Sarraf: Ne zaman Süleyman Aslan'ı arasam borçlu çıkıyordum. Bu yüzden Aslan'a daha fazla rüşvet vermemek için Happani'den bir belgeye Photoshop'la imza yerleştirmesini istedim.
anladığım kadarıyla ifadesinde ayakkabı kutusu içerisindeki 4.5 milyon doların "nereden" geldiğine, yani kökünün nerede olduğuna ilişkin en ufak bir beyanda bulunmamış. buna rağmen serbest bırakılması da şu anlama geliyor ki deliller şu veya bu şekilde "karartılmış."
bütün dünyanın bildiği şeyi kimden saklayabilirsiniz ki? bu adamı bu şekilde sokaklara salmak bir kere en başta adamın aleyhine olur. bir gün birileri çıkar, gözünü karartır, bu adamı mermi manyağı yapar. geberir gider. bunu yapmak için binlerce nedeni olan on binlerce insan var bu ülkede.
bütün bu olanlara rağmen ülkede kalabiliyorsa muhtemelen yurt dışı yasağı var. eğer olmasaydı şimdiye çoktan ülkeyi terk etmişti. ha, o yasağı da mutlaka kaldıracaklar, ama ne zaman, onu bilmiyoruz.
adım gibi eminim ayakkabı kutularının yanında bulunan para sayma makineside devletin bankasının demirbaş kayıtlarında mevcuttur. bu kadar halt yiyen bir adam işgüzarlığı da göz ardı etmez. para verip almaz o makinayı
Ülkücü kardeşi Zakir Alkan ile birlikte komünist katiller tarafından şehit edilen ülkücüdür. Mekanı cennet olsun... Zakir alkan ve kendisi hakkında yusuf ziya arpaçık tarafından yazılan yazıyı aşağıda okuyabilirsiniz.
1976 senesinde üniversite tahsili için geldiğim istanbulda, Fatih semtindeki Erzurum Talebe Yurdunda kalırken, Süleyman Aslanla aynı odayı paylaşırdık. Aynı zamanda Edirne-kapı, Çapa ve Atatürk Öğrenci Yurdunda spor dersleri verirken, Süleyman da bu çalışmalarımda yardımcı olurdu. Kendisi uzak doğu döğüş sanatları dalında siyah kuşak sahibiydi.
Bu arada mahallenin çocuklarıyla muazzam bir dostluk kurmuş, okul dışı zamanlarımızı birlikte geçirir olmuştuk. Zakir Alkan bizim karşımızdaki sokakta ailesiyle birlikte oturuyor ve Vatan Lisesinde tahsil görüyordu. Annesi, rahmetli Nermin teyze, Erzurum yemekleri yapar, bir nebze olsun bizi gurbet havasından uzaklaştırırdı. Hele ramazan aylarında bütün komşular bizim için seferber olur, herkes elinden gelen ve gücü yettiği nispette yiyecekler hazırlar ve yurdumuza gönderirlerdi. Bu komşulardan en unutulmaz olanı sokağımızda berberlik yapan Elazığlı Cengiz Usta ise bizlere büyüklük yapar, ufak tefek ihtiyaçlarımızın karşılanmasında çok büyük gayret gösterirdi. Zakirin ağabeyi Nazmi Alkan ise taksicilik yaparak hayatını kazanmasına rağmen, günün büyük bir bölümünde arabasını bize tahsis ederek faaliyetlerimize katkıda bulunuyordu.
Biz de çevremizdeki okul çocuklarına dersler verir, âdeta bir dershane gibi onlara yardımcı olurduk. Günde üç-beş şehit cenazesi kaldırdığımız o ağır savaş ortamında bile, sevgi ve muhabbetimizi onlardan esirgemez, her dertlerine ortak olurduk. Bu arada Süleyman, geceleri Kocamustafapaşada bir fırında çalışıyor, ailesine yük olmadan tahsil hayatını devam ettiriyordu.
Ülkemizin bu karanlık, kapkaranlık ortamında, ihanet odaklarına karşı verdiğimiz mücadele, aşırı bir yoğunluk kazanmış, morglar ve hapishaneler, bizlerin mecburi durakları olmuştu.
