tanrı isyankarlara sempati duyar

entry1 galeri0
    1.
  1. tüm insanlığın öğrenmesi gereken bir bilgi.
    dört ev arkadaşı, üniversite hayatından sıkılmış göçebe hayatı yaşamak için kuzey moğolistana yerleşmiştik. doğu, kuzey, yağız ve mustafa. ben, hayatında tek başarısı cerrahpaşa tıbbı kazanmak olan yağız. doğu ve kuzey bölümden arkadaşım olmakla beraber ikizler. mustafa ise sadece mustafa. kendisi bölümü ile gündeme gelmek istemediği için, bölümünden bahsetmeyeceğim.
    buraya gelecek parayı denkleştirmek için bazı kişisel eşyalarımızı satmak mecburiyetinde kalmıştık. ailemize moğolistana göç etme fikrini zaten açamamıştık. çünkü onların hayat görüşleri, '' maceraya uzak, çünkü o bir tuzak'' mottosuna dayanıyordu. biz de ardımızda birer mektup bırakarak aniden çıkıp gelmiştik moğol diyarına. hava alanından indiğimizde, tecrübesizliğimizin verdiği korkaklıkla bir süre hava alanı çevresinde takıldık. bu sırada en yırtığımız olan doğu, kendine bir iş buldu.böyle anlatınca ergen kızların pijama partileri gibi bir his uyandırabilir ancak doğu gerçekten yırtık bir insan. yani onu ilk gördüğümde de yırtık demiştim, şimdi de yırtık diyorum...
    doğu, çalıştığı işte yaklaşık 1 ay kadar devam etti. kendisinin ingilizcesi ileri düzeyde olduğu için günlüğü 20 dolardan hava alanında ingilizce anons yapıyordu. bu da moğolistan standartlarına göre gayet iyi bir paraydı.
    bir ay sonunda doğu' nun çalışarak biriktirdiği para ile kendimize dört kişilik bir çadır satın aldık ve doğruca kukubat köyüne giden minibüslere binmek için otogarın yolunu tuttuk. aslında olaylar tam olarak şöyle gerçekleşti;
    biz zaten 30 gün boyunca bu otogarda sabahlamıştık. çadır almak için otogarın karşısındaki mağazadan çadırı alıp tekrardan otogara döndük. hepi topu 10 dakikalık iş yani öyle büyütülecek bir şey değil. çadırı mustafa taşıyacaktı. tanrı mustafayı getir götür işleri için yaratmıştı adeta. mustafanın ağzından duymaya yabancı olmadığımız '' beni neden böyle yarattın?'' sözü de kanıttır bu tespitime.
    minübüse adımımızı attığımız an sıcak bir pastırma kokusu ile burun buruna geldik. daha sonradan anladık ki moğol halkının genel kokusuymuş bu. '' en azından salt ter kokmuyorlar'' şeklinde avuttuk kendimizi. bir saatlik yolculuktan sonra kukubata vardık. şoför aracı stop etti. ayaktakiler minibüsten inerek, dışarı çıkmamız için bize bir koridor yarattılar. indiğimiz esnada kuzeyin ayağı paspasa takıldı ve kuzey yere düştü. neyse ki sadece kolunu kırdı. bir süre kendisi ile dalga geçip, yola koyulduk. kukubat köyü, kukumvar dağının yamaçlarına kurulmuş bir köydü. bizim amacımız ise kukumvar' a varmaktı. kukubat köyü'nün içerisinden geçip dağ yoluna girdik. bu sırada mustafa '' ağabey biriniz alsın şu çadırı çok yoruldum artık'' gibisinden bir cümle kurdu. doğu ve ben aldırış etmedik, kuzey ise kırık koluna rağmen çadırı yüklenirken mustafadan aşina olduğumuz bir isyanı tekrarlıyordu '' tanrım beni neden böyle yarattın?'' .
    hava kararmaya yakınken çadırımızı koca bir taşın altına kurduk. o gece ateş yakınca bir şeylerin ters gittiğini fark ettik. yiyecek hiç bir şey yoktu. ve ardından mustafanın bağrından kopan türküye odaklandık.
    '' karadır kaşların ferman yazdırır''
    açıkçası mustafanın sesi güzel değildi. ama o an başka bir eğlencemiz olmadığı için her birimiz pür dikkat mustafayı dinledik. garibim belki de hayatında ilk defa böylesine önemsenmişti. şarkı bitiminde sanki bu olay hiç yaşanmamışcasına yatıp uyuduk.
    sabah 09:00 sularında popoma monte edilmeye çalışan bir meşe ağacı ile dürtülerek uyandırıldım. bu yerinde ve muzip şakayı yapan tabii ki mustafa idi.'' ne var mustafa? '' diye sorduğumda. tek eliyle iki kulağını kavradığı neredeyse iki kiloluk bir tavşan gösterdi bana. ''ana ne güzel tavşan lan. bu bizim tavşanımız olsun mu ?'' diye sordum istemsiz. bu sırada karnımın gurultusuyla tavşana yüklediğim anlam bir anda değişiverdi. tavşanı afiyetle yeyip, çadırımızı topladık ve yola koyulduk. ilk amacımız bir su kenarı bulup bir miktar yerleşik yaşamaktı. o yüzden yaklaşık 10 kilometre uzakta gözüken ormanlık alana yöneldik.
