını söyleyebiliriz.

    Modern insani arkaik benzerlerinden ayıran özellikler arasında;küçük kaş kemerleri,küre biçimli kafatası,düz yada düz ve açık bir alın sayılabilir.Tüm memeliler içinde yalnızca insan beynin ön lobunun altına yerleşmiş bir yüze sahiptir. Kranyal kapasitemodern insanda 1000 ile 2000 cm³ arasında olup ortalama 1350 cm³ tür.

    Fosiller ayrıca H. sapiens’in Neandertallerle ve H.erectus ile aynı zaman ve bölgelerde yaşadığını ve ayrı fiziksel özelliklerini koruduğunu gösteriyor.Buda bu türlerin birbirleriyle (genellikle) çiftleşemediklerini gösteriyor.

    Farklı türden gruplar yakın doğu ve güneydoğu Asya’da 30.000 ile 50.000 yıl arasında birlikte yaşadılar.H.neandertalensis ve H.sapiens göçmen grupları en sonunda Avrupa ve doğu Asya’da arkaik insanların yerini aldı.

    Australofitler insan evrimini nasıl başlattı?

    Bu konuda bilim adamlarının birkaç hipotezi var. Tüm hipotezlerin ortak noktası çevresel bir değişikliğin altını çizmesi ve özellikle de bu değişikliklerin bipedalizmin evrimini tetiklemesidir.

    iyi ortaya konulmuş üç hipotez şöyledir.

    1.Savan hipotezi
    2.Ağaçlık bölge-mozaik hipotezi
    3.Değişkenlik(variability) hipotezi

    Savan hipotezine göre, Miosen epizodun sonuna doğru 5 ila 8 milyon yıl önce global bir iklim değişikliği gerçekleşerek,hava daha soğuk ve kuru bir hale büründü.

    Bunun sonucunda Afrika ormanlarının özellikle doğu bölgelerinde seyrelmeler görüldü. Ormanlar azaldıkça doğu Afrika’daki maymun popülasyonu batıda ormanlarda yaşayanlardan ayrılmaya başladı.Doğu popülasyonu daha kuru bir iklime ve alçak otlarla kaplı geniş düzlüklerde yaşamaya adapte oldu.

    Savan hipotezini anlamak için 20 milyon yıl kadar geri giderek, Australofitlerin ortaya çıkmasına uygun bir zemin hazırlayan iklim ve coğrafi değişikliklerin başlangıcına ve seyrine bakalım…

    Afrika ve Avrasya’nın birleşmesi ve iklime etkileri

    20 milyon yıl önce Afrika ve Arabistan tek bir kıta oluşturuyordu. Kuzeyde ise Avrasya bulunuyordu. Aradaki tek okyanus Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan Tetis okyanusuydu. Tetis’in sıcak suları yer yuvarlağını kat ederek kumsalları dalgalarıyla ısıtıyor, ormanları sıcak yağmurlarla yıkıyordu.

    Yaklaşık 17 milyon yıl önce Afrika-Arap sahanlığı levha hareketleri sonucu kuzeye kayarak Avrasya kara kitlesi ile çarpıştı.

    Ortadoğu bölgesinde çarpışarak oluşan bu birleşmenin etkisiyle Zagros,Toros ve Kafkas sıradağları ortaya çıktı.

    Afrika ve Avrasya kara kitlelerinin birleşmesi sonucu Tetis ikiye bölününce Atlantik ile Hint-Pasifik okyanusları arasındaki bağlantı koptu.Tetis’in batı bölümü zamanla Akdeniz’e dönüştü.

    Sıcak akıntılar yer küresinin etrafını kat edip Afrika’nın yağmur ormanlarını artık ısıtmıyordu. Dünyanın ısısı düşmeye, Antarktika’nın tepesinde buzlar oluşmaya, ekvator boyunca kara kurumaya başladı. Üçüncü zamanın başında yani 65 milyon yıl önce memeliler dinozorların yerini alırken başlayan dünya ısısındaki düşüş böylece iyice hızlandı.

    insanın ormandan savanlara çıkışı ve doğu Afrika’nın çoraklaşması

    20 ile 14 milyon yıl önce Doğu Afrika karasal kabuğunun altında hareketlenen levhalar birbirinden uzaklaşmaya başladı. Alttan kabaran magmanın yaptığı basınç sonucu Etopya,Kenya Tanzanya ve Mozambik boyunca Afrika’nın en yüksek noktasını oluşturan Kilimanjaro volkanik dağı gibi dağlar ve yüksek alanlar ile aralarında kalan alçak ve düz alan yani “Great Rift Valley” (Büyük Yarık Vadisi) oluştu.

    Bu vadi 7 milyon yaşında olup jeolojik anlamda aslında oldukça gençtir. Arap yarım adası ile Afrika’nın doğusunun arasındaki yarığın açılması sonucu Hint okyanusu da bu çukuru doldurarak Kızıldenizi oluşturmuştur.

    Resim

    Ekvator Afrika’sından sürüklenen bulutlar sıcak nemlerini saçtıktan sonra Batı yarığının batı yamacının yukarısına yükseldiler. Öte yandan Hint okyanusundan gelen Alize rüzgarları Doğu yarığının yukarısına yükselmeden önce yağmurlarını döktüler. Doğu Afrika’nın yarık vadisi böylece yağmurun gölgesinde kaldı. Bir zamanlar sabah güneşini sis örterken şimdi günler berrak ve çok kuruydu. Yer yuvarlağının soğuması, volkanların eriyik kaya kusması ve yağmur gölgesinin etkileri yeryüzündeki başka yerlerde de görüldüğü gibi Doğu Afrika’nın tropikal ormanlarını daralttı. Yağışın giderek azaldığı bölgelerde ormanların yerini ağaçlıklar ve savanlar aldı. Hominoidler gelişen koşullara ayak uydurmak zorunda kaldılar.

    14 milyon yıl önce başlayan sürecin 6 milyon yıl önce son bulduğunda otların Afrika’ya egemen olduğu ve insanların dünya üzerine çıkması için gerekli koşulların oluştuğu iddia edilmektedir.Bununla birlikte bazı araştırmalar bahsedilen geniş düzlük şeklindeki yaşam alanlarının 2 milyon yıl öncesine kadar yeterince oluşmadığını ima ediyor.

    Miosen dönemle (5 milyon ile 1.6 milyon yıl önce) birlikte global iklimde görülen dalgalanmalar kuvvetlendi. 2.8 milyon yıl önce ise bir buzul çağına girildi. Buzulların hakim olduğu ve eridiği dönemler arasında 40.000 yıllık periyotlarla iklim değişiklikleri olmuştur. 5 milyon ile 2 milyon yıl arasında ormanlar, ağaçlıklı alanlar yinede Afrika’nın çoğunu örtüyordu

    Pleistosene devrinde (1.6 milyon ile 10.000 yıl) daha geniş ve daha uzun buzul devri periyotları oldu. 700.000 yıldan itibaren bu döngü 100.000 yılda bire indi. 1.7 milyon yıl önce kuru bir iklime girdi ve 1 milyon yıl önce çayırlık açık alanlar Afrika’ya hakim oldu. ilk Australofitler ve erken dönem Homo rölatif olarak ağaçlıklı bölgelerde yaşadılarsa da H. ergaster ve H. erectus Afrika’da geniş düzlüklerde yaşadılar. Afrika dışına çıkan insanlar yakın doğunun daha soğuk iklimiyle ve güneydoğu Asya’nın bambu ormanlarıyla Avrupa ve Asya’nın ılıman ancak uzun bir mevsim boyunca oldukça soğuk iklimiyle karşılaştılar. Çevre değişikliklerin ve iklimlerin bu denli farklı oluşu neden pek çok türün var olduğunu izah eder.

    insanın ağaçlardan inip bipedalizme yönelmesini açıklayan Savan hipotezine alternatif diğer iki hipotez de şöyledir.

