babasının yirmi beşinci kızı
benim üçüncü karım
gözlerim, dudaklarım
taranta babu
sana bu mektubu
içine yüreğimden
başka bir şey koymadan
yolluyorum
roma'dan...
bana darılma sakın
şehirlerin şehrinden
sana gönderecek
kendi yüreğimden
daha akla yakın
bir hediye
bulamadım diye....
taranta babu
onuncu gecemdir ki bu
başımı gümüş yıldızlı
kitaplara sokuyorum
okuyorum
doğuşunu
roma'nın
önde dişi bir kurt
arkada tombul ve çıplak
remüs'le romilüs
dolaşıyorlar içinde odanın
ağlama taranta babu
bu romilüs
ual ual çarşısında
güpegündüz
senin o incir memeli kız kardeşini
altına alan
mavi boncuk tüccarı sinyor romilüs değil
ilk romalı, kral romilüs....
bugün aklıma
yazısız ve çizgisiz
bir resim geldi, taranta - babu!
ve benim, birdenbire
yüzünü değil,
gözünü değil,
senin sesini göresim geldi, taranta - babu;
«mavi nil» gibi serin,
yaralı bir kaplan gözü gibi derin
sesini senin!
boynunda mavi maymun dişinden
üç dizi gerdanlık taşıyan,
kırmızı tüylü bir kuş gibi göğün altında
ve bir akarsu gibi yerin üstünde yaşıyan,
sözleri sözlerimin
gözleri gözlerimin bakır aynası,
üçüncü kızımın
ve beşinci oğlumun anası
taranta - babu!
aylardır
kalmadı çalmadığım kapı.
sokak sokak
yapı yapı
adım adım
romada
romayı aradım!
burda artık
büyük ustalar mermeri ipekli bir kumaş gibi
kesmiyor;
floransada rüzgar esmiyor!
ne dante aligeriden şarkılar,
ne beatriçinin nakışlı yüzü var,
ne leonardo da vinçinin öpülesi eli!
mikel ancelo
müzelerde pırangalı bir kürek mahkumudur.
ve sapsarı boynundan
bir katedral duvarına asmışlar rafaeli!.
romanın büyük
romanın geniş caddelerinde bugün;
dayamış sırtını betonarme bankalara,
çifte başlı bir balta gibi duran
yalnız bir kara
yalnız bir kanlı gölge var:
her adımında bir
esir
başı vuran,
her adımında bir mezar
açıp
geçen
sezar!
roma!
kovadis roma?
diye sorma!
bizim oraların güneşi gibi aydın
ve ortada bu!
sus taranta - babu!
sevgiyle
saygıyla,
gülerek
haykırarak
sus!
dinle bak:
zincirlerini kırıyor
romanın varoşlarında spartakus!
papa xiinci piyi gördüm taranta - babu;
bizim kabilenin
büyük sihirbazı neyse
burada o da, bu.
yalnız
bizim sihirbaz,
üç başlı mavi şeytanı
harar dağları ardına kovmak için
para almaz.
kurbanlık yaban eşekleriyle
yılda iki yük fildişi yığını
kapatır onun
bütçe acığını.
oysa ki, sa sentede
papa
bütçesini yaban eşekleriyle kapa-
-tamaz.
adamcağızın
kara cübbeleri altın işleme haçlı elçileri
ve kısa donları ponponlu askerleri var.
o onların
onlar onun
eline bakıyorlar.
papa xiinci piyi gördüm taranta - babu!
korporatif bir heyecanla dudaklarını satan
ve yarım lirete yarım saat yatan
cennet italyanın hür vatandaşlarından bir kadın,
papa bağışlasın diye günahını etin
yarısını verip yarım liretin
satın almış da bir resmini hazretin
başucunda asmıştı bir yere.
baktım:
ne azizlerden jorja benziyor
ne sen piyere.
onların altın gözlükleri yok
taranmamış
yağlı uzun sakalları vardı
bunun
taranmamış yağlı, uzun
sakalı yok,
fakat altın gözlükleri var.
