''ve evren'i (göğü) kuvvetimizle kurduk, muhakkak ki onu genişletmekteyiz.''
51 zariyat suresi 47
hayat bir sürekliliktir. evreni sonsuz diye adlandırmak ya da sonlu diye adlandırmak onu daima kısıtlayacaktır çünkü insan zihni -sonsuz- u algılayamaz. en fazla algılayabileceği bir öncekinden daha büyük olan ama sonu olan bir şeydir. varoluş sürekli olmak zorundadır. atomlar hareket etmeli ve evrim devam etmelidir. dolayısıyla varoluş ya da kozmos genişleyecektir.
tanrı, kusursuzun kusursuza evrimidir. çünkü bir sonu ya da bir başı olsaydı onu bir doğru ya da yatay bir boyutta incelememiz gerekirdi. belli bir zaman düzleminde incelenmesi gerekirdi ve o zaman kişi "zaman vardır" diyebilirdi, tabi albert einstein "zamanın göreceliliği" konusuna değinmeseydi... ancak mevcut araştırmalar sizin üzerine oturduğunuz koltuğun dahi orada olmadığını kanıtlayacak düzeyde. kuantum düzeyinde siz aslında bir koltukta değil, koltuk biçimini almış ve çok hızlı hareket eden atomlar düzlemi üzerinde oturuyorsunuz. burhan altıntoptan gelsin 'siz aslında yoğsunuz'. siz bir sürekliliksiniz. aynı bir ateş yanarken alevlerin kaybolup, bir sonraki anda yeniden doğması gibi, her daim yeni ama eskinin sürekliliği şeklinde. her an bir süreklilik içindesiniz, bir önceki andan farklı ve bir sonraki andan habersiz..
evren'in genişlediği ilk kez 1900'lü yıllarda ortaya atılmıştır. 1900'lü yıllardan önce kuran dışında bu iddiayı ortaya koyan tek bir kaynak bile yoktur.. dolayısıyla mevcut kişilerin bu ayete baktığı zaman gördüğü "bilim tanrıyı reddediyor, o halde nasıl olurda kuran bunu bilimden önce bulmuş, demek ki allah var" şeklindedir.
yalnız kaçırılan nokta şudur, bu konu allah var ya da yok tartışması değildir. etimolojik olarak -allah- sözcüğü -el ilah- , olan -ilham veren- anlamındadır. kelimenin yanlış kullanılmasından oluşan hata felsefik olarak insan zihnini böler. kişi sorumluluğu üzerinden atar ve kendisinden ayrı bir -allah- tanımı ortaya koyar. bu durumda kişi ve kişiden bağımsız bir yaratıcı figürü beyne işlenir ve inanç başlar. inanç başladığı anda kişi şüphe duygusunu bastırır çünkü şüphe duymak, egosunun yarattığı ve inandığı fikirlere ters düşecektir. dolayısıyla en büyük inançsızlar aslında en büyük inananlardır. bilen insanın inanmaya ihtiyacı yoktur, çünkü kişi bir şeyi ancak bildiğinde ondan özgürleşir. örneğin; güneşi gördüğünde 'güneş doğmuş inanıyorum' demezsin, basitçe 'güneş doğmuş bunu biliyorum, hep doğuyordu' dersin. artık güneşten bağımsız değilsindir, onu bilerek onunla yaşarsın ve onsuz da yaşayamazsın. gerçek ilim budur. bilen olmaktır, inanan değil.
bu sebeple
nietszche 'tanrı öldü, hepiniz özgürsünüz' derken bunu kastetmektedir.
konuya dönecek olursak ;
eğer söz konusu konuda inançlı kimseler kafalarında yarattığı figüre allah,tanrı, yaradan vb bir isim kullanmadan basitçe -varoluş- deseydi, konudan bağımsız olarak kafalarında 'varoluş var mıdır ?' gibi bir soru olmayacaktı. bu yüzden demek istediğim evet varoluş genişliyor, evrim ilerliyor bunun kuran da yazıyor olması zaten bildiğin bir şey için kanıt olamaz, çünkü kendini bilen ve farkındalık sahibi birisi içsel merkezine ve düşüncelerine dönüp gözlemlediği zaman zaten hayatın yatay zaman boyutundan çıkarak, dikey varoluşsal boyutunu algılar ve bunun sürekli genişleyen, büyüyen, olgunlaşan ve tamamen varoluşla bir bütün halde olduğunu anlayacaktır.
işte muhammed bunu yaptı. kuranı muhammed yazdı ancak muhammed'in egosu yoktu, arzusu ve nefsi yoktu. o varoluşla ahenk içinde içsel titreşimini yakalamıştı, söylediği ya da kuran'da yazan her ayet birer allah kelamıydı, yani ne demek istiyorum allah kelamı derken ? ilham verenin sözleriydi diyorum çünkü ortada bizim bildiğimiz anlamda bir muhammed kalmamıştı.
anlatmaya çalışılan anlaşılmışsa sizi şöyle alalım :
"kim kendini bilirse, rabbini de bilir" hz. muhammed