    Ağaçlık alan-mozaik hipotezine göre, ağaçlık ve düzlük arazilerin mozaik tarzında bir arada bulunduğu alanlarda iki ortamda da yaşanıp besin elde edilebiliyordu. Düzlüklerdeki yaşam ise Bipedalizmi teşvik etmişti.

    Değişkenlik (çeşitlilik) hipotezine göre ,erken Australofitler çevrelerinde o denli değişiklikler yaşadılar ki, ormanlarda, hafif ağaçlıklı arazilerde ve düzlüklerde yaşayabilme yeteneği geliştirdiler. Bipedalizmi içeren anatomik değişiklikler ile birlikte ağaçlar üstünde yaşayabilme yetisinin muhafazası erken Australofit’lere çok değişik ortamlarda yaşayabilme esnekliğini sağladı.

    Modern insan Afrika’dan mı yayıldı?

    Tartışma konusu olan şeylerden biriside modern insanın (H. sapiens) dünyanın neresinden orijin aldığıdır. H. erectus’un Afrika’da doğup 1.5 milyon yıl önce Avrasya’ya yayıldığı biliniyor H. sapiens’den farklı bir tür olan H. neandertalis’in ise Avrupa’da bulunan ilk fosilleri 200.000 yıl öncesine aittir.

    H.sapiens’in orijini konusunda üç hipotez mevcuttur.

    1. Afrika’dan çıkış hipotezini savunan paleoantropologlar, ilk H.sapiens’in Afrika’da doğduğunu ve buradan Avrasya’ya yayılarak arkaik insanların yerini aldığını ileri sürüyorlar.
    2. Çok bölgeli (Multiregional) hipotezi savunan paleoantropologlar, H.erektus’un 1.5 milyon yıl önce Avrasya’ya yayılarak oluşturduğu ve özelliklerini binlerce yıl koruyan bölgesel toplulukların aralarında üreme ilişkisi sonucu genetik özelliklerini birbirlerine aktardıklarını ve sonunda modern insanın ortaya çıktığını ileri sürüyorlar.Bu görüşe göre, bu gün insanlarda görülen fiziksel özelliklerdeki farklılıklar evrimin bölgesel farklılıklarla yüzlerce ve binlerce yıl sürmesinin bir sonucudur. Doğu Asyalı bazı topluluklarda bu gün hala H. erektus’a benzer kafatası özellikleri görülebilmesi buna örnek teşkil eder.
    3. Uzlaştırıcı teoriyi savunan paleoantropologlar ise, ilk modern insanın pek çok bölgeden gen akışı sonucu Afrika’da ortaya çıktığını düşünmekteler. Bu modern insan yayılarak Batı Avrupa ve yakın doğuda arkaik insanın yerini almış olmalı. Öte yandan güneydoğu Asya gibi bazı bölgelerde arkaik ve modern insanlar arasındaki gen akışı sonucu bazı bölgesel özellikler korunmuş olabilir.
    “Mitokondrial Havva anamız”

    Farklı popülasyonlarda genetik kodu içeren DNA molekülündeki farklılık miktarları ölçülmüştür.DNA mutasyonlar yoluyla değişir. Mutasyonlar ya güneş ışınları sonucu ya kimyasal maddelerle etkileşim sonucu yada tesadüfen ortaya çıkarlar.
    Genetikçiler belli bir zaman diliminde oluşabilen mutasyon hızınıhesaplıyorlar.iki popülasyon arasındaki genetik fark toplamının mutasyonların gerçekleşmesi için geçmesi hesaplanan süreye bölünmesi iki nüfusun varlığını borçlu olduğu ortak atalarının yaşadığı zamanı ortaya çıkartır. Genetik çalışmalarda yalnızca anneden gelen genetik kodları taşıyan ve mutasyonların hücre DNA’sına nazaran on kat hızlı gerçekleştiği mitokondrial DNA’lardan faydalanılır.

    iki nüfus arasındaki akrabalık mtDNA daki farklılık miktarınabakarak anlaşılabilir. Tüm yaşayan insanlar mtDNA’larını Afrika’da yaşayan bir kadından almıştır.Bu da Mitokondrial Havva anamızdır.