    '' ağaç varsa su da vardır'' mantığını misyon belledik.
    2 gün boyunca susuz yürüdük. hay benim dilimi eşek arısı soksaydı da '' yolumuz 12,5 kilometre falan'' demeseydik. bu talihsiz cümlem yüzümden çocuklar bana cephe almışlardı. ancak artık ormana ulaşmıştık. şimdi yapmamız gereken tek şey su bulmaktı. ancak saat 16:00 sularından hava kararıncaya dek aramamıza rağmen ortalıkta, su falan görememiştik. hava kararır kararmaz uyuduk.
    ertesi sabah sırılsıklam bir şekilde uyandım. mustafanın bu maksadını aşan sulu şakasına hiç kızmamıştım. çünkü adam su bulmuştu. '' nereden buldun lan suyu? '' sanki o su bulamazmış gibi ima ile sordum mustafaya. '' kanka üç kilometre ötede bir akarsu var hem arazide kamp yapmamız için müsait'' dedi mustafa. '' e hadi getir de şu suyu bir kendimize gelelim'' şeklinde haklı bir istekte bulundum mustafadan. ama mustafa mustafa olduğu için su aramaya çıkarken sadece bir matara ile çıkmış, dönerken matarayı sonuna kadar doldurmuş ama dayanamayıp doldurduğu suyu da içmiş, dibinde kalan son hazineyi de beni uyandırmakta kullanmış. bunları böyle sıraladıktan sonra, yüzümdeki sikilmiş ifadeyi idrak edip tanrıya öyle bir haykırdı ki mustafa bırakın bizim çocukları tüm moğolistan uykusundan uyandı '' tanrım neden beni böyle yarattın? ''. neyse mustafa kendini bu şekilde üzülerek cezalandırdığı için pek fazla üzerine gitmedik. doğruca su kaynağına yöneldik. mustafa yolu tarif ederken türlü yanlışlar yaptığı için üç kilometrelik yolu tam 12 saatte aldık. kuşkulu gözlerle etrafta akbaba ararken bir anda cennete ulaştık. suyu görünce tüm ekip, çocuklar gibi sevinip kana kana su içtik. o gece de yemek yemeden hemen uyuduk.
    ertesi sabah mustafa beni uyandırmadı. doğrulup kulağımı ağzına doğru yaklaştırdım. nefes aldığına kanaat getirince derin bir oh çektim. ne kadar yavşak olsa da hayatının merkezine iyilik yapmayı monte etmiş bir insandı mustafa. bu yüzden bu sabah ona küçük bir sürpriz yapmak istedim. iki tane uzun sırık bulup yanımda getirdiğim iki adet misinayı bu sırıkların ucuna bağlayıp olta yaptım. mustafanın kalçasını oltalardan biriyle dürterek uyanmasını sağladım. mustafa beni bir güzel azarladı. sonra '' gel hadi balık tutalım'' diyerekten gönlünü aldım. balıkları tuttuk sanmayın oltalar bir boka yaramadı. mustafa sinirlenip oltaları göle attık elimizdeki misinalardan da olduk. 20 gün boyunca sadece yabani otlarla beslendik.
    bir sabah iki omzumdan sarsılarak uyandırıldım. bunlar doğu ve kuzeydi. '' ne var amına koyayım açım zaten ne sallıyorsunuz?'' şeklinde bir serzenişte bulundum. doğu ve kuzey yaklaşık dört saattir uyanıklarmış ve bu süreçte mustafayı görmediklerini söylediler. ardından üçümüzün de ağzından şöyle bir söz çıktı '' tanrım bu çocuğu neden böyle yarattın? ''.
    mustafa ancak 3 gün sonra yanımıza geldi.
    ağlıyordu, her yeri yara bere içindeydi. '' ne oldu mustafa?'' diye sordum hemen.
    '' tanrı'' dedi. '' 3 kilometre öteye bir köy inşa etmiş, halkı beni hiç sevmedi, üç gün boyunca işkence yaptı. ''
    kuzey mustafanın başını iki elinin arasına aldı ve gözlerine bakarak;
    '' üzülme mustafa tanrı isyankarları sevmez gibi durur ama onlara içten içe sempati duyar''
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük