küçükken boğulacak gibi oldumdu. yüzme bilmeyen çocuğu, ki bu benim, 3 metre derinlikteki havuza attılardı. o anlarda böle kendimi uzaktan gördüm lan. hakikaten bak suyun içinde debelenişimi, büyük bi abinin gelip kafamdan tutup dışarı çıkardığını filan third person cam açısından izledim. sonra gözümü açtığımda başımda bi sürü insan vardı. sanırım ölürken böle oluyor. kendini bi son kez görüyosun oyunun kenarından...
Çok küçükken mahallede bir cinayet işlendi. Kocasının sevgilisinin en yakın komşusu olduğunu öğrenen kadın, baskına gidiyor. Sevgilisi olan kadın adamın karısını içeri alıyor ve kavga başlıyor. Daha sonra adamın sevgilisi kadını bıçaklıyor. Kadını parçalara ayırıyor ve her parçasını da bir çöplüğe atıyor. Olay, başka bir mahallede top oynayan 9-10 yaşlarında bir kız çocuğunun topunu çöp kutusuna düşürmesi ve kadının kesik başını görmesiyle açığa çıkıyor. Annem de bana haberi böyle verdi. Küçük bi kız bulmuş kadının başını diye. Ben de merak ettim ama kızın kim olduğunu öğrenemedim. Aradan yıllar geçti. Üniversitedeyim. Yurtta kalıyorum. Yan odada bizden 1-2 yaş büyük bir ablamız var. Evli, çoluk çocuk sahibi ama öğretmenliği kazanınca üniversiteye gitme kararı almış. Laf lafı açtı. Sonra hemşehri olduğumuz ortaya çıktı. Akşam patates yemeği yapalım beraber yiyelim dedim. Ben patates yiyemem dedi. Neden dedim. Küçükken kötü bir olay yaşadım. Eve geldiğimde annem patates yemeği yapmıştı. O günden beri ağzıma sürmem dedi. Ne oldu dedim. Cinayet, top, kafa.... Sonra öğrendim ki, o küçük kız benim ablammış. Çok şaşırmıştım. Merakımın yanıtını yıllar sonra almış oldum.
17 yaşında üniversiteye hazırlanan doğaüstü hiçbir şeye inanmayan hatta hafif ti ye alan bir gençtim. sınava on gün kala gittiğim dersane tarafından düzenlenen bir kampa iştirak ettim. kampın 4. günüydü sanırım o sıralar basında da çok gündemde olan bir hipnozcunun; kendisi tıp eğitimi almış bir doktordur; yurdumuzu ziyaret edeceği ve motivasyon ve irade konulu bir konuşma yapacağını öğrendik. tabii anında geyiği başladı yurtta. dershane arkadaşlarımdan bir genç, ablasınında bu tür konulara ilgisi olduğunu ve kendisini hipnoz ettiğini, nasıl yapıldığını bildiğini iddia etti. doğal olarakta tarafımdan makaraya alındı. fazla ileriye gitmiş olacağım ki, eşzamanlı bir hipnoz teklifi ile karşı karşıya buldum kendimi. arkadaşların da sıkıntılı 4 günün ardından biraz eğlenceye ihtiyacı olduğunu düşünerek kabul ettim. yere yüz üstü uzanmam istendi, takiben dışarısını silik bir şekilde görebildiğim bir çarşaf örtüldü üzerime, ismi lazım değil, arkadaş başladı telkinlerine; en çok olmak istediğim yeri sordu bana. ben de dalgaların sesi ile başbaşa kalabileceğim bir sahil olduğunu söyledim. şimdi kumları sapsarı, alabildiğine uzanan ve dalgaların ayaklarına vurduğu bir sahilde olduğunu düşün ve gözünde canlandırmaya çalış dedi. tabii çocukluğumdan bu yana hayal kurmaya yatkın olmam ve hatta hayalini kurduğum mekanların kokusunu dahi alabilen bir insan olarak fazla uğraşa gerek duymadan kendimi bir sahilde buldum. yavaş yavaş üzerimdeki örtüyü falan unutmaya başlamıştım bile. arkadaş beni o sahilde alabildiğine koşturduktan sonra, sahile sırtımı dönmemi ve önümde yükselen bir tepe olduğunu hayal etmemi istedi ve o tepeden hızlı adımlarla çıkmamı. yaptım tepenin üst kısmına ulaştığımda mavi bir gökyüzü ve saçlarımı yalayan rüzgarı hayal ediyordum, yani bana söylenene eklemeler yapıyordu beynim. durum hoşuma gitmiş olsa gerek kendimi çok rahatlamış hissettim. takiben arkadaşımın sesi uzaklardan havanın karardığını ve bir ormanın girişinde olduğumu söyledi. aniden bulunduğum mavi ve ferah tepe karardı ve ürpertici bir ormana dönüştü, içimin titrediğini ve saçlarımın nemlendiğini hissettim. ormana girmem gerektiğini söylüyordu