    MtDNA çalışmalarında şu sonuca varılmıştır: insan türünde hayvan türlerine göre mtDNA farklılıkları çok küçüktür. Bu durumda insan DNA sının ilk kaynaklandığı kadın, “Mitokondrial Havva anamız” çok uzak olmayan bir geçmişte tahminen 200.000 yıl önce yaşamış olmalı.

    insan Afrika’dan neden çıktı?

    Tartışılan bir diğer konu da insan’ın Afrika’dan neden çıkma gerekliliği hissettiği, buna zorlayan koşulların neler olabileceği meselesidir.

    insanın önce Afrika’da evrimleştiği ve ilk 3 milyon yıl boyunca yalnızca bu kıtada yaşadığı biliniyor. Daha sonra gerek Afrika kıtasının her tarafına gerekse Asya ve Avrupa’ya yayıldığı anlaşılıyor. Asya ve Avrupa’da bazı sitelerde 1.8 milyon yıl öncesine ait olduğu düşünülen bazı kaba taş aletler ve insan dişleri bulunmuştur. Ancak insanların bu kıtalara ilk kez 1.6 milyon yıl önce küçük gruplar halinde girdiği sanılıyor.1.6 ile 1 milyon yıl arasında yavaş bir yayılması söz konusu. Avrupa da ise ciddi bir yerleşim göstermesi 1 milyon ile 500.000 yıl arasında olmuştur.

    insanın alet yapma teknolojisinin gelişmesi ile birlikte alıştığı yaşam ortamlarından çıkarak gidebildiği her yerde yaşamını sürdürebilme şansı kazanması Afrika’dan çıkışını kolaylaştırmış olabilir. Ancak Afrika’da Aşelyan dönem aletleri denen ustalıklı, büyük ve simetrik av aletlerinin ilk kez 1.5 milyon yıl önce yapılmaya başlanması Avrasya’ya insanların ilk geçişinden daha sonraki bir tarihe rastlar. Pek çok doğu Asya sitesinde 200.000 yıl öncesine ait bulunan aletler kaba işçilikli ve zayıf aletlerdir. Bu durum Avrasya’ya ilk geçen insanların gerçek bir Aşelyan teknolojiye sahip olmadığını ve yalnızca alet yapımındaki gelişmelerin Afrika’dan çıkışa yol açtığı hipotezinin geçerli olmadığını gösterir.

    Bir diğer ihtimal insan göçünün 1.6 milyon yıl ile 780.000 yıl arasındaki erken Pleistosen dönemde göç eden aslan ve sırtlan gibi et yiyen hayvanlarla birlikte olduğu görüşüdür. Tanımadık ve zehirli bitkileri yemek yerine ete dayalı beslenme şekline geçmek besin bulunabilecek geniş alanlara yayılmaya neden olmuş olmalı. Buna mukabil bu görüşe de, bu göçün çok yavaş seyrettiği, insanların her 20 yılda bir 1.6 km bir alana yayılması halinde güneydoğu Asya’ya 150.000 yılda ulaşılacağı ve bu kadar süre zarfında bitkileri tanıyıp beslenebilmenin mümkün olması gerektiği,ete dayalı beslenmenin bu süreçte yeterli olamayacağı görüşü karşı çıkmaktadır.

    PS: Bu akşam habertürk de 21 de Yiğit Bulut’un sunduğu “sansürsüz evrim” isimli geniş katılımlı bir evrim tartışması var. Ancak bu yeni Reha Muhtar adayının seviyeyi ratinge feda edeceğine kesin gözüyle bakıyorum. Sinirleri sağlam olan,dayanabilenler seyretsin…

    insan cinsinin farklılaşması ve kültür….

    Antropolojik anlamda kültür sözcüğünden adet,gelenek ve kanunlar dahilinde ortaya konan tüm insan yaratıları ve aktiviteleri anlaşılıyor. Teknoloji, dil ve sanat kültürün elementlerinden bazıları. Kültürel yaşantı bilginin bir jenerasyondan diğerine aktarılmasına,aktarım ise lisan denilen karmaşık iletim sistemine bağlı. Çoğu zaman kültür sözcüğünü yalnızca kendi cinsimizle bağlantılandırsak da, hayvanlar aleminde de, şempanzelerin beslenmek amacıyla termitleri avlamada çubuklar kullanmaları ya da kabuklu yemişleri açmak için taşla ezmeleri gibi basit kültürel davranış modellerine rastlanabiliyor. Aslında insan da milyonlarca yıl boyunca sadece taş alet yapım ve kullanımıyla sınırlı bir kültürel evrim çizgisi izlemiştir. Son 60.000 yıl içinde ulaşım, avcılık ve balıkçılıkta kaydedilen aşamalarla küçük ada zincirlerine, Avustralya ve Amerika kıtalarına kadar dünyanın her yerine yayılmayı başardık. Son 30.000 yıl içinde ise kültürel gelişimimiz kendisini arkeolojik kayıtlarda açıkça gösteren taş alet yapım tekniklerinde hızlı bir artış, sanatsal üretim ve ölülerin gömülmesiyle bağlantılı olması muhtemel dini inançların ortaya çıkışı ile ciddi ölçüde hızlandı. 10.000 yıl önce tahıl üretimi ile tarım ve hayvanların evcilleştirilmesi insanla yeryüzü arasındaki ekolojik ilişkiyi başlatan bir gelişme oldu. Tarımın gelişmesiyle insanlar daha büyük besin stoklarına sahip oldular ve buda ilk medeniyetlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu gün ise kültür ve teknoloji insan yaşamını yönetir hale geldi.

    Kültürel evrimin unsurları

    Sosyal yaşam

    Primatların çoğu değişik boyutta sosyal gruplar halinde yaşar.

    1975 de Hadar, Etopya’da bulunan 3.2 milyon yıl önce yaşamış bilim dünyasında ki ismi “ilk aile” olan birkaç kişiden müteşekkil Australopithecus Afarensis fosili insansıların sosyal gruplar halinde yaşadığının açık kanıtı sayılıyor.

    Maymunlardan insana evrimleşmede ilk fiziksel değişikliklerden birisi erkeklerin köpek dişlerinin boyutlarındaki küçülmedir. Erkekler bazen büyük köpek dişlerini dişilere,alanlara ve besine erişmek amacıyla ve kendi türünün diğer erkeklerini korkutmak, dövüşmek için kullanırdı. Bu dişlerin küçülmesi Australofit erkeklerinin birbirlerini korkutmak için ya başka metotlar geliştirdiklerini ya da aralarında daha uyumlu ilişkiler kurduklarını gösterir.

    Eşleşme ve bağlılık

    Erkek ve dişi arasında özel bir eşleşme ve bağlanmanın gerçekleşmesi yalnızca insan türüne özgü olmasa da -çoğu memeli ve kuş türü tek eşlidavranış biçimine sahiptir – evrime katkıda bulunan önemli bir sosyal özelliktir. Diğer memelilerle mukayese edildiğinde, bedenine oranla daha büyük ve dolayısıyla daha geç olgunlaşan bir beyne sahip olan insan yavrusu, yetişme çağı boyunca ebeveynlerinden bu ölçüde yoğun bir destek alır. insanda eşe ve çocuklara bağlılığın doğum ve yavrunun özel bakım gerektiren bu dönemleri boyunca sürmesi türün sürekliliğinin sağlaması bakımından yaşamsal öneme sahip olsa gerek.