papa xiinci piyi gördüm taranta - babu!
xiinci pi
yumuşak tüylü kara koyunlar otlatan
bir çoban
gibi
taçlı ve taçsız kralların otlağında
ruhları otlatıyor.
xiinci pi
ki
bir ahırda babasız doğanın vekilidir,
meryeme yakın olmak için
nefsi nefsine edip işkence
her gece
mermer sütunlu bir sarayda yatıyor.
italyanın
nakışlarında güneşler oynaşan ipekli şalları,
pomperi yollarında kara katırların nalları,
boyalı kutusunda verdinin yüreği atan
laternası
ve ala düdük makarnası
kadar
faşizmi de meşhuuuuurdur
taranta - babu.
italyada faşizm
emilialı büyük toprak kontlarının asalarından
ve romalı bankerlerin kasalarından
geçip
il duçenin dazlak kafasında dank demiş
bir nuuuurdur
taranta - babu.
bu
nur
yarın
inecektir üstüne
habeş ovalarında mezarların.
görmek
işitmek
duymak
düşünmek
ve konuşmak
koşmak alabildiğine
başı dolu
başı boş
koş-
-mak
hehehey taranta - babu
hehehey
yaşamak ne güzel şey
anasını sattığımın
yaşamak ne güzel şey
düşün beni
kollarım, senin üç çocuk doğurmuş
geniş kalçalarındayken
düşün sıcak
düşün kara bir taşa damlıyan
çırılçıplak
bir su sesini
istediğin yemişin
rengini, etini, adını düşün
gözdeki tadını düşün
kıpkırmızı güneşin
yemyeşil otun
ve koskocaman
masmavi bir çiçek gibi açan
ay ışığını
düşün taranta - babu!
insan oğlunun yüreği
kafası
kolu
yedi kat yerin altından
çekip çıkarıp
öyle ateş gözlü çelik allahlar yaratmış ki
kara toprağı bir yumrukta yere serebilir,
yılda bir veren nar
bin verebilir.
ve dünya öyle büyük,
öyle güzel
öyle sonsuz ki deniz kıyıları
her gece hepimiz
yan yana uzanıp yaldızlı kumlara
yıldızlı suların
türküsünü dinleyebiliriz
yaşamak ne güzel şey
taranta - babu
anlıyarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak
yaşamak
yaşamak:
birer birer
ve hep beraber
ipekli bir kumaş dokur gibi
hep bir ağızdan
sevinçli bir destan
okur gibi
yaşamak
yaşamak
ne acayip iştir ki
bu ne mene gidiştir ki taranta - babu
bugün bu
bu inanılmayacak kadar güzel
bu anlatılamayacak kadar sevinçli şey:
böyle zor
bu kadar
dar
böyle kanlı
bu denli kepaze
buranın yazarları üçe bölünmüş taranta - babu.
bir çeşitleri var: yalnız iç gömleğine değil, ipekli bir mendile benzeyen yüreğinin kenarına da altı dişli taç işleten danunçio gibi; zıpır marinetti ve dinamitçi nobelin ödülüyle duçenin yumruğundan başka her şeyden kuşkulanan pirandello gibi
bunlar faşist edebiyatının dahileri soyundan taranta - babu.
bunlar allahlar gibi konuşur, anlaşılmayacak kadar karanlıklarla dolu, ulaşılamayacak kadar yüksek ve dibi bulunamayacak kadar derin yazarlar. fakat yine de bunların senin gibi karınla*rı ağrır. benim gibi karınları acıkır. yaşayışları, ya milanolu bir kumaş fabrikatörününki gibidir, ya geniş topraklar işleten bir prensinki gibidir.
bunlar faşist edebiyatının dahileri soyundadırlar taranta - babu.
