kemal derviş'in hazırlayıp insanların sırtına bindirdiği ekonomi programına hiç elini sürmeden sadece uygulayarak gerçekleşen durum.
bunu köyden himmet ağa gelse o da yapar. ona giren çıkan yok sonuçta. zamanı gelince milletin sırtına bindirdiğin vergilerin parasıyla öde.
tek olay zamanında öde.
millet ski tutmuş kimin umuru. maçası yiyen ekonomi bakanı çıkıp bankalar kanunu değiştirsin vatandaş lehine?
ya da vergi oranlarını düşürsün ama vergilendirme sistemini adil hale getirip artan gelir oranında artan vergi uygulasın ve bunun da azrail gibi takibini yapsın he yer mi?
yemez.
çünkü o zaman halkın refahı yükselir,
refahı yükselen halk bilinçlenir.
neyine lazım bu halkın huzurlu yaşam, bilinçli insan olmak.
imf'ye borç bitmiş. he yarraaam he, yeni havalimanı da avrupa'ya kök söktürtecek.
gerizekalı bilmez ki şu an yolcu başına 15$ öderken orada 25euro har(a)ç alacaklar, ve bu kadar pahalı harçlar varken kim gelir oraya.
olan sana olacak ey habersiz insan, mevcut havalimanlarını kapattıkları için sen mecburen orayı kullanacaksın ve o parayı eşşşşek gibi sen ödeyeceksin.
IMF borcu geri ödenirken, alınan dış borçlar 2013 Nisan sonu itibariyle 340 milyar dolara yaklaştı. Yani AKP döneminde 210 milyar dolar yeni borç alındı, dış borçlar yüzde 162 arttı. IMF boyunduruğu gitti, daha ağırı, kısa vadeli ve toleranssız banka kredileri olarak geldi.
stand-by anlaşmasını devam ettirmek 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından iktidara gelen
AKP Hükümeti'ne kalmıştır.
IMF ile imzalanan 19. stand-by anlaşmasının Mayıs 2008'de sona ermesinin ardından girilen yeni
dönem, kamuoyunda oluşan algının aksine "Türkiye'nin artık borçsuz bir ülke" olduğu anlamına
gelmemektedir. 2002 yılında IMFye olan 22 milyar dolarlık borç sıfırlanırken, aynı tarihte devletin
IMF dışındakilerle birlikte 64.5 milyar dolar olan toplam dış borcu, 2012 sonu itibariyle 103.1 milyar
dolara ulaşmış durumdadır. Merkez Bankası'nın 7.7 milyar ve özel sektörün 226 milyar dolarlık
borcuyla birlikte Türkiye'nin toplam dış borcu ise aynı dönemde 129.6 milyar dolardan 336.9 milyar
dolara çıkmıştır. 2002-2012 döneminde Merkez Bankası'nın dış borcu 22 milyar dolardan 7.7 milyar
dolara gerilerken, kamunun dış borcu yüzde 59,8 oranında net olarak 38.6 milyar dolar artmış; özel
sektörün dış borcu ise yüzde 425 oranında net olarak 183 milyar dolarlık rekor bir artış kaydetmiştir.
Toplam dış borç stokunda on yılda yüzde 160 oranında 207 milyar dolarlık bir büyüme yaşanmıştır.
Başka bi ifadeyle son 80 yılda oluşan borç stoku 100 kabul edilirse, son on yılda buna 160 daha
eklenmiştir. Bu gelişme, IMF'ye borcu sıfırlasa da kamunun toplam dış borcunun büyümeye devam
ettiği, toplam ülke dış borcunun da yüksek bir hacme ulaştığını göstermektedir.
AKPnin 10 yıllık iktidarı döneminde kamunun rekor borç artışı, büyük oranda piyasadan yapılan iç
borçlanmalardan kaynaklanmıştır. Bu dönemde özel sektör dışarıdan, devlet ise özel sektörden
borçlanmıştır. Yoğun sıcak para girişlerinin reel döviz kurunu düşürmesinin de etkisiyle özel sektör
çok yüksek oranlarda dış borç almış, aşırı bir kur riski üstlenmiştir. Dışarıdan yüklü borçlanmalara
giden banka ve finans kuruluşları ise bu fonları, iç borçlanma ihalelerinde devlete satmış, özel
sektörün dış borcu ile kamunun iç borcu paralel biçimde hızlı bir büyüme göstermiştir.