    Avcılık

    Primatlar içinde yalnızca insan, eline geçirdiği besini yemeyi, sosyal gruplarına ait mekana dönene kadar erteler.Avcı toplayıcı yaşam biçiminde kadınların topladıkları bitkisel besinleri erkeklerin ise avladıkları hayvanların etlerini paylaşmak üzere çocuk hasta ve yaşlıların bakım gördükleri ortak yaşam alanlarına getirdikleri anlaşılıyor.

    insansılar evrim sürecinin başlarında daha çok nasıl besleniyorlardı? Bitkisel besinleri toplayarak mı,avlanarak mı,yoksa yırtıcı hayvanların avlarından arta kalanları toplayarak mı? Bu üstünde halen tartışılan bir konudur.Bazı araştırmacılar avcılığın taş alet yapım tekniklerinin gelişimiyle mümkün olduğunu bazıları ise yırtıcı hayvanlarla rekabetin insan zekasının sınırlarını zorlayarak insansıları taş alet yapımına sevkettiğini düşünüyorlar.Avcılık esnasında gelişen işbirliği ve paylaşım duygusu sosyalleşmeye, rekabet ve mücadelenin ortaklaşa eyleme dönüşmesine yol açarak evrimsel gelişmeyi hızlandırmış olabilir.

    2.5 milyon yaşında ki bazı arkeolojik sitelerde parçalanmış antilop, zebra ve diğer benzer büyüklükte hayvan fosillerine rastlanmıştır. ingiltere Boxgrove lokalitesinde bulunan bataklık ile kayalar arasında sıkıştırılarak avlanmış 500.000 sene öncesine ait büyük hayvan leşi kalıntıları; Almanya’da Schöningen’deki bir sitede bulunan 400.000 yaşında büyük hayvanları avlamaya yarayan tahta keskin uçlu mızraklar avcılıkta işbirliği yapıldığını ve alet kullanıldığını açıkça gösteriyor. Ucu taştan ok ve mızrakların yapımı ise 40.000 yıl öncesinden başlıyor. Bu tarihten itibaren yeşil çayırlarda bizon, geyik ve atların ustalıkla avlanmaya başlandığı mağara duvarlarına çizilen av resimlerinde açıkça görülmektedir.

    Alet Yapımı

    insanın primatlardan ayrılmasında temel farkın alet kullanmak olduğu artık düşünülmüyor.Zira şempanzelerinde basit aletleri bir amaç için kullanabildikleri görülüyor.Ancak insanın alet yapmak için başka bir aleti kullanması türünün ayırtedici bir özelliği olabilir.

    Yalnızca taş aletlerin yapıldığı “taş devri” 2.5 milyon yıl öncesinden 6000 sene öncesine uzanıyor. ilk aletler son derece basit olup Oldowan stili denen ve 1 milyon yıl boyunca devam edegelen bir tarz da yapılıyordu. “Taş çekiç” olarak isimlendirilebilecek avuç içi kadar yuvarlak bir kaya parçasının köşeli bir kaya parçasına vurulmasıyla şekilli bir kaya parçası koparılması usulüne dayanan bu stil adını bu teknikle yapılmış pek çok taş alet örneğinin bulunduğu Tanzanya Olduvai geçidinden alıyor. Yapım stilini anlamak için sadece gözlem gerektiren, lisan ve talimat lüzumu olmadan çok basit biçimde yapılan bu aletler hayvan leşlerini kesmeye, iliği bulmak için kemikleri parçalamaya, hayvan postlarını yüzmeye ve köklü bitkileri çıkarmak için toprağı kazmaya yarıyordu.

    6000 sene önce ise bakır madeni saflaştırılarak kullanılmaya, 5000 sene öncesinde ise bakıra kalay ilave edilerek tunç(bronz) elde edilmeye başlandı.MÖ. 1200 yıllarında ise demirin keşfiyle tunç çağı sona erip demir çağı başlamıştı.

    Dr Mehmet Can Güngen‘in çalışmasıdır

    https://kozmopolitaydinla...imatlardan-modern-insana/
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük