1700 yıllarında istanbul'da kimler önemli idi?
Böyle bir soruya en kestirme yanıt:
- Bana ne yahu, olabilir...
Ayrıca böyle bir yanıt, bundan 280 yıl sonra da geçerliliğini koruyabilir...
Örneğin 2280 yılına tam girileceği günlerde, akıldanenin biri çıksa da:
- 1980 yıllarında Türkiye'de kimler önemliydi, diye sorsa..
- Bana ne yahu, yanıtı şıp diye yerine oturabilir...
* * *
Nasıl 1700 yıllarında şimdi kimseyi ilgilendirmeyen kişiler önemli idiyse, şimdi önemli olan kişiler de, bilmiyoruz 2280 yılında kimleri ilgilendirecek?..
Ama biz yine de 1700 yıllarında istanbul'da kimlerin önemli olduğunu söylemeye çalışalım.
* * *
Bir kez II. Mustafa önemli idi. Çünkü padişahtı. 1695'te, 31 yaşındayken tahta çıkmıştı.
Sonra efendim Daltaban Mustafa Paşa önemli idi. Sonra Amcazâde Hüseyin Paşa önemli idi. Şeyhülislam Feyzullah Efendi önemli idi. Tarihçi Naîma önemli idi...
* * *
Naîma, padişahın aynı zamanda şehzadeliğinde hocası olan ve öğrencisi iktidara geçince de şeyhülislamlık makamına kurulan Feyzullah Efendi'yi bakın nasıl anlatıyor:
"...Onun huyu, suyu, yapısı eski bilim adamlarının oluşturduğu geleneklere uygun değildi. Gözü hep yukarılarda, ün ve debdebedeydi. Dünya nimetlerine aşırı ölçüde düşkündü. Bir yığın çocuğu vardı. Sülalesi de pek kalabalıktı. Padişahın kendisine olan saygı ve tutkusunu kötüye kullanıyordu. Çocuklarıyla yakınlarını en yüksek yerlere getiriyordu. Başkalarının hak ve yeteneklerine hiç önem vermiyordu. Öyle sanıyordu ki, evlatlarıyla yandaşlarının haşmet ve kuvvetleri sayesinde, ölünceye kadar makamını rakipsiz olarak muhafaza edecebilecek..."
* * *
"...Feyzullah Efendi'nin sağlığında, sevdiği bilginlerden biriyle birlikte bir mecliste buluştuk. işi gücü durmadan kendisini övmek oldu. Padişahın kendisine gösterdiği saygıyı belirterek, bir dediğini iki etmediğini söyledi. Sadrıazam Amcazâde Hüseyin Paşa'yı ziyarete her gidişinde, bir mahalle büyüklüğündeki sokağın süpürülüp sulandığını ve sadrazamın, kendisini merdivenin alt basamağında karşılayıp, yine aynı basamağa kadar inerek geçirdiğini; mevlit törenlerinde mihrapta oturttuğunu; kendisinin istemediği şeylerin yapılmasına, asla olanak bulunmadığını anlattı."
* * *
"...Hakir, sabredemeyip dedim ki:
- Öyle zannediyorum ki, Efendi Hazretleri, kendilerini dünyanın en akıllısı sayıyorlar ve aşırı şöhret belasından korkmadan, halkın gözünün ve gönlünün kavrayamayacağı debdebe ve saltanata sapıyorlar.
* * *
Efendi, bu sözlerim üzerine gazaplandı ve hindi gibi kızararak:
- Büyük bilginlere saygı göstermek gerekmez mi? Daha önce gelmiş olan bilginlere her türlü saygı gösterilmiştir. Zamanın halifesi, Ebu Yusuf'a az mı saygı gösterdi? Sultan Murat gibi gazi bir padişah, Yahya Efendi'nin ellerini öpmediler mi? Tarihçiyim, diyorsun ama, bunların anlamını bilmiyorsun...