Kaynak: http://evds.tcmb.gov.tr/cbt.html adresinde bahsi geçen dönem için veriler hazırlanmıştır.
Kamunun 2002 yılında 155.2 milyar TL olan iç borç stoku, yüzde 163 oranında net olarak 253 milyar
lira büyüyerek 2012 sonunda 408.3 milyar liraya yükselmiştir. Aynı dönemde kamunun dış borcunun
TL karşılığı da 102 milyar liradan 154.6 milyara yükselmiştir. Böylece kamunun iç-dış toplam borcu
2002-2012 döneminde yüzde 119 oranında net olarak 316 milyar lira büyüyerek 563 milyar liraya
yükselmiştir. Yani Cumhuriyetin ilk 80 yılında devletin 257 milyar lira olan toplam borcuna, son on
yılda 316 milyar lira eklenmiştir.
2002 - 2012 döneminde en hızlı artış hane halklarının borçluluğunda yaşanmıştır. Son 10 yıldır
uygulana ekonomi politikaları çalışan kesimlerin reel alım gücünü geriletirken, halk borçlanarak
tüketmeye özendirilmiştir. Geliri artmamasına rağmen, finans sektörünün imkanlarıyla eskisinden
çok daha fazla tüketmeye alıştırılan halka sanal bir refah yaşatılmıştır. Bankacılık kesimi yurt
dışından, vatandaşlar da bankalardan borçlanmaya teşvik edilmiştir. Yüksek faiz-düşük kur
politikasını dünyadaki en yüksek reel faizi vererek uygulayan hükümet, bankaları zenginleştirirken,
vatandaşı tüketici kredisi ve kredi kartlarına mahkum etmiştir. Tüketici kredileri ve bireysel kredi
kartları ile yapılan borçlanma 2002-2012 döneminde tam 38 kat büyüyerek 6.4 milyar liradan 255
milyara yükselmiştir. Tüketici kredilerinin 2002 sonunda sadece 2.2 milyar TL olan bakiyesi 2012
sonunda 185.9 milyar liraya, kredi kartlarındaki borç bakiyesi de 4.1 milyar liradan 68.8 milyar
liraya yükselmiştir.
Kaynak: TUiK, Hane Halkı Endekslerinden türetilmiştir. http://www.tuik.gov.tr
Bir de rezerv meselesine bakalım. Merkez Bankası rezervlerinin kısa vadeli dış borçları karşılama
oranı 2002 sonu itibariyle yüzde 169 düzeyindeydi. Diğer bir ifadeyle Türkiyenin her 100 dolarlık
kısa vadeli dış borcuna karşılık, Merkez Bankasının kasasında 169 dolarlık döviz rezervi
bulunuyordu. Aynı tarihte toplam rezervlerin kısa vadeli dış borç ve cari açığı karşılama oranı da
yüzde 163 düzeyinde bulunuyordu. Merkez Bankasının altın ve döviz rezervlerinin kısa vadeli dış
borçları karşılama oranı 2012 yılının sonu itibariyle yüzde 116.6ya; cari açıkla birlikte toplam
yükümlülüğü karşılama oranı ise yüzde 80.8e indi.
Kısa vadeli dış borç ve cari açık toplamının 155.1 milyar dolar olduğu baz alındığında, 2002 yılındaki
yüzde 169luk karşılama oranına ulaşmak için ya rezervlerin 253 milyar dolar olması ya da kısa
vadeli dış borç-cari açık toplamının 77 milyar dolara çekilmesi gerekmektedir.
Bunlara ek olarak Türkiyenin, orijinal vadesine bakılmaksızın, önümüzdeki bir yıl içinde yapması
gereken toplam dış borç servisi 149.6 milyar dolardır. Yani 100 milyar dolara ulaştığı her fırsatta
tekrarlanan rezervler, bir yıl içinde yapılacak bu geri ödemeye yetmemektedir.
