tamamen doğru orantıdır. kale içerisindeki kapladığı yer ile alakalı olarak bu durum kaçınılmaz bir hal alır.
diğer bir olasılık ise defansa koyup top geçer adam geçmez felsefesi güdülebilir.
çocukken sık sık yaşanan durumdur.
bazı embesiller, şişman çocuklara kalenin yarısını kaplıyor, bunu kaleci yapalım tarzı salakça şakalar yapardı.
edit: evet bu şişman kalecilerden biri de bendim. ama, dalga geçenler odun odun yaşarken, ben mahallenin en güzel kızı elifle çıkıyordum. onlar dalga geçmeye devam ederken ben zayıfladım ama ne hikmetse hala şişman diye dalga geçiyordu ibneler. insanın adı çıkmaya dursun. üstünüze yapışıp kalıyor fiziksel özellikleriniz.
varya bazen bu şişmanlar maçlarda acayip teknik goller atıyo uzaktan filan, var yani böyleleri...
koşmaz ama topu çok iyi saklar falansa koyun ileriye çok iyi top tutuyo. ayrıca rakip adamın bizim şişman adama çarptığında duvara çarpmış gibi geri dönmüşlüğü de vardır. *
saatlerce aynanın karşına dikilip hangi profilden daha yakışıklı görüneceğimi anlamaya çalıştığım yıllardı.
henüz çok küçüktüm...
26.03.1994
yıkık salıncağı siper etmiştim kendime. dört taraftan taş yağıyordu, kıstırılmıştım.
nereye gitmişti arkadaşlarım? nerede dava adamları? Hani hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindik?
ne olmuştu ideallerimize?
sapanımda iki mermi kalmıştı. annem geliyordu gözümün önüne...
ne diye döveceklerdi beni, dövülürsem düzen değişecek,
umutsuzluklar umuda, mutsuzluklar mutluluğa mı dönüşecekti?
saplanmıştım çamura.
dört taraftan taş yağıyordu üstüme...
21.02.1994
okula her adımımızı attığımızda, çıkış zilini düşleyerek avutuyorduk minik yüreklerimizi. her akşam olduğu gibi çantamızı eve bırakıp hemen sokaklara koşacağımız anı bekliyorduk.
kışın mahallemizi orta direk ailelerin mütevazı bakışlarından başka ısıtan hiçbir şey yoktu. bizse soğuğa aldırış etmeden sokaklarda büyümeye devam ediyorduk.
şirin bi' mahallemiz vardı. kömür sobalarından çıkan dumanlar mahallemize mistik bir hava katıyordu.
sokağımızın hemen çaprazında da mandalina bahçeli çocuk parkımız vardı. sanki yıllar önce birileri gelip;
'çocuklar ilerde bunları futbol kalesi yapabilir' diyerek muntazam bir şekilde dikmişti o ağaçları. bakkaldan promosyon olarak aldığım futbol topumu kasap şeref abiye imzalatıp, arkadaşlarıma da "doviyardo edüza imzalı" diyordum. aslında o top ne bir futbolcuya imzalatılmıştı, ne de gerçekten doviyardo edüza diye bir futbolcu vardı. anlatış tarzım ve mimiklerimle doviyardo edüza'nın dünyanın en iyi futbolcusu olduğuna inandırıyordum herkesi. haliyle de her maçta söz sahibi oluyordum. yoksa topumu da alır giderdim.
henüz çok huzurluydum...
etine dolgun bi' çocuk sayılırdım. küçükken annem beni beş yaşına kadar emzirmiş, ballı sütle beslemi...
tamam işte fazla kiloları olan bir çocuktum. aşırı kilolarım yüzünden okul takımına seçilememiştim. ben de kendimi mahalle maçlarıyla avutuyordum. mahalle takımına girebilme sebebim de doviyardo edüza idi.
her ne kadar oynamamdan mutlu olmasalar da, bir yandan da doviyardo edüza imzalı topu kaybetmek istemiyorlardı. mahalle maçlarındaki mevkim sağ açıktı. evet oynamasına sağda oynuyordum ama;
10 dakika sonra bufalo yutmuş piton gibi yerlerde nefes nefese dönüyordum. aslına bakarsanız tüm bu işkenceye katlanmamın tek bir sebebi vardı; mahallenin en güzel kızına aşıktım. diğer kız çocuklarının aksine inanılmaz bir futbol hayranıydı.
evleri mandalina bahçeli çocuk parkımızın hemen karşısındaydı. futbol topunun sesini duyar duymaz guguk kuşu gibi cama çıkıveriyordu.