Diye mugalataya başlayınca, hiç çekinmeden şu yanıtı verdim:
- Ebu Yusuf'un adaletli, dürüst ve geniş kapsamlı yorumlarına karşı, halifelerin gösterdikleri saygı meşhurdur. Bilginlere saygıda ayrıcalık tanınması da doğaldır. Ancak yeterinden ziyade dünya malına göz diken ve servet hırsıyla ün salan bilginin, bilgisine "Yararsız bilgi" buyurulduğunu, kitaplarda görmediniz mi? Eskiden beri her devlette, halk arasındaki fitne ve kavgalar; çokcası mevki, devlet, mal ve nimet yüzünden doğan kıskançlık ve düşmanlıktan ileri gelmedi mi?.. Mal ve makam herkesin sevdiği şey olduğu için, debdebe ve tantananın göze battığı ortadadır. Halk, baştakilerin mal ve makam hırsına bakar. Onlarda bu eğilimi gördü mü, ne kadar fazilet sahibi olsalar ve hatta keramet gösterseler; artık onlara zerre kadar inanmaz, sözlerini de tutmaz. Öyle akılsız eşekler de vardır ki, dünyaya karşı tutkusunu hissettirmedi mi; halk göklere çıkarabilir onları da... Çünkü halk, helal malın, dine ve göreve ziyan getirmeyeceğini düşünmez bile... Hal böyle olunca, Efendi Hazretleri, siz de, gösteriş ve debdebeden ve aşırı şöhret delisi olmaktan sakınsanız, herhalde hakkınızda hayırlı olur...
* * *
Naîma, Feyzullah Efendi'yi, biraz daha eleştirdikten ve tuttuğu yolun doğru yol olmadığını söyledikten sonra:
- Sustuk, diyor. Muhatabımız uzun uzun düşündükten sonra, bana hak verdi. Ve:
- Sözünüz yerindedir amma ne edelim, deveye bindikten sonra çalı ardında gizlenilemez, dedi.
* * *
Naîma, kendisinden önce de bir sırdaşının Feyzullah Efendi'yi uyarmaya çalıştığını ve Feyzullah Efendi'nin ona da şu yanıtı verdiğini anlatıyor:
- Bizim durumumuz, Akdeniz'de fırtınaya tutulmuş gemiye benzer. Kurtuluş kıyısına çıkabilmek için, rüzgârın önüne düşmek zorundayız. Eğer makamdan uzaklaşırsak; kıskançlara, bize karşı baskın gelme olanağı sağlarız. En iyisi ölünceye kadar dayanmaktır.
* * *
Feyzullah Efendi'nin bu yanıtını dinleyen yakın dostu da şu karşılığı vermiş:
- Hoş sultanım, gemi benzetişiniz güzel ama; fırtınaya uğrayan gemiler, yelkeni rüzgâra göre kullanırlar. Gereğinde yeklen de kullanmaz; hatta kurtulmak için, eşyayı da feda eder, denize atarlar.
* * *
Dostunun bu sözleri üstüne şeyhülislâm suratını asmış.
Suratını asmış ama, 1703'te 8 yıllık bir debdebe ve tantanadan sonra, "Birinci Edirne Vakası" diye bilinen ayaklanmada kellesini kurtaramamış. Hem II. Mustafa'yı tahttan indirmişler, hem de Feyzullah Efendi'nin kafasını keserek, çoluk çocuğuyla çevresini perişan etmişler.
* * *
Şeyhülislam Feyzullah Efendi ile Naîma'nın tartıştığı sıralarda, dünyada neler oluyordu acaba?
ingiltere ve Fransa'daki fizikçiler, buhar makinesi üstünde çalışıyorlardı. Demirin eritilmesinde kok kömürünün kullanılmasına başlanıyordu. Basınç yasalarında yeni buluşlara gidiliyordu.
Ve Osmanlılar, Ruslarla yapılan Karlofça Anlaşması sonunda, Macaristan'ı kaybediyorlardı.
* * *
Bütün bunlar 280 yıl önce olduğu için, günümüz insanına önemsiz görünmede. Tıpkı 280 yıl sonra, bugünkü olayların da, o dönem insanlarına önemsiz görüneceği gibi...
* * *
Çünkü geçmiş, ölmüşlerin; gelecek de doğacaklarındır. Yaşayanlara sadece hal kalmaktadır. Sık sık:
- Artık hiç halimiz kalmadı, diye yakınmamız, boşuna değil...
Hem de aramızdaki dalaşmalara, "geleceği kurtarma savaşı" yaftasını yapıştırarak...