Bir ülke için olumlu bir gelişme olan rezervlerdeki artış, o ekonomi için güveni artırıp, kırılganlığı
azaltıcı etki yapar. Türkiyenin rezervlerinin de son on yılda hızlı bir artış gösterdiği aşikardır. Ancak,
rezerv artışının ne şekilde gerçekleştiği, yani kaynağının ne olduğu büyük önem taşımaktadır.
Harcadığından daha fazla döviz kazanan ekonomilerin ödemeler dengesinde ortaya çıkan cari
işlemler fazlası kaynaklı rezerv artışı, bu ekonomiler için sağlıklı bir gelişme niteliğinde olsa da
Türkiye gibi dış açık veren, yani harcadığından daha az döviz kazanan bir ekonomide, yabancı
sermaye yatırımları da yeterli değilse, net borcu artırmadan rezerv artışı gerçekleşemez. Başka bir
ifadeyle dış açık veren ekonomide rezerv artışı, bununla paralel biçimde dış borcun da artması
anlamına gelmektedir. 100 milyar dolara ulaşan mevcut rezervlerimizle övünmek bankadan kredi
çekip mevduat hesabına yatıran tüketicinin rasyonel olmayan övünmesinden başka birşey değildir.[4]
Yukarıda izah edilmeye çalışılan husus; ekonomik verilerin eksik yorumlanması durumunda farklı
tabloların ortaya çıkabileceğini biraz daha netleştirmektir. Elbetteki borçlarımızı ödemek ülkemiz
için iyi bir gelişmedir ancak bu borcu öderken sanki başka borcumuz kalmamış gibi bir hava
estirmek ve mevcut artışların kaynağını ifade etmeden sadece sonuçlarını aktarmak toplumu yanlış
bilgilendirmek demektir. Günümüzde herkesin ekonomist olduğu da dikkatlerden kaçmazsa ekonomi
yorumları her nerede yazılıyorsa biraz daha dikkatli okunmalıdır. 2002 2012 yılları arasındaki,
yazıya konu dönemde, özelleştirmelere değinilmediği de dikkatlerden kaçmasın. Cumhuriyet
tarihinin bütün kazanımları kamuya yük oluyor diye yine bu dönemde satılmış ve gelirleri de
hükümet için bir iç kaynak oluşturmuştur. Bunlara ek olarak Osmanlının sonunu tekrar okumalı,
ekonomik krizin ve sistemdeki değişikliğin Osmanlıyı nasıl bir çıkmazın içine soktuğu iyi
irdelenmelidir. Neticede iç borç da borçtur. Müteşebbis devletten daha güçlü olamayacağına göre
verdiği borca faiz işletecek ve er ya da geç bir gün geri ödenmesini isteyecektir
yıllarca borç kavramı sadece ımf'ye öyle bir endekslenmiş ki algımızda sanki borç denilen şey imf borcundan ibaret. iyi güzel de özel kesim ve kişilerin borçları nedir. ülkenin her karışı borçlu şirket ve kişilerle kaynıyor. övünenler sadece esnafların çiftçilerin haciz dosyalarının kabarıklığına ve hangi yıllarda patlama yaptığına baksa fikir sahibi olacaktır. ödediğimiz vergilerle inşa edilmiş her şeyi satıp savurup bununla ödediği borcu sanki cebinden borç ödemiş gibi böbürlenerek anlatan hükümetlere ve bunlara hayran olan kitlelere ancak bizim gibi azgelişmiş ülkelerde rastlanır.
Türkiyenin IMFye olan borcunun 421 milyon dolarlık son taksidi, bugün tek tuşla sıfırlanacak.
Hazinenin talimatıyla Merkez Bankası, son taksit tutarını IMF hesaplarına elektronik olarak transfer
edecek ve böylece Türkiye, 19 anlaşmadan sonra IMFye tek kuruş borcu olmayan bir ülke olacak.
Elbette bu durum Türkiye için güzel bir gelişmeyken buzdağının altı biraz daha dikkatli bakmamız
gereken ekonomik verileri içermektedir.