Sağmalcılar Cezaevi Kavurucu bir sıcak Günlerden Çarşamba, görüş günü ve adım anons edilmeye başladı. Görüşme kabinine gittiğimde Süleyman, Zakir, Orhan Ulusoy ve bir kaç arkadaşı beni beklerken buldum. Heyecanlı ve hararetli bir selâmlaşmadan sonra, Zakir başladı anlatmaya, ailesi onu Erzurum Lisesine naklettirmiş, o da tatil için geldiği istanbulda hemen cezaevine bizleri ziyarete koşmuştu.
Bana selam gönderenlerin tek tek adlarını sayıyor, el-kol hareketleriyle bağırarak konuşuyor, herkesin sesi birbirine karışıyordu. Bu arada Süleyman tebessümle bakarken lafa girdi, bir hafta önce Aksarayda saldırıya uğramış ve kalbine yakın bir mesafeden bıçak darbesi almıştı. Bir taraftan kazağını yukarıya sıyırarak yarasını bana gösteriyordu. Benim mahzunlandığımı görünce de teselli vermeye çalıştı:
-Aldırma hoca, bu can o kadar tatlı değil
Evet çok doğru söylüyordu Süleyman, bizlerin canı, ülkemiz kadar, ülkümüz kadar tatlı değildi.
Nihayet Yırtıcı bir zil yirmi dakikalık görüşmenin bittiğini haber veriyordu. Ayrılık çok zor oldu. Önce onlar geri geri giderek gözden kayboldular. Bende koğuşun yolunu tuttum. Hapishane maltasında yürürken bir yandan az önceki görüşmeyi kafamda tekrar yaşıyordum. Süleymanın en sert cisimleri bile eritecek kudrette olan keskin bakışları önümde büyüyor, büyüyor cazaevinin her yanını, istanbul semalarını ve hatta bütün arşı kaplıyordu. Onun hüzün dolu gözleri, gördüğüm her eşyada vücut buluyordu âdeta.
Bu görüşmeden iki gün sonra
Sabah erkenden kalkıp bahçeye çıkmıştım. Güneş henüz yüksek duvarları aşıp bizlere ulaşamamıştı. Bahattin Dursun isimli arkadaşımız kapı mazgalından uzatılan gazeteleri alarak bahçedeki büyük masanın üzerine koydu. Akşam elektrikler kesik olduğundan haberleri dinleyememiştik. Bu sebepten he-men masanın başına toplandık. Gazetenin ilk sayfasına baktığımda âdeta bir alev topunun içine düştüm. Gözlerim karardı. Yıkıldım. Kanlar içerisinde iki civan iki şehit iki can
Sanki iki önemli uzvum bedenimi terketmiş, diğerleri de ayrılmak için sıra bekliyorlardı. Ruh dünyamda yeni bir deprem daha yaşıyordum. Ya Rabbim, bu kaçıncı sarsıntı!..
Gazete elimde, donup kaldım Takvimler Cuma günü, 9 Haziranı gösterirken zaman bir kez daha durmuştu. Görüşmemizden sadece iki gün sonra o kalleş pusu, Vatan Caddesinde onlar için kuruluyordu.
Kulaklarım uğulduyor Nefes alamıyorum Sanki beynim delinmiş, sızan kanlar kulaklarımdan akarken boynumdan göğsüme doğru bir ılıklık hissediyorum. Kalp ve diğer organlarım hayati vazifelerine son veriyorlar. Bir arkadaşım kolumdan sıkıca tutup sarsıyor:
-Merak etme, intikamımız çok daha acı olacak
Ben onu duymuyorum bile. Yüz kişi ölse ne olur diyorum sessizce.
Aynı dakikalarda uyduruk bir bahane bulan komünist unsurlar koğuşumuza yönelik bir saldırı başlattılar. Anlaşılan bizim yasımıza bile tahammül edemiyorlardı. Hapishane kanlı bir tarlaya dönmüştü.
Dışarıda bu saldıraya cevap veren ve zulmü payidar etmemek için kellesini ortaya koyanlar, olağanüstü bir gayret göstermişler ama acımız ebedi yüreğimizde kalmıştır. Her türlü faaliyete rağmen bu çabalar, bir Zakirin, bir Süleymanın acısını dindirmeye yetmedi, yüreğimiz onlar için hep kanadı, hep yandı