bu da mı gelecekti başımıza? hem de bu yaştan sonra... insana hayatın öğrettikleri arasında en afillisi belki de şaşırmamak. bir süre sonra şaşırmamayı da öğreniyor insan, kendine dahi.
kurban bayramı için afyon'da, tüm hazırlıklar tamamlanmış ve bu seneki kurban telaşı start almıştı. rahmetlinin ölümünden sonra üçüncü kurbandı bu ve artık "ibadet" olmaktan çıktığına inandığım bu şey, sırf valide sultanın mutluluğu için omzuma yüklenmiş bir yeni tasa olarak hayatımdaki varlığını sürdürüyordu. velhasılı detayları bir kenara bırakacak olursak on gün öncesinden afyon'a gidileceği kesinleşmiş ve her şey bu denli net bir şekilde zuhur bulurken "yumurta-kapı" formülü ile aramızdaki derin hukuk sebebiyle afyon'a gidilecek bir ulaşım aracından bilet alınmadığı gibi rezervasyon da yapılmadan son güne kadar ulaşmıştım. hem ben üniversite yıllarında "son anda" verdiğim kararlarla bütün yolculuk boyunca ayakta dikilerek konya'dan, istanbul'a az gelmemiştim. ki afyon, daha kolay olmalıydı.
arife günü çalışmamanın da getirdiği rahatlıkla öğlene doğru uyanıp da ufak çaplı bir otogar taramasının ardından bayram namazına afyon'a yetişilebilecek bir otobüs(karaborsa dahi olsa) bulunamamıştı. o anda üniversite yıllarımı tekrar anımsamanın da getirdiği cesaretle oradan haydarpaşa'ya ve sonra da 19:40 hareket saatli meram ekspresine yönelme isteğim ayyuktaydı.
ama önce otogarın, oldum olası sevemediğim hasret kokulu varoş manzarasına karşı ciğerlerime adamakıllı çekilmeyi olsun hakeden bir kaç nefes katranı bu kepaze bağrışmaların arasında gökyüzüme savurmalıydım. metro ile aksaray'a, oradan da tramvay ile sirkeci'ye ve son olarak da küçük motorlarla haydarpaşa'ya yol aldım. saat henüz 16:30 civarıydı. bilet gişesinde, "lütfen numaratörden sıra alınız" uyarısına karşın bir "numaratör" koymayan numaracı ibnelerin oyununa gelmiş ve kendimi amansız bir bilet kuyruğunun kıçında nöbette bulmuştum. nihayet sıra geldiğinde "numarasız vagon için bir bilet" isteyebilmiş ve fakat numarasız vagon sisteminin kaldırıldığını, artık numarasız vagon diye bir şey olmadığını ve ayrıca trende yer de kalmadığını öğrenmiştim. hayır, nadiren denk gelebildiğimiz izin günlerimle ayrılık yaşamayı, onlara doyamamayı aslında ben de sevmiyordum ama valideden aldığım vekâlet ve kendi adıma vereceğim vekâlet ile ortaklarımızı da bekletmek doğru olmazdı.
trenin en ön vagonuna gidip, boş bulduğum bir yere oturdum. bu arada saat beş olmuş ve benim hesaplarıma göre trenin kalkmasına nereden baksak 3 saate yakın bir zaman kalmıştı. gene de çok zamandı bu. gidip banliyö trenlerinin girişindeki gazeteciden bir gazete ve bir kaç tane de yumi şekerlerden aldım. anneme göre eşek kadar adam olmama karşın seviyordum bu aromalı, renklendiricili yumuşak şekerleri. portakallı, böğürtlenli, limonlu, çilekli...
tekrar vagona dönüp de gazetemi hatmettikten sonra canımın ne çok sıkıldığını anlatmak mümkün değil. keşke kağıt kalem alsaydım diye geçirdim aklımdan ve zaten kalemim olduğunu anımsadım. hemen birkaç koltuk arkamda kalan "şikayet kutusu" dikkatimi tam o sırada çekti. ve içinde bir zarf vardı. pekâla zarfın içinde tek tarafı doldurulmuş bir şikayet formu olmalıydı. önce biraz mahçubiyet hissettim başka birisinin belki de "özel" ve "şahsi" olarak bulunduğu bir isteği kendime teşhir edecek olmaktan. sonra kendimle bir pazarlık yapıp da tarihine baktım formun "16/10/2011" yazıyordu. belli ki okumaya niyetli birisi çıkmamıştı bu formu, dolayısı ile herşeyi devletten beklememek adına formu ben okuyup, talep ne ise elimden geldiğince yardımcı olmak, hem sıkıntımı o an için giderecek ve hem de belki bir insanı yalandan da olsa mutlu edecekti.
ki bana göre yalan mutluluklar bile ağır bedel ödenerek yaşanılan, müptelası olunan duyguların başında geliyordu(bana göre uyuşturucu bağımlılığı tam olarak böyle bir şeydir misal).
derken okuduğum talepte bir öğrenci, "trende içki dahi satılmasına karşın, mescid olmamasından mütevellit" yakınıyor, bu anlamdaki şikayetini dile getiriyordu. kendince haklı olabilirdi bana sorarsanız ama taleplerin en altında "içki satışının yasaklanması ve namaz kılınacak bir alan tahsis edilmesi" şeklinde dileğini bağlayınca canımı sıkmıştı açıkçası. ama gene de mutlu olmuştum, çünkü trenin kalkmasına 2 saat kadar bir zaman vardı ve "trende içki satılıyordu". işte bunu nerede duysam mutlu olurdum ben. basit usulde bir alkolik olduğum dahi söylenebilir pekala. hani olmadığı zaman "ille de olsun" demeyen ama olduğu zaman da "ne hoş olur" diyebilen bir adam alkol için. hem sabahtan beri yaşadığım koşuşturmacanın sinirsel yorgunluğunu bir bardak bira alabilir ve ben de elimde tuttuğum ve ön yüzünde "tcdd" arması olan bu şikayet formunun arka yüzüne dilediğim gibi birkaç kafiye yazabilirdim.
yemekli vagona ulaştığımda barı temizleyen genç bir eleman vardı. adımımı attığım anda "daha açmadık abi" diyerek ikaz etmeyi uygun görmüş olacak ki tereddütsüz yaptı bunu. karşılık olarak buruşturduğum yüzümü tüm ciddiyetsizliğimi kuşanarak ona çevirdim ve "peki ne zaman açarsınız" diye sorduğumda "tren hareket ettiğinde" cevabını almıştım. saatime baktım ve hesaplarıma göre burada bir bardağına 6,5 lira vereceğim altın suyundan en yakın tekel bayiinden daha ucuza alabilirdim ve trenin hareket etmesine henüz bir saat elli dakika kadar bir süre vardı. oradan çıkıp hemen bir taksiye atladım ve kadıköy'de bulduğum ilk tekel bayiinden birkaç tane bira alıp tekrar vagona döndüm. ve tüm bunlar on beş dakikamı almıştı. eski oturduğum koltukta başkalarının olduğunu görünce bir kaç sıra öne geçip kuruldum ve insanlar(aileler) gelmeye başlamadan da kırmızı kutularıyla dahi aklımda pek çok anı canlandıran şu biraları bitirmek için tam bir alkolik gibi içmeye başladım.
ikinci biramı tam bitirdiğim sırada arka tarafımda kalan vagon kapısının açıldığını duydum. insan, tedirgin olduğu zamanlarda çok daha hızlı düşünebiliyor. önce koltuk sahibinin gelip de beni kaldırmasından, sonra bir ailenin gelip de hemen önümdeki veya arkamdaki koltuğa oturmasından çekindim. kendi yaşantım anlamında insanları ne kadar sallamıyorsam, sosyal yaşantı anlamında bunun mecburi istikamet olduğunu düşünüyorum. belki sağlıklı bir düşünce bile değil, ne bileyim. sonra adım sesleri kulaklarıma saplanmaya ve sesler giderek yaklaşmaya başlamışlardı. arka taraftan görünmemek için deyim yerindeyse tünediğim koltukta öylece kalmış, yaklaşanın bir tehlike olup olmadığını sezmeye çalışan savunmasız bir hayvan gibi hissediyordum kendimi.
adımlar yaklaştıkça koku da giderek yaklaşıyor. ve garip bir şekilde kendisini içime çekmemi istermişçesine burun deliklerimde yoğunlaşıyordu. tanıdık, bildik bir tarafı vardı. donup kalmıştım. sol elimde bira kutusu ve hafif yere doğru eğilmiş şekilde gelen şeyin yolunu gözlüyordum. emindim, bu bir kadındı. kokusundan, öyle olduğunu anlamak mümkündü. tam koridorun koltuk hizamda kalan kısmından geçerken gözgöze geldik bir an.
25 yaşlarında, tehlikeli denilecek kadar güzel bir kadındı bu. garip, kahverengi saçları vardı ki bana göre bir kadına(en azından sıradan bir kadına) hiç yakıştıramazdım bu saç rengini. oysa onun o uzun, kahverengi saçları o kadar güzel olabilirdi ancak. çok kısa bakabilmiştim ama gözleri de saçları ile gayet uyumlu bir tablo çiziyordu. parlatıcı veya ona benzer bir şey sürmüştü dudaklarına. ve hafif tebessüm etmişti, garip.