Türkiye IMF ile ilk stand-by anlaşmasını 1961 yılında gerçekleştirmiş ve o tarihten itibaren 19 ayrı
stand-by anlaşması daha yapmıştır. Bu anlaşmalar ise toplamda 56.9 milyar dolara tekabül
etmekteydi. Faizleri çıktığımızda ise talep ettiğimiz rakam 49.5 milyar dolardı. IMF ile yapılan
anlaşmalar içerisinde en yüklü tutarlar son 10 yılda imzalanan 16 milyar ve 10 milyar dolarlık
anlaşmalarla hazinemize gelir olarak girmiştir.
Meseleye bu açıdan bakıldığında IMFye olan borcumuz sıfırlanmıştır ancak kamu borcumuz son 10
senede oldukça yükselmiştir. Türkiyenin tek borcu IMFye olan borcu değildir. Neticede borç stoğu
kavramı hem dış hem de iç borç tutarını kapsar. Eğer tüm borçları sıfırladık, dış borcu azalttık
derseniz, toplum, hiç borcumuz yokmuş gibi algılar. Bu da kamuyu eksik bilgilendirmektir. iç borç
her ne kadar kol kırılır yen içinde kalır mantığıyla değerlendirilse de devletin kamuya olan borcunu
ödeyememesi de iflas sebebidir. Bu konuda en iyi örnek Osmanlı Devletidir. 1875te moratoryum
ilan ettikten sonra 1881de kurulan Düyun-u Umumiye Osmanlı borçlarını yapılandırmaya çalışmış ve
çok yüksek faiz oranlarıyla kredi kullandırtmıştır. Buna bağlı olarak dış borç öncesi çıkartılan
Esham-ı Cedidler yani iç borçlanma senetleri zaten ödenemediği için dış borçlanma ihtiyacı
hissedilmiş ve borç yönetimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı.[1] Bunlara ek olarak Türkiye Cumhuriyeti
borç yükünü devralarak devamlılık sağlamaya çalışmış ve Osmanlıdan kalan borcun son taksidini de
1954 senesinde ödemiştir.
Konuyla ilgili biraz daha tarihi bilgi vermek gerekirse 1946da çok partili döneme geçişle birlikte
Türkiyede siyasi yapıda değişiklikler yaşanırken ikinci Dünya Savaşı henüz sona ermiş ve dünya
savaş yaralarını sarmakla meşguldü. Savaşa dahil olmayan Türkiye, tüm dünyadaki ekonomik
problemlerden etkilenmiş ancak 1950de alınan Marshal yardımları ile durum kısa bir süre için farklı
bir hal almıştı.
Demokrat Partinin iktidar olmasıyla başlayan yeni siyasi dönem iktisadi anlamda da bir dönüm
noktasıydı çünkü Türkiye 1930 yılından o ana kadar kesintisiz olarak; kapalı, korumacı, dış dengeye
dayalı ve içe dönük iktisat politikaları izlemişti ve bu yeni dönemde bu katı politikalarda yavaş yavaş
gevşeme söz konusuydu. Marshal yardımları sebebiyle Türkiye, 1950li yılları kısmen bolluk
ekonomisi gibi algılamıştı. Dışa açık ekonomi politikaları ve savaş sonrası genişleme konjonktürü
burada başrol oyuncularıydı ve bu durum çok geçmeden yerini durgunluğa bırakacaktı. Durgunluk
özellikle 1954 sonrası başlayıp 1960 yılının sonuna kadar devam etmişti. IMF ile ilk anlaşma ise 27
Mayıstaki askeri müdahalenin ardından 1961 yılında gerçekleşmişti.
Kapitalist toplumlarda tüketim kalıpları değişiyordu ve bu değişim çok geçmeden Tükiyeyi de etkisi
altına almıştı. 1960 1970 dönemi daha önceki dönemlerden daha farklıydı. ithal ikameci politikalar
değişen tüketim kalıpları sayesinde köylü ve kentlinin elindeki birikimi ekonomiye aktarmayı
hedeflemiş ve böylelikle kaynak yaratmak istemişti. Böylelikle dışa bağımlılık artmış ve borçlanma
rakamları giderek yükselmişti.
1970 1980 arası yıllarda en önemli ekonomik olay 1974 senesinde yaşanan Petrol Kriziydi. Öyleki
ekonomide rahat bir gidiş varmış gibi algılanan duruma bu kriz kesinlikle son vermişti. Bu global
kriz Türkiyeyi de etkilemiş ve kaynak bulmadaki sıkıntılardan dolayı, borçları düşme eğilimine
sokmuştu. Ancak 1980lere yaklaşan süreç içerisinde, Türkiye ekonomisinin borç rakamları
GSMHya oranlandığında; iç borçlanma yüzde yirmileri, dış borçlanma aynı şekilde yüzde yirmileri
ve toplam borçlanma da yüzde kırkı geçmemiş, tablo 1980den sonra değişime uğramıştır.
Bu değişimin temelinde dışa açılımın hız kazanması yatıyordu ve bu durum Türkiyeyi, özellikle
1980li yıllardan sonra ağır borç yükü ile iç içe yaşayan bir ülke konumuna getirmişti. Bu durumda,
ülkenin gelişmişlik seviyesinin payı olduğu kadar, siyasi belirsizlikler, kamu harcamalarında
frenlenemeyen artışlar, politik yozlaşma ve yolsuzlukların da önemli rolü vardı. Ülke, hangi dönemde
olursa olsun borçlar devam etmiş ancak borçların kaynakları ve vade yapıları farklılık göstermişti.
Bu döneme 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi damgasını vurmuştu. Alınan
kararlar 1987 yılına kadar uygulanmıştı. Genel anlamda; sıkı maliye ve para politikalarını içeren
kararlar sayesinde kısa bir süre için borç miktarında azalmalar sağlanabilmiş ancak Ağustos 1989da
sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle borç miktarı tekrar yükselmeye başlamıştı. 1980 1990
dönemi kamu gelirlerinde yeni düzenlemelerin yapıldığı bir dönem olmasına rağmen, harcamaların
kısıtlanamaması finansman açısından sıkıntı yaratmıştı ve bu da iç borçlanmanın büyük boyutlara
ulaşmasına neden olmuştu. 1990dan sonra da durum değişmemiş ve 2005 yılına kadar Türkiye dışa
bağımılılığının faturasını ağır krizlerle ödemiş ve son IMF anlaşmasını da 2008 senesinde yapmıştır.
Türkiye'nin IMF ile olan stand-by yolculuğuna 9 Cumhurbaşkanı ve 37 hükümet eşlik etmiştir.
Türkiye, 1960 yılından 1970 yılına kadar her yıl bir stand-by anlaşması imzalamış ve her anlaşma da
neredeyse bir yılını bile doldurmadan sona ermiştir. 1970-1978 yılları arasında stand-by sürecine ara
verilmiş, bu tarihten sonra da, kesintili olarak birçok kez IMF ile stand-by anlaşmaları için masaya
oturulmuştur.[2] 1961den 2008e kadar imzalanan 19 stand-by anlaşmasından yalnızca 1963, 1966,
1967, 1968, 1970, 1980, 2002 ve 2005'teki stand-by anlaşmaları başarıyla tamamlanmıştır. Arada,
uygun ekonomik koşullar nedeniyle ağır program şartlarını uygulamaktan vazgeçen hükümetler
olduğu gibi IMF tarafından askıya alınan anlaşmalar da olmuştur.[3]
1961 -2008 yılları arasındaki süreçte daha önce 1970-1978 ve 1984-1994 arası olmak üzere
Türkiye'nin IMF'yle masaya oturmadığı iki dönem bulunmaktadır. 1970-78 arasında IMF'ye ihtiyaç
duyulmamasında, ekonomideki başarı değil, artan petrol fiyatlarının uluslararası bankalarda likidite
birikimine yol açması neden olmuştur. Likidite genişlemesi sonucu gelişmekte olan ülkelere yönelik
krediler bollaşınca Türkiye IMF yerine, bankalardan kaynak kullanmayı tercih etmiştir. 1984-1994
arasında ise borçları çevirmek için IMF yerine Merkez Bankası kaynakları kullanılmıştır. Türkiye'nin
son dönemdeki stand-by yolculuğu ise 1999 yılında imzalanan 17. stand-by anlaşması ile başlamış,
Cumhuriyet tarihinin en ağır krizi olarak nitelendirilen 2001 yılı şubat krizi ile sona ermiştir. Devlet
eski Bakanı Kemal Derviş döneminde ise Türkiye, 18. stand-by anlaşmasını imzalamış ve Derviş'in
imzaladığı stand-by anlaşmasını devam ettirmek 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından iktidara gelen
AKP Hükümeti'ne kalmıştır.
IMF ile imzalanan 19. stand-by anlaşmasının Mayıs 2008'de sona ermesinin ardından girilen yeni
dönem, kamuoyunda oluşan algının aksine "Türkiye'nin artık borçsuz bir ülke" olduğu anlamına
gelmemektedir. 2002 yılında IMFye olan 22 milyar dolarlık borç sıfırlanırken, aynı tarihte devletin
IMF dışındakilerle birlikte 64.5 milyar dolar olan toplam dış borcu, 2012 sonu itibariyle 103.1 milyar
dolara ulaşmış durumdadır. Merkez Bankası'nın 7.7 milyar ve özel sektörün 226 milyar dolarlık
borcuyla birlikte Türkiye'nin toplam dış borcu ise aynı dönemde 129.6 milyar dolardan 336.9 milyar
dolara çıkmıştır. 2002-2012 döneminde Merkez Bankası'nın dış borcu 22 milyar dolardan 7.7 milyar
dolara gerilerken, kamunun dış borcu yüzde 59,8 oranında net olarak 38.6 milyar dolar artmış; özel
sektörün dış borcu ise yüzde 425 oranında net olarak 183 milyar dolarlık rekor bir artış kaydetmiştir.
Toplam dış borç stokunda on yılda yüzde 160 oranında 207 milyar dolarlık bir büyüme yaşanmıştır.
Başka bi ifadeyle son 80 yılda oluşan borç stoku 100 kabul edilirse, son on yılda buna 160 daha
eklenmiştir. Bu gelişme, IMF'ye borcu sıfırlasa da kamunun toplam dış borcunun büyümeye devam
ettiği, toplam ülke dış borcunun da yüksek bir hacme ulaştığını göstermektedir.
AKPnin 10 yıllık iktidarı döneminde kamunun rekor borç artışı, büyük oranda piyasadan yapılan iç
borçlanmalardan kaynaklanmıştır. Bu dönemde özel sektör dışarıdan, devlet ise özel sektörden
borçlanmıştır. Yoğun sıcak para girişlerinin reel döviz kurunu düşürmesinin de etkisiyle özel sektör
çok yüksek oranlarda dış borç almış, aşırı bir kur riski üstlenmiştir. Dışarıdan yüklü borçlanmalara
giden banka ve finans kuruluşları ise bu fonları, iç borçlanma ihalelerinde devlete satmış, özel
sektörün dış borcu ile kamunun iç borcu paralel biçimde hızlı bir büyüme göstermiştir.
Kaynak: http://evds.tcmb.gov.tr/cbt.html adresinde bahsi geçen dönem için veriler hazırlanmıştır.
Kamunun 2002 yılında 155.2 milyar TL olan iç borç stoku, yüzde 163 oranında net olarak 253 milyar
lira büyüyerek 2012 sonunda 408.3 milyar liraya yükselmiştir. Aynı dönemde kamunun dış borcunun
TL karşılığı da 102 milyar liradan 154.6 milyara yükselmiştir. Böylece kamunun iç-dış toplam borcu
2002-2012 döneminde yüzde 119 oranında net olarak 316 milyar lira büyüyerek 563 milyar liraya
yükselmiştir. Yani Cumhuriyetin ilk 80 yılında devletin 257 milyar lira olan toplam borcuna, son on
yılda 316 milyar lira eklenmiştir.