sırf o'nu etkileyebilmek adına iyi bir futbolcu olmaya çalışıyordum.
adı selin idi.
ah selin.
ah selin'im...
hiç hücuma katılmayan sol bekim,
komedi dizilerindeki ansızın yükselen kahkaha efektim,
asla bitmeyecekmiş gibi izlediğim kırmızı noktalı filmim,
ah benim tom ve jerry'deki şişman zenci bileğim;
benim güzeller güzeli bücürüğüm, selinim.
selin çok havalı bir kızdı. simsiyah saçlarıyla asi bir kısrağı anımsatıyordu uzaktan. yüzündeki çiller kainatın güzelliğini haykırıyordu, şirin boku gibi parlayan masmavi gözleri okyanusları kıskandırıyordu.
tüm bu eşsiz güzelliği, avına sinsice yaklaşan sırtlanları, yakışıklı erkekleri de etrafından eksik etmiyordu.
gerçekten de çok yakışıklıydılar. o'nlar ince uzun karizmatik bir yangın söndürme tüpü ise,
ben ancak o'nların yanında bir piknik tüpüydüm.
yine de selin o'nlarla hiçbir şekilde ilgilenmiyordu. aklını yediğim futbolla bozmuştu kafayı. tövbe estağfurullah kimi zaman ben bile o yakışıklı erkeklere karşı niyeti bozmaktan çekiniyorken, selin oralı bile olmuyordu.
çünkü futbol oynayamıyorlardı...
yine dizleri yaralı günlerim rutinliğini izlerken, mahallemizi titreten o heybetli kamyonun sesiyle irkilmiştim.
hemen karşı sokağımızdaki boş evin karşısında durmuştu o kamyon.
yağmurlu bir kış akşamıydı...
kamyonun egzozundan süzülen siyah dumanlar dupduru mahallemizin üstüne bir lanet gibi çöküyordu. içinde tarif edemeyeceğim kötü bir his vardı. belanın kokusunu hissedebiliyordum. hemen o kamyonun arkasındaki gölgeyi farkettim. bu da neydi böyle...
yağmura aldırış etmeden karanlıkta birisi top sektiriyordu. çok yetenekliydi, hayatımda görmediğim akrobatik hareketleri kusursuzca gerçekleştiriyordu. tombiş yanaklarım pencerenin camına yapışmış bir şekilde izliyordum bu çocuğu.
o gece rüyama girmişti o çocuk. bir karabasan gibi üstüme çöküp her şeyimi elimden alıyordu top sektirerek. ter içinde çığlık atarak uyandım. o gece ne yaptıysam uyuyamadım. biliyordum artık;
bir şeyler ters gidecekti.
ertesi sabah o çocuk ve ailesinin, kamyonun yanaştığı o boş eve taşındıklarını öğrendim. çocuğun yüzünü karanlıkta seçememiştim.
paranoyak bir halde etrafımda yetenekli her çocuğu o sanmaya başlıyordum. akşamüstü okuldan çıkar çıkmaz yine her zamanki gibi evde önlüğümü çıkarıp topumu kaptığım gibi mandalina bahçeli parkımıza doğru ilerledim. ama hala karanlığın içinde süzülen o yetenekli gölge aklımdan çıkmak bilmiyordu. bi' yandan yolda topumu sürerken, diğer yandan da akşam gördüğüm figürleri taklit etmeye çalışıyordum.
parka yaklaştıkça top seslerini işitmeye başlamıştım. yine sahayı bizden önce bebeler kapmış olmalıydı. olsun, o'nları kovalamak pek de zor değildi. her adımım beni parka yaklaştırdıkça top sesleri yerini şaşkın çığlıklara bırakıyordu. artık parka tamamen ulaştığımda bi' mandalina ağacının arkasından, yuvası bozulmuş eşek arısı gibi olan biteni izlemeye koyuldum.
gördüklerime inanamıyordum...
duyduğum top sesleri meğersem bizim tayfadan geliyormuş. nasıl olur da bensiz oyuna başlarlardı?
üstelik nasıl olur da doviyardo edüza imzalı topumdan vazgeçebilmişlerdi. o an sinirle gözlerimi kısıp mirkelam deparı atmaya başladım. üzerlerine doğru koşuyordum.
henüz dördüncü adımımda bile yorulmaya başladığımı hissetmiştim. suya batmamak için direnen bir duba gibi sallana sallana koşuyordum üzerlerine. ve bağırdım;
- şerefsizler! neden bensiz başladınız!?
herkes sırtı bana dönük bir çocuğa çevirdi kafasını. çocuk ağır hareketlerle ayağa kalkıp bana döndü. elindeki topu yere bıraktıktan sonra da;
+ sen de kimsin dombilik?
bu o çocuktu! dün karanlıkta yağmura meydan okuyan o yetenekli çocuk... allahım çok da yakışıklıydı üstelik. ayağındaki orjinal adidas'lar, kolundaki o yılların teknoloji harikası dijital saat, kendinden emin bakışlar... her şeyiyle kusursuzdu.
ürkek gözlerle kafamı geriye çevirdiğimde selin'in de pencereye çıktığını görmüştüm. artık ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
- beni almayacak mısınız artık? (yaşlı gözlerimi kaçırıyordum).
* vezir yürü git artık sana ihtiyacımız yok. şiiişko şişşkoo!
- ama benim doviyardo edüza topum var?
kahkaha atarak kendi topunu üstüme fırlattı yakışıklı çocuk.
+ kes artık milleti kandırmayı. öyle bi' futbolcu olmadığını artık biliyorlar. bak benimkine. orjinal 1990 fifa dünya kupası topu.
gerçekten de öyleydi. uzay boşluğunda kaybolmuş şempanzeler gibi karanlığa sürükleniyordum artık. topuklarımı sırtıma vurarak uzaklaşmaya başladım. bir yandan ağlıyor, bir yandan da kirli geçmişimden kaçıyordum. kafamı tekrar geriye çevirdiğimde selin'in gülümseyerek baktığını gördüm. artık o da bana gülüyordu. derken arkadan o sesi işittim;
+ tamam gel lan gel şişko. kaleci ol bari.
evet...
bu ahlaksız teklifi duymamazlıktan gelmeye çalıştım ilk önce. yılların sağ açığını nasıl kalede düşünebilirlerdi ki. ama ayaklarımda güç kalmamıştı artık. kaçamıyordum, bir yandan da selin'in bakışları bir yağmur gibi üzerime yağıyordu. hıçkıra hıçkıra geçtim kaleye. saatlerce benimle alay ettiler. ben ağladıkça abandılar, ben korktukça alay ettiler... sırf o'nlardan daha yavaşım, daha şişkoyum diye beni bir paçavra gibi kullanıp kaleye attılar.
akşam eve vardığımda sabaha kadar ağladım. zaten tombul olan yüzüm ağlamaktan daha da şişmişti artık. aynaya baktığımda gözlerimi hemen hemen göremiyordum. her uykusuz gecede yaptığım gibi düşündüm... düşündükçe üzüldüm, üzüldükçe kinlendim.
bunun hesabını ödetmeliydik. dünyadaki tek şişman çocuk ben olmadığımı biliyordum. kim bilir kaç tombul kardeş daha geceleri benim gibi uykusuz geçiriyor, kim bilir kaç şişman daha aşık olduğu kızın önünde sert şutlarla dövülüyordu. kim bilir kaç şişman çocuk daha ötekileştirilerek vicdansız yüreklerin karanlığına hapsediliyordu.
intikam alınacaktı.
günlerce sokaklarda şişman çocuklar aradım. her gördüğüm şişmanın eline kendi el yazımla hazırladığım bildirgelerimi dağıtıp ulaşamadığım diğer şişmanlara da ulaştırmalarını istedim. mahalle mahalle gezdim, kapı kapı dolaşıp evde herhangi bi' şişman çocuğun yaşayıp yaşamadığını sordum... "yapamazsın vezircan, bu yaptığın imkansız" dediler, tıkadım kulaklarımı. iki günde belki de uğramadık şişman bırakmamıştım şehirde. en sonunda korkarak karşı mahallenin kasabının oğlu muharrem'e uğradım. yine her zaman ki gibi yarım ekmeğini kemiyordu. buraların bilinen en şişman ve güçlü çocuğuydu muharrem. o'nun kas gücüne ihtiyacım olacaktı. ama şişman olduğu kadar da kalın kafalıydı. geçimsiz bir çocuktu, duygu beslemeyen bir yaratıktı muharrem. kimsenin fikrine saygı duymamıştı bugüne kadar.
beni reddeteceğini bildiğim halde yine de gittim kapısına;
- muharrem merhaba.
+ vezircan!? yolun düşer miydi senin buralara puşt?
- sana bahsetmek istediğim bir şey var. aynı yolun yolcusuyuz ne de olsa.