kalp atışlarımın giderek hızlandığını ve buna karşın düşünme yetimin yeniden geldiğini hissediyordum. aklım, başımdan gitmişti resmen bir kaç saniyeliğine ama şimdi sancılı bir şekilde geri geliyordu. oturduğum ikili koltuğun hemen sağındaki tekli koltuğa oturdu. valizi, bavulu vesaire yoktu. ufak, siyah bir kol çantası vardı. siyah deri montunu üzerinden çıkartıp, hemen yanındaki askılığa astığında ben, utanç verici bir hâlde ona bakıyor, gözlerimi ayırmakta zorlanıyordum. sonra vagondaki onca kişi varken bana bakarak "numarasız vagon burası mı?" diye sordu. "neden ben?" kendimi ucuz bir adam gibi hissettim bir an ki hayatımda ilk defa böyle bir şey hissediyordum. kendimi toparlayıp da "numarasız" diyebilmem bile o an için mucizeydi benim adıma. sonra saçlarını kulağının arkasına sıkıştırarak daha derin bir tebessüm etti. gamzeleri ve taşlı bir küpesi vardı. yemin ederim, ömrümde gördüğüm en güzel küpeydi bu. kendimi toparlayıp o bildiğim ben olmaya başlamıştım artık "ben de bilmiyorum ama öyle olmasını temenni ediyorum yardımı olursa" dedim. bu sefer içten bir gülümsemeyle "demek ki tek kaçak yolcu ben değilmişim" dedi ve camdan dışarıya, sanki ne varsa hemen yanımızdaki rayların üzerinde duran diğer trenin camına baktı bir süre. tekrar bana dönerek "peki atarlar mı trenden?" diye sordu. "bundan 3-4 yıl öncesine kadar yoktu öyle bir uygulama ama çok zamandır trenle bir yere gitmedim" dedim. artık ipleri yavaş yavaş elime alıyor, gülmesine veya gülmemesine etki edebiliyor ve en azından kendimi kontrol edemediğimi düşünsem de bir şeyleri kontrol edebildiğimi biliyordum. "fazla biran var mı?" diye sorarken bakışlarıyla sol elimi hedef alana kadar da bu inanca sahiptim.
evet, hayatımda bir kadının memeleri dahi o kadar çok güzel şey görmüştüm ama böyle olağandışı bir şey, asla ve kat'ta gördüğümü hatırlamıyorum. sakin ve elimden geldiğince soğuk kanlı bir şekilde elimdeki kutuyu poşetin içine koyup son kutuyu poşetten çıkarttım "bir tane daha var" diyerek. "son biraysa sen iç" dediğinde birayı açıp ona doğru uzatmıştım bile. kalkıp da götürürdüm ama yanlış anlaşılmak, hayatım boyunca yaşadığım korkular arasında en baskın, en belirgin olan korku olduğundan belki de yapmadım bunu. o geldi, birayı aldı ve sonra vagonun arkasına telaşla baktıktan sonra yan koltuğa gelişigüzel bıraktığım poşeti kucağıma atarak "burası daha sote sanırım" diyerek koltuğa oturdu. kahverengi saçtan sonra bir kadına hafif argonun da yakışabileceğini ve hatta ikisinin aynı kadına yakışabileceğini düşündüm. birkaç yudum sonra neden bilmiyorum mahçup bir ifadeyle, bira kutusunu burnuma doğru uzatıp "içmek ister misin?" diye sordu. "olabilir" diyerek devraldım kutuyu ama sanki hiç eksilmemiş gibi geldi elime. oysa net olarak bilmemekle beraber kutunun 4-5 kere ağzına gittiğinden emindim. şaşkınlığımı saklayamamış olacağım ki "birayı da şarap gibi içiyorum ben. bira içme özürlü diyebiliriz" diyerek tebessüm ediyordu. iki kocaman yudum aldıktan sonra kucağından aldığım sağ eline birayı tekrar tutuşturdum "ne garip" diyerek. hemen kaşlarını çatıp sordu "neymiş garip olan" diye ve artık kontrolü ele almanın rahatlığıyla cevapladım "bira içme özürlü birisinin gelip de bana fazla biram olup olmadığını sorması" diye. sonra süt beyaz yanakları hafif kızarıp bakışlarını fırlama bir çocuğun, evdeki vazoyu futbol topuyla kırdığında kuşandığı bakışlara çevirdi, başını öne eğerek. o sırada kulak arkasında durmayı reddeden perçemini elimle tekrar kulak arkasına sıkıştırırken trenin hareket etmesine birkaç dakika kaldığını ve vagonun hızla dolduğunu farkettim. kalkıp askıdaki montunu ve çantasını alıp tekrar yerime dönene kadar ayaklarını toplamış ve masum bir kız çocuğu gibi gözlerini kırpıştırarak sol omuzunun üzerinden eski koltuğuna bir veda bakışı atar hâldeydi.
sonra kütahya'ya yaklaşırken su almak için yemekli vagona gidip geldiğimde el yazısıyla bırakılmış "teşekkürler" dışında hiçbir şey kalmadı ondan geriye. bir de camın ardından sallanan bir el, bir çift kahverengi göz ve aklıma zarar gamzeleri.
başımıza bu da mı gelecekti? kendimi bir garip hissediyorum...