2002 - 2012 döneminde en hızlı artış hane halklarının borçluluğunda yaşanmıştır. Son 10 yıldır
uygulana ekonomi politikaları çalışan kesimlerin reel alım gücünü geriletirken, halk borçlanarak
tüketmeye özendirilmiştir. Geliri artmamasına rağmen, finans sektörünün imkanlarıyla eskisinden
çok daha fazla tüketmeye alıştırılan halka sanal bir refah yaşatılmıştır. Bankacılık kesimi yurt
dışından, vatandaşlar da bankalardan borçlanmaya teşvik edilmiştir. Yüksek faiz-düşük kur
politikasını dünyadaki en yüksek reel faizi vererek uygulayan hükümet, bankaları zenginleştirirken,
vatandaşı tüketici kredisi ve kredi kartlarına mahkum etmiştir. Tüketici kredileri ve bireysel kredi
kartları ile yapılan borçlanma 2002-2012 döneminde tam 38 kat büyüyerek 6.4 milyar liradan 255
milyara yükselmiştir. Tüketici kredilerinin 2002 sonunda sadece 2.2 milyar TL olan bakiyesi 2012
sonunda 185.9 milyar liraya, kredi kartlarındaki borç bakiyesi de 4.1 milyar liradan 68.8 milyar
liraya yükselmiştir.
Kaynak: TUiK, Hane Halkı Endekslerinden türetilmiştir. http://www.tuik.gov.tr
Bir de rezerv meselesine bakalım. Merkez Bankası rezervlerinin kısa vadeli dış borçları karşılama
oranı 2002 sonu itibariyle yüzde 169 düzeyindeydi. Diğer bir ifadeyle Türkiyenin her 100 dolarlık
kısa vadeli dış borcuna karşılık, Merkez Bankasının kasasında 169 dolarlık döviz rezervi
bulunuyordu. Aynı tarihte toplam rezervlerin kısa vadeli dış borç ve cari açığı karşılama oranı da
yüzde 163 düzeyinde bulunuyordu. Merkez Bankasının altın ve döviz rezervlerinin kısa vadeli dış
borçları karşılama oranı 2012 yılının sonu itibariyle yüzde 116.6ya; cari açıkla birlikte toplam
yükümlülüğü karşılama oranı ise yüzde 80.8e indi.
Kısa vadeli dış borç ve cari açık toplamının 155.1 milyar dolar olduğu baz alındığında, 2002 yılındaki
yüzde 169luk karşılama oranına ulaşmak için ya rezervlerin 253 milyar dolar olması ya da kısa
vadeli dış borç-cari açık toplamının 77 milyar dolara çekilmesi gerekmektedir.
Bunlara ek olarak Türkiyenin, orijinal vadesine bakılmaksızın, önümüzdeki bir yıl içinde yapması
gereken toplam dış borç servisi 149.6 milyar dolardır. Yani 100 milyar dolara ulaştığı her fırsatta
tekrarlanan rezervler, bir yıl içinde yapılacak bu geri ödemeye yetmemektedir.
Bir ülke için olumlu bir gelişme olan rezervlerdeki artış, o ekonomi için güveni artırıp, kırılganlığı
azaltıcı etki yapar. Türkiyenin rezervlerinin de son on yılda hızlı bir artış gösterdiği aşikardır. Ancak,
rezerv artışının ne şekilde gerçekleştiği, yani kaynağının ne olduğu büyük önem taşımaktadır.
Harcadığından daha fazla döviz kazanan ekonomilerin ödemeler dengesinde ortaya çıkan cari
işlemler fazlası kaynaklı rezerv artışı, bu ekonomiler için sağlıklı bir gelişme niteliğinde olsa da
Türkiye gibi dış açık veren, yani harcadığından daha az döviz kazanan bir ekonomide, yabancı
sermaye yatırımları da yeterli değilse, net borcu artırmadan rezerv artışı gerçekleşemez. Başka bir
ifadeyle dış açık veren ekonomide rezerv artışı, bununla paralel biçimde dış borcun da artması
anlamına gelmektedir. 100 milyar dolara ulaşan mevcut rezervlerimizle övünmek bankadan kredi
çekip mevduat hesabına yatıran tüketicinin rasyonel olmayan övünmesinden başka birşey değildir.[4]
Yukarıda izah edilmeye çalışılan husus; ekonomik verilerin eksik yorumlanması durumunda farklı
tabloların ortaya çıkabileceğini biraz daha netleştirmektir. Elbetteki borçlarımızı ödemek ülkemiz
