Rüzgâr sertçe savuruyordu kaldırım kenarlarındaki yaşlanmış ağaç yapraklarını. Sonbaharın hüznü bedenimi iyice sarmış, soluduğum hava bile mutsuzluk kokuyordu.
Yeni yerleştiğim şehirdi burası, arkada sıcaklığıyla 30 yıla yakın zaman geçirdiğim ailem ve dostlarımı bırakmıştım. Hava neredeyse kararmak üzereydi, gökyüzü kızıla çalan bir renge bürünmüştü.
iki katlı evlerin sıra sıra dizildiği yüksek kaldırımlı bir sokağın köşesinde bir market gözüme ilişti, ciğerlerim yaşadığım hüznü desteklercesine sigara dumanıyla dolmak istiyordu. Elimi cebime götürüp tüm bozuklukları avuçladım ve tamı tamına 8.25 kuruş çıkmıştı. Paranın yeterli olabileceğini bilerek bir paket sigara almak için markete yöneldim ve bir kaç adım sonra markete girdim. Burası kenar mahalle marketlerinden büyük bim marketlerinden küçüktü; ama yine de insanların alışveriş ruhunu yakalayabilmelerini sağlayacak, sepetleriyle alışveriş yapabilecek büyüklükteydi.
-merhaba, Dedi birisi arkamdaki rafların önünden. Kafamı tanıdığım birisi olduğu ihtimaliyle çevirdim. Fakat karşımda tanımıyor olduğum; esmer, kısa saçlı, üzerinde siyah bir trençkotu, altında dolgu topuk şık ayakkabılarının üzerine giydiği taydı ve içinde de krem rengi bir tunig olan hoş bir bayan dikiliyordu.
-merhaba, Dedim.
-Ah çok özür dilerim, sizi bir tanıdığıma benzettim. Dedi, güler ve mahcup gözlerle.
-Rica ederim, özür dilemenize ne gerek var. Olur böyle şeyler.
-Haklısınız ama arkadan inanın o kadar çok benziyorsunuz ki anlatamam.
-Şuan tanıdığınız kişi olmayı yeğlerdim.
Bunun üzerine, hafif bir tebessümle beraber utangaçlık duygusu, sabah doğmakta olan güneş gibi yüzünde belirivermişti bu hoş bayanın. O anda, hızlı bir şekilde parmaklarına baktım, herhangi bir yüzük olup olmadığını görmek için. Süs yüzüğü haricinde hiç yüzük yoktu ve bu beni biraz olsun heyecanlandırmıştı.
Bu sırada hava iyice kararmış gökyüzünün kırmızı rengi siyaha bürünmüştü. Yıldızlar belli belirsiz, ufuktan gözüken umut ışığı gibi kendilerini belli etmekteydiler, aynı içimde oluşan umut gibi.
-Buralarda mı oturuyorsunuz? Diye sordum.
-Evet, buralarda oturuyorum, siz?
Hafif ve hüzünlü bir gülüşten sonra; Ben de buralarda oturuyorum sanırım dedim. Aslında içimde kopan fırtınaları, tüm hayatı arkada bırakmanın yüreğimdeki hüznünü görse, oracıkta oturup ağlamaya başlardı, fakat sanırım demem hoşuna gitmişti ki, orta büyüklükte kenarlarına doğru kısılan ela gözleriparlarcasına narin ve anlamsız bir şekilde gülmüştü.
-Nasıl? Siz sanırım nerede oturduğunuzu bilmiyorsunuz. Diyerek tekrar tebessüm etti.
-Hayır, elbette biliyorum ama oturduğum yer buralara girer mi, onu bilmiyorum işte. Burada yeniyim, bu şehre yeni taşındım. (elimle yönünü göstererek) evim birkaç cadde uzakta kalıyor. Dedim.
-Evet evet buralar sayılır, ben de o tarafta oturuyorum.
içimi iyice heyecan kaplamıştı ama bir taraftan da bu güzel giden muhabbetin bozulma ihtimali; ülkesini savunan, nefret dolu bir askerin attığı ok gibi acı ve hırslı bir şekilde aklıma saplanmıştı. Yeni yürümeye başlamış çocuğun, yürüdüğünün farkına vardığındaki korkması gibi korkmuştum.
Market içerisinde biraz daha muhabbet ettikten sonra ben sigaramı, Pelin de birkaç parça ürününü aldı ve marketten çıktık.