+ siktir git lan işim var.
dinlemedi bile. ben derdimi anlatmaya çalıştıkça beni susturup hakaretler savurdu. pek de hayal kırıklığına uğramadan kendi mahallemize geri döndüm. büyük planımın üstünden son bir kez daha geçtim. gözden hiçbir ayrıntıyı kaçırmamalıydım.
en ufak bir hata telafisi olmayan sonuçlar doğurabilirdi.
ve büyük gün gelmişti;
26.03.1994
soğuk bir akşamüstü... üşümüş güvercinlerin güneşi özleyen mahcup bakışları,
ve intikamı özleyen bir çocuğun içine sığamayan yeminli ateşi.
ne de güzel bir gün intikam için...
nefesim titiriyordu, cesaretim kırılmak üzereyken son bir kez daha gökyüzünü izledim. güneş bile bulutların arkasına saklamıştı bakışlarını... elimdeki su şişesinden bir yudum daha aldım. korkuyordum... ama artık dönmek için çok geçti.
derin bir nefes alıp saatimi kontrol ettim,
artık vakit gelmişti. çocukluğumun toprak kokulu katili, o mandalina bahçeli parkımıza adımımı atmıştım. şerefsizler yine her zamanki yerimizde top oynuyorlardı. hortumu kesilmiş fil gibi gururumu parçalayıp bir kenara fırlatan o acımasız çocuklara seslendim;
- hey siz!
+ (şaşırmış bir şekilde kafalarını bana çevirdiler).
- işte burdayım! gelin bakalım bu şişko çocuk size ne verecek şimdi.
onurlu bir intihar komandosu gibi yapayalnız dikiliyordum karşılarında. on kişi birden üstüme koşmaya başladılar.
hemen arka cebimden çıkardığım, daha önceden arkasına kırmızı ip bağladığım taşı sapanımla gökyüzüne fırlattım. bir yandan bana doğru koşuyorlardı, diğer yandan da şaşkın bir şekilde fırlattığım kırmızı ipli taşa bakarak ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
bu bizim işaretimizdi.
işareti alan çatıdaki keskin nişancı şişkolar sapan atışına başladılar. üstüme doğru çektiğim on kişi artık mandalina ağaçlarının koruması altından çıkmış bir açık hedefti. saniyeler içinde keskin nişancı şişkolarım o'nları etkisiz hale getirmişti. planım kusursuz başlamıştı.
geriye sadece yirmi şerefsiz kalmıştı. ikinci saldırı için elimle talimat vererek saatler önce ağaçların arasında kamufle olan ranger şişkolarıma saldırı emri vermiştim. bir anda ağaçtan atlayıp dövüşmeye başlayan rangerlerım yaklaşık bi' on kişiyi daha etkisiz hale getirmişti. gözlerim artık o yakışıklı piçi arıyordu.
o'nunla hesabımı kendim kesecektim.
zafer kazanmış bir ordunun komutanı edasıyla gözümü yine selin'lerin evine çevirdim. adeta gururla dolmuş gövdem bedenimden taşıyordu. tam bu sırada kulağımın yanından ıslık çalarak geçen taşı hissettim. herbir taraftan üstüme taş yağıyordu.
yere yattım ve ne olup bittiğini anlamak için kafamı kaldırdığımda pusuya düşürüldüğümüzü anladım. ranger şişkolar benden önce şehit düşmüştü. artık anlamıştım bu bir tuzaktı, saldıracağımızı daha önceden biliyorlardı.
şerefsizler en az doksan kişiydiler. arkama baktığımda kaçan birkaç ranger dışında herkes savaşıyordu. başımı yana çevirdiğimde ise bir kahraman gibi savaşan keskin nişancılarımla gururlandım. gözlerim dolmuştu.
direniyorlardı... ama çok fazla zaiyat vermiştik. artık daha fazla dayanamazdık, sayıları yaklaşık bizim üç katımızdı.
kısa bir süre sonra şişmanlar düşecekti.
yıkık salıncağı siper etmiştim kendime. dört taraftan taş yağıyordu, kıstırılmıştım.
nereye gitmişti arkadaşlarım? nerede dava adamları? hani hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindik?
ne olmuştu ideallerimize?
sapanımda iki mermi kalmıştı. annem geliyordu gözümün önüne...
ne diye döveceklerdi beni, dövülürsem düzen değişecek,
umutsuzluklar umuda, mutsuzluklar mutluluğa mı dönüşecekti?
saplanmıştım çamura.
dört taraftan taş yağıyordu üstüme...
saatlerce direniş göstermiştik. artık tek tük sapan sesi geliyordu uzaklardan. şişmanlar düşmüştü, başaramamıştık...