ve bunlar, bizim oralardaki altın külçelerinin kara toprağın altından güneş parçalar gibi çıkar*tılıp banka komerçialenin çelik depolarına getirilmesi için savaşın dinamik bir güç; sapsarı bir çölde boynunun damarı kesilerek ölmenin italyanın akdeniz suyu gibi masmavi göğünün altında ebediyen yaşamak demek olduğunu yazarlar, bunu edebiyatlaştırırlar.
ben, üç nehirle ayrılmış üç toprak parçası gibi üçe bölünen italyan yazarlarının bu dahiler so*yuyla yalnız kitaplarının satırlarında konuştum. yüzlerini yalnız gazetelere basılan rötuşlu fo*toğraflarından tanırım.
italyan yazarlar dünyasının ikinci çeşidine gelince, bunlardan bir ikisiyle karşılıklı oturup ko*nuşmuşumdur. ve benim bir afrika gecesinin ılıklığını taşıyan ellerim, onların, pırıltısı yaldızlı meryem ana resimleri önüne dikilen ince mumlar gibi sarı ve soğuk parmaklarına dokundu. hele içlerinde bir tanesi vardı ki taranta - babu, gözleri, bir yaz günü güneşin ışığına ve sıcak*lığına dayanamayıp kuduran, kudurduktan sonra da sıra dağlardaki küçük mağaranın ıslak karanlığında ölen köpeğin gözlerine benzerdi.
bu bir şairdi, bir romancıydı, bir düşünürdü, taranta - babu. fakat her şeyden önce, zavallı bir kokainmandı. onunla arkadaşlarına yarı lokanta ve yarı ve yarı meyhanemsi bir yerde rastlıyordum. bağıra çağıra konuşurlardı. kavga ederlerdi. hatta bir gece aralarında, isa mı daha mistiktir, konfüçyüs mü? diye bir tartışma çıktıydı. böylesine yüksek, böylesine derin, böylesine bilimsel tartışma sonunda, bir genç, benimkinin kafasında bir şarap şişesi kırdıy*dı.
faşist miydi? tam değil. demokrat mıydı? tam değil. kafası da, kokainle harap olmuş vücu*du gibi, yarımdı. onda tam olan bir şey vardı taranta - babu, şaşkın, zavallı ve kökü kurumuş bir ağaç gibi, soysuzlaşmış bir insan örneği olması. faşizme düşman geçinmiş, fakat gü*nün birinde el altından mahalle faşyosuna dilekçe vermişti.
italyan faşizmin bu ikinci çeşit yazıcılarının neler yazdıklarını sana anlatabilmek için, onun bir şiirini buraya geçiriyorum.
bu şiir, o yarı lokanta, yarı meyhanemsi yerdeki toplantılardan birinde okundu. o gece hepsi oradaydılar. yaşlı bir romancının onuruna bir şölen veriliyordu. benimki birden ayağa kalktı. sarhoştu. ağzının açılıp kapanışlarını bile kullanamıyordu. ortaya doğru bir iki adım attı:
size dedi, son kitabımdan, aklıma şöyle geliveren bir şiirimi okuyacağım.
ve elleriyle havada geniş çizgiler çizerek şu şiiri okumaya başladı:
kör olmak
kör olmak ne iyi şeydir,
ne güzeldir sevmek karanlığı.
ne yalın bir kılıç gibi bir ışık
ne renklerin ağırlığı
ve ne şekillerin kabalığı.
ne güzeldir sevmek karanlığı.
kör olmak ne iyi şeydir.
kapalı gözleriniz
çevrili içinize,
kıyısında oturup bakarsınız
içinizde dalgalanan denize.
kapalı gözleriniz çevrili içinize.
kör olmak ne iyi şeydir.
körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
ne kimseye kendi gözlerinden verirler
ne kimsenin gözlerinden alırlar.
körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
ne güzeldir sevmek karanlığı.
karanlık allah gibidir ve tek başınadır.
karanlık ölüm gibidir
rengi yok
ahengi yok
dengi yoktur karanlığın.
dağıtın yanınızdan sopalarınızla
karanlığın peygamberleri, körler,
kalabalığı
kör olmak ne iyi şeydir
ve ne güzeldir sevmek karanlığı
bu ne biçim şiir? deme taranta - babu. italyan yazıcılarının ikinci çeşidinden olanlar işte böyle şeyler yazıyorlar. oysa,
sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimi
toprağı sürebilmeli
pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli
dizlerine kadar
bütün soruları sorabilmeli
bütün ışıkları derebilmeli
yol başlarında durabilmeli
kilometre taşları gibi şiirlerimiz.
yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli
çengelde tamtamlara vurabilmeli
ve yeryüzünde tek esir yurt, tek esir insan
gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar
malı mülkü, aklı fikri, canı, neyi varsa verebilmeli
büyük hürriyete şiirlerimiz.
değil mi taranta - babu, öyle değilmi?
bizim kokainman şiirini bitirince ne oldu, biliyor musun, benim taranta - babum? önce ada*mı çok çok alkışladılar. o da, saatlerce çalışıp beyaz bir duvarı renkli resimlerle doldurmuş bir nakkaş yorgunluğuyla, sallanarak yerine döndü. tam benim yanımdaki masada, onuruna şölen verilen yaşlı romancıyla modellerini baştan çıkartmaktan resim yapmaya vakit bulama*yan ressam oturuyordu. ressam, şiir biter bitmez, romancının kulağına eğildi, alaycı bir ses*le:
nasıl buldunuz? dedi, onun, bu şiiri bir fransız şairinden aşırdığı söyleniyor.
romancı birden bire cevap vermedi, düşündü. sonra:
bu şiiri okuyan, sizin en yakın dostunuzmuş, diye duydum, dedi.
ressam güldü:
dostluk, sapına birbirine düşman iki elin yapıştığı bir bıçağa benzer, diye cevap verdi.
ne yalan söyleyeyim, taranta - babu, ben bu dostluk tarifini anlamadım, hiç anlamadım. bu, yalnız faşist italyada mı böyledir, yoksa bütün avrupa
bilirim
beş altıyı geçmez
senin kafanın raflarında dizili
kapalı şişeler gibi sorgular
sen ki kapkara cahilsin
herhangi bir
hukuku düvelprofesörü kadar
buna rağmen
sana sorsam
desem ki ben:
-keçilerimizin
kıvırcık uzun
tüyleri dökülüp,
iki başlı memelerinden
iki kol ışık gibi akan
sütleri kesilirse;
ve portakallarımız
sönen birer güneş yavrusu gibi dallarında kuruyup,
kemik ayaklarıyla kıtlık
yerli bir kral gibi geçerse toprağımızdan
sen ne yaparsın?
bana dersin ki sen:
-ilk ışıklarla ağarmaya başlayan
yıldızlı bir gece gibi
damla damla kaybederim boyamı,
damla damla solarım
bana dersin ki sen:
-bir afrika kadınına bu sorular sorulur mu hiç?
kıtlık ölümdür bizim için
bolluk sevinç
fakat ne hikmettir ki taranta - babu
büsbütün tersine burada bul.
bir öyle şaşılası
dünya ki burası
bollukla ölüyor,
kıtlıkla yaşıyor.
varoşlarda hasta, aç kurtlar gibi
insanlar dolaşıyor
ambarlar kilitli
ambarlar buğdayla dolu
tezgahlar
ipekli kumaşla dokuyabilir
topraktan güneşe kadar giden yolu.
insanlar yalın ayak
insanlar çıplak
bir öyle şaşılası
dünya ki burası,
balıklar kahve içerken
çocuklar süt bulamıyor.
insanları sözle besliyorlar,
domuzları patatesle
mussolini çok konuşuyor taranta - babu!
tek başına
yapayalnız
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
korkuyla yanarak
durup dinlemeden konuşuyor.
mussolini çok konuşuyor taranta - babu
çok korktuğu için
çok konuşuyor!
not: bu dokuzuncu mektubun başında bir radyo makinasının fotoğrafı vardı.