için iyi bir gelişmedir ancak bu borcu öderken sanki başka borcumuz kalmamış gibi bir hava
estirmek ve mevcut artışların kaynağını ifade etmeden sadece sonuçlarını aktarmak toplumu yanlış
bilgilendirmek demektir. Günümüzde herkesin ekonomist olduğu da dikkatlerden kaçmazsa ekonomi
yorumları her nerede yazılıyorsa biraz daha dikkatli okunmalıdır. 2002 2012 yılları arasındaki,
yazıya konu dönemde, özelleştirmelere değinilmediği de dikkatlerden kaçmasın. Cumhuriyet
tarihinin bütün kazanımları kamuya yük oluyor diye yine bu dönemde satılmış ve gelirleri de
hükümet için bir iç kaynak oluşturmuştur. Bunlara ek olarak Osmanlının sonunu tekrar okumalı,
ekonomik krizin ve sistemdeki değişikliğin Osmanlıyı nasıl bir çıkmazın içine soktuğu iyi
irdelenmelidir. Neticede iç borç da borçtur. Müteşebbis devletten daha güçlü olamayacağına göre
verdiği borca faiz işletecek ve er ya da geç bir gün geri ödenmesini isteyecektir
litresi 5 liraya benzin sat, sigaraya içkiye katır yüküyle vergi ekle, kazanırken ayrı, harcarken ayrı vergi topla... e bi zahmet bitsin aq, bitmezse ayıp! gerçi imf borcu bitti de ne oldu ki, milletin cebinde hala para yok.
he zaten bütün zahmeti kendisi çekti ulan sırtı kırbaçlanan fakir işçi köylüydü kaç senedir. Asgari ücretle çalışan bir işçiye veya orta halli bir çiftçiye sor bakalım bu konu hakkında ne diyecekler.
evet borç bitmiştir..
ülkenin milli değerlerini satıp özelleştirerek,
gelen paralarla kendilerine gemi alan,
isviçre hesaplarına da milyarlar koyan bir adam borcu böyle bitirmiştir.
zenginliklerine zenginlik katarak..
yolsuzluk yaparak...
hala düşünmekten yoksunsunuz..
türkiye bu kadar iyi bi ülke de rte'nin oğlu neden amerika'da?
vatan için can feda madem neden oğlu askere gitmiyor?
bunlar küçük örnekler sadece.. bunun gibi yüzlerce soru sorarım size..
yahu hayatınızda bir kere olsun düşünün be, düşünün. çok mu zor?
ülkeyi satarsan ödenecek borçtur. az bile ödemiş o kadar satışa. arkadaş bir anlayamadınız gitti. özelleştirmeleri en çok yapan hukuk bürolarında çalıştım. net söyleyeyim yabancı yatırımcılar ağızlarının suyu aka aka damlıyorlar ülkeye. bize de veriyorlar saatimize 500 600 dolar. dikkat edin "saatimize". sonra hukuk bürosunun sahibi de para basma makinasını açıyor. yolsuzluk diz boyu. abdüllatif şener bile kabul etti her özelleştirme ayrı bir yolsuzluk diye. memlekete o kadar sıcak para akıyor ki (tabi ülke satıyorsun para akacak) imf borcu devede kulaktı dostum.
kesinlikle tayyip erdoğan sayesindedir, her sabah 6'da kalkıp gece 8'de eve gelen, bu süre içerisinde her gün eşekler gibi çalışan milyonların ne gibi bir katkısı olabilir değil mi?
kimsenin objektif yaklaşmadığı olay. muhalefet düşünceliler çamur atmak için yok cari açık yok şu aslında bişey olmadı diyor, akpliler eski osmanlı geliyor çok güçlendik artık imf bizden borç alıyor hehehe. diyor. ulan hepinizden nefret diyorum.
imf ye yine muhtaç olacağız elbet işte o zamanda ülke topraklarında yada devlet kurumlarında satacak yer satacak mal mülk kalmadığında borç almaya başlayacağız işte o zaman ki imf devereye girecek.
imf'ye borç bitse de şu an türkiye'nin borcu 1 trilyon dolardır. yani ali'den borç alıp, veli'nin borcu kapatılmıştır. aferim.
(bkz: türkiye'nin dış borcu)
bu arada; türkiye'nin 2013 bütçesi 400 milyar dolar.
yani hiç para harcamasak 2.5 senede öderiz borcumuzu, raad olun.