gökyüzü kan kırmızısıydı bu akşamüstü. yalnızca saçlarımı tarayan bir rüzgardı hala yaşadığımı hissettiren. ağır yaralıydım, cebimden selin'e yazdığım tamamlanmamış mektubumu çıkardım. kanla karışan göz yaşlarım ıslatıyordu her bir satırı. gözlerim kararıyordu artık, savaşacak takatim kalmamıştı. zorlanarak siperin arkasına yasladım sırtımı. kulaklarımın arkasında tıslayan taş seslerini önemsemiyordum artık...
başaramamıştık...
ve ayak sesleri duyulmaya başlıyordu yavaş yavaş, yaklaşıyorlardı bana. sapan sesleri tamamen susmuş, acı çığlıklar yükselmiyordu artık...
son bi' güçle gözlerimi açtığımda siperin üstündeki gölgeyi gördüm. dizlerinin üstüne çöküp saçlarımdan tutarak boynumu doğrulttu. açamıyordum gözlerimi, sert bi' tokat atıp kendime getirdi beni. bu o yakışıklı piçti. haklı gururu gözlerinden okunuyordu.
o yakışıklı piç sırıtışını atıyordu yine. kazanmış bir ordunun komutanıydı artık o. ayağa kalkıp adidas ayakkabasıyla gövdemi yana yatırdı. sadece dokunmak yetmişti devrilmem için. arka cebinden çıkardığı taşı hohlayıp sapanına yerleştirdi. lastiği sonuna kadar gerdi, kapamıştım artık gözlerimi... annem geliyordu gözlerimin önüne, selin'le hiç sahip olamayacağımız çocuğumuz gülümsüyordu uzaklardan. kısık bir sesle "yap artık şunu..." dedim.
ve...
tık!
sanırım artık bitmişti. gözlerimi açtığımda beyaz bulutların üzerinde arp çalmayı bekliyordum.
cennette...
tam bu sırada omzumdaki o uhrevi eli hissettim. bu... bu muharrem'di...
karşımda gülümseyerek dikiliyordu. eliyle yaralarımı kontrol edip iyi olup olmadığımı soruyordu. kafamı yana çevirdiğimde o yakışıklı piçin hareketsiz bir şekilde yerde yattığını gördüm.
muharrem elleriyle siperin arkasına talimatlar veriyordu. etrafımızda yüzlerce acımasız şişko vardı. çevre illerden, otobüslerden, her yerden şişkolar akın ediyordu. park adeta bir mahşer alanına dönmüştü. bir kıvılcımla başlattığım isyan artık önlenemez bir yangına dönüşmüştü. savaşı şişkolar kazanmak üzereydi.
ellerini uzatıp beni ayağa kaldırdı muharrem;
- geciktiğimiz için üzgünüm vezir.
gözyaşları içinde sarıldım muharrem'e. hemen yanındaki şişkolara talimat verip beni parkın en yüksek noktası olan kaydırakların balkonuna çıkardı. şişkolar her yerdeydi. bastırılmış nefretlerini bir cani gibi dışa vuruyorlardı artık. acımasızca ellerine geçen tüm şerefsizleri yok ediyorlardı. içleri kin dolu bu barbar şişkolar yakaladıkları esirlere bile son bir şans tanımıyordu.
savaşın geride bıraktığı izleri kaydırağın balkonundan çok daha iyi görebiliyordum. yerde yatan yüzlerce yaralı, devrilmiş onlarca mandalina ağacı, acılar, çığlıklar...
kendi başıma ayakta duramıyordum, iki şişman asker kollarıma girerek ayakta tutabiliyordu beni. yine de son gücümle seslendim balkonun önünde toplanmış şişman halka;
"başardık kardeşlerim! başardık benim tombul yoldaşlarım!"
hep bir ağızdan zafer naraları atıyordu koca kalabalık. başarmıştık...
gözyaşlarım kalabalığın üstüne süzülüyordu. kanlı bir devrim gerçekleştirmiştik.
artık şehirdeki tüm şişkofobikler başka illere sürülmüştü. bu zaferimizi ölümsüzleştirmek adına o parka, "tombul oğlanlar" adını vermiştik.
selin mi?
devrimden kısa bir süre sonra birbirimize kavuştuk. çocukluğumuzdan bu yana da hiç ayrılmadık. yıllar içinde yemek yedire yedire artık sevdiceğimi de tombul bir kız haline getirdim. önümüzdeki ay evliliğimizin birinci yılını kutlayacağız. dünyalar tatlısı şişko bir de bebeğimiz var.