bugün aklıma
yazısız ve çizgisiz
bir resim geldi, taranta - babu!
ve benim, birdenbire
yüzünü değil,
gözünü değil,
senin sesini göresim geldi, taranta - babu;
mavi nil gibi serin,
yaralı bir kaplan gözü gibi derin
sesini senin!
not: bu dokuzuncu mektubun burasına bir gazeteden kesilmiş şöyle bir haber iliştirilmişti:
markoni, il duçenin
sadik neferi
markoni, gazetecilere: ben şefim mussolininin emrine amedeyim, demiştir. markoni, ilk tecrübeleri muvaffakıyetle neticelenen, habeşistanda tatbik edilecek olan bir ölüm ışığı bulmuş*tur. bu ışık
havalara sesleri
başı boş
mavi kanatlı kuşlar gibi salan
ve havalardan en güzel şarkıları
olgun yemişler gibi toplıyan elleri, onun,
yaprak
kulluğunu karagömlekli benitonun,
boyanacak dirseklerine kadar
kardeşlerimin kanıyla.
ve habeş ovalarında öldürecek
büyük bilgin markoniyi,
banka komerçialede aksiyoner
mülti milyoner
kont markoni.
not: bu onuncu mektubun başına, yine gazetelerden kesilmiş şöyle bir telgraf haberi iliştirilmişti:
. . . italyan kuvvetlerinin habeşistanda harekete geçmeleri için yağmur mevsiminin bitmesi ve baharın gelmesi bekleniyor
ne tuhaf şey taranta - babu;
bizi kendi topraklarımızda öldürmek için
kendi topraklarımızın
baharını bekliyorlar.
ne tuhaf şey taranta - babu;
belki bu yıl afrikada
yağmurların dinişi,
renklerin, kokuların
gökten yere bir şarkı gibi inişi
ve güneşin altında ıslak toprağımızın
derisi tunç yaldızlı gallalı bir kadın gibi gerinişi,
bize senin
memelerin
gibi tatlı yemişlerle beraber
ölümü getirecek.
ne tuhaf şey taranta - babu!
kapımızdan içeri ölüm
kolonyal şapkasına
bir bahar çiçeği takıp girecek
bu gece
il duçe
binerek bir kır ata
aedromda söyledi söylev
500 pilota
söylev bitti.
onlar yarın
afrikaya gidecekler;
o bu gece
sarayında salçalı makarna yemeğe gitti
geliyorlar taranta - babu,
seni öldürmeye geliyorlar.
karnını deşip
bağırsaklarının
kumun üstünde aç yılanlar gibi kıvrandıklarını
görmeye geliyorlar.
seni öldürmeye geliyorlar taranta - babu,
seni
ve keçilerini.
oysa ki ne onlar seni tanır
ne onları sen
ve ne keçilerin atlamıştır
onların çitlerinden.
geliyorlar taranta - babu.
kimi napoliden
tirolden kimi.
kimi doyulmamış bir bakıştan
yumuşak
ve sıcak
bir elden kimi
onları ordu ordu
tabur tabur
bölük bölük
fakat teker teker
düğüne götürür gibi
üç denizden aşırıp
ölüme getirdi gemiler
geliyorlar taranta - babu,
geliyorlar içinden bir yangın alevinin.
ve bayraklarını dikip
samandan damına
senin toprak evinin,
gelenler
geri dönseler bile eğer,
kanlı kesik sağ kolunu somaliden bırakan
torinolu tornacı artık
çelik çubukları ipek gibi öremeyecek
ve kör gözleriyle bir daha
sicilyalı balıkçı
denizlerin ışığını göremeyecek.
geliyorlar taranta - babu.
bu ölmeye ve öldürmeye gönderilenler
kanlı sargılarına birer birer
teneke haçlar takıp döndükleri gün,
büyük ve adil romada
hisse senetleriyle aksiyonlar yükselecek,
ve gidenlerin ardından
yeni efendilerimiz
ölülerimizi soymaya gelecek