Rüzgâr bir nebze durmuştu, fakat bu seferde hafiften yağmur çiselemeye başladı. yağmuru sever misin? diye sordu Pelin, evet çok severim dedim. Hâlbuki o gün istediğim en son şey yağacak olan yağmurun, bedenimde kalan birkaç kolu kırık mutluluğumu alıp götürmesiydi.
Pelin: Yağmur hızlanacak gibi iplerini koparan kukla: Evet, hatta hızlanmaya başladı bile, dilerim eve gidesiye kadar hızlanmaz. Pelin: Epey yaklaştık sayılır, sanırım hızlanmaz.
Bu temennilerle bir iki evi henüz geçmişti ki, feci bir şekilde gök gürledi ve yağmur iyice hızlandı. Azgın denizlerdeki coşkulu dalgaların sarp kayalıkları dövmesi gibi yağmur yüzümüzü dövmeye başladı. Yağmurun şiddetinden önümüzü göremez hale gelmiştik.
Gök delinmiş, yağmur sel olmuş akmış, şimşekler kafamın üzerinde çakmış yıldırımlar bedenime saplanmış, o an hiç fark etmezdi. O şiddetli doğa koşulunda elimi tutan zarif bir el, bir kaktüsün çiçek açması kadar mükemmel bir duyguydu.
Paçalarım sırılsıklam olmuş bir vaziyette, bir evin giriş katına kendimizi atmıştık, ikimizde derin derin nefes alıyor bir taraftan da alnımızdaki yağmur sularını siliyorduk. Birkaç derin nefes daha aldıktan sonra birbirimize gülerek baktık ve o an ikimizde ellerimizin birbirini tuttuğunu fark ettik. Yine yürürken yürüdüğünü fark eden çocuk sendromunu yaşıyordum, kalbim kuşkanadı gibi çarpmaya başlamıştı.
Bu sefer ikimizde utanmıştık, gülüştük
Pelinin evine çok yaklaşmış olmalıydık, benim evimin sokağının girişini de görebiliyordum, 100 metre kadar uzaktaydı. Koşarak gitsem 1 dakikaya evimde olurdum, fakat hiç acelem yoktu, durumu uzatabildiğim kadar uzatmak, kesinlikle bir randevu kopartmak istiyordum.
Al, benim montumu al öyle git evine dedi. Güldüm, senin montun bana olmaz ki dedim. Olur dedi çıkarttı üzerinden giy bakalım diye açtı montu. Kollarım girmişti ama omuzlarıma zar zor oturdu.
Pelin: Çok yakıştı. iplerini koparan kukla: şaka yapıyor olmalısın. Pelin: hayır gerçekten çok yakıştı. Sen evine bununla git, ıslanma bence.
Bu söz üzerine mutluluğum öyle büyümüştü ki, 15 dakika önce yerde uçuşan yaprakların rengi neredeyse yemyeşil gelmekteydi. Sanki üzerine coşkulu renkler dökülen, acılı bir son bahar resminin içerisinde gibiydim.
iplerini koparan kukla: Şaka olsun diye giydim ben, montu ben giyersem bu seferde sen ıslanacaksın. Pelin: Eğer merdiven boşluğunda yağmur yağmıyorsa ıslanmam. iplerini koparan kukla: Aaa burası senin evinin girişi mi? Ben de daha var sanmıştım.
Aslında yağmurun dinmesini hiç istemiyordum, orada yağmur dinesiye kadar durmak istiyordum, fakat yağmur dinmeden montu alıp gitmek daha mantıklı gelmişti, en azından montu geri vermek için sözleşebilirdik.
Pelin: Mont sende kalsın lütfen daha sonra verirsin. iplerini koparan kukla: Aslında şuan monta ihtiyacım yok, zaten sırılsıklam oldum. Bana seni en kısa zamanda görebileceğim bir randevu ver yeter. Pelin: Gel çay içelim demek isterdim ama demeyeceğim maalesef, çünkü bu çok erken olur. En iyisi biz yarın, bu yolun aşağısında caddeye gelmeden Çiçek Cafe var, orada saat 3 de buluşalım. Montumu da yarın oraya getirirsin, itiraz istemiyorum.
Peki deyip montu aldım ve elimi uzattım, tam tokalaşırken içimden gelen büyük bir hisle elimi beline atıp yanak yanağa öpüştüm ve el sallayarak oradan uzaklaştım.
Gelecek miydi? Nasılsa montu bendeydi, ben de bırakacak değildi ya? Hem gelmeyecek olsa neden montu versin ki, yok yok, o da beni beğendi yoksa montu vermezdi