ama ben korkuyordum. bilmediğim bir şeyin içimi ürperten varlığıydı zihnime dolan. arkadaşım ormana girip girmediğimi sordu. girmek istemediğimi söyledim; sonradan öğrendim, sesim ağlamaklıymış ve gerçekten titriyormuşum; arkadaş neden diye sordu. üşüdüğümü söyleyebildim, aslında o an tam giriş kapısındaydım, bir yandan pek inandırıcı gelmesede yurtta bir odada olduğumu düşünmeye çalışıyor, bir yandan da önümde hışımla dallarını bana doğru rüzgarın savurduğu karanlık ağaçlara bakıyordum. arkadaşım ormana girmem gerektiğini, ormanın içinde bir kulübe olduğunu ve orada dinlenebileceğimi söyledi. bende istemeye istemeye ileri doğru birkaç adım atmak zorunda kaldım, ayaklarımın altında ıslak çimenlerin ezilirken çıkardığı sesleri duyabiliyordum. arkadaşım önüme bir patika çıkıp çıkmadığını sordu. sormasıyla birlikte ağaçlar önümde sağa ve sola açılarak kara bir patikayı meydana getirdiler. yürümemi istedi, yürürken bir anda yanağıma çarpan bir dalı ve kan kokusunu aldım. söylemek istedim ama birşey engelledi beni. fazla sürmedi ki önüme bir kulube çıkmış olması gerektiğini söyleyen bir ses duydum, artık sese pek anlam veremez olmuştum, sadece engelenemez bir cevap verme arzusu hissediyordum. kulubeyi gördüğümü söyledim. pencerelerini, bahçesindeki çiçekleri, kapısının yeşil saplı tokmağını anlattı ses. oysa ben sadece kapısız, penceresiz, kapkara, tahtadan oyulmuş gibi bir şey görüordum, adına kulube diyebilmek mümkün değildi. gördüklerimi anlatabildiğim kadar anlattım. bana dümdüz ilerlememi kapının tam karşımda olduğunu söyledi. hala bir şey göremediğimi söyledim. elimi tahta duvarlara doğru uzatmamı söyledi ses. söyleneni yaptım ve kapı önümde açılıverdi. kapının açıldığını söyledim. gördüklerimi tarif etmemi söyledi ses. şaşırarak içeriye bakıyordum, korktuğum gibi değildi. hafif loş bir aydınlık ve sade tahta eşyalar gözüme çarptı, ayrıca sönmek üzere olan bir şömine, garip bir şekilde de çekici bir sıcaklık, anlattım. sandalyeye ateşin karşısına oturmamı söyledi ses. dediğini yaptım. bir süre anlamsız bir ses yumağı gözlerimi ve kulaklarımı kurcaladı, oysa ben hiçbirini önemsemiyor, ateşin kızıllığına hayran hayran bakıyordum, sanki ben oturunca güçlenmişti. bir süre sonra arkamda bir yatak olduğunu ve ona uzanıp rahatlamam gerektiğini söyledi ses. sandalyeden kalktım, yatağa doğru yürüdüm ama umduğumu bulamadım. yatağa uzanamıyacağımı söyledim. neden diye sordu ses. çünki dedim yatakta hiçbir şey yok, eski demir bir somya önümde sopsoğuk duruyordu. orada bir yatak olduğunu ve uzanmam gerektiğini söyledi ses. istemeye istemeye, soguk ve rahatsız edici demir yatağa uzandım. sonrası tam bir sessizlik; o sırada bana rahatlayıp rahatlamadığım soruluyor ve cevap alınamıyormuş; tavana takıldı gözüm, tavanda tahtalar arasından ürpertici bir şekilde gözlerimin içine içine uzanan siyah bir kablo sarkıyordu. istemsiz bir şekilde bakıyor ve gözlerimi ayırmaya çalışıyordum. üstüme üstüme gelen o kara kablonun bir anda üzerime atıldığını farkettim. bağırmak istedim ama sesim çıkmadı. sağ elime ve gırtlağıma yapıştı. gözlerime doğru kara bir boşluk akıyordu adeta. hiçbir şey yapamıyor, düşünemiyordum. o ana kadar yaşadığım en saf korku ile yüzyüzeydim. anlamsız ve tanımlanamaz bir kötülüğün ellerinde yokolmak üzereydim; o esnada arkadaşlarım çaresiz bir şekilde, kilitlenen sıkılı yumruğumu, moraran yüzümü ve kapalı gözlerimden göğsüme boşalan gözyaşlarımı korku ve panik içinde izlemektelermiş; baya bir çırpındıktan sonra, alnıma değen çarşafı hissettim ve son bir gayretle ümitlendiren dokunuşa doğru attım kendimi. gözlerimi açtığımda bitkinliğimin ve korkumun dağınık kabusu altından gözlerime şaşkın bir korku ile bakan arkadaşlarımı gördüm. konuşmak istedim ama dudaklarım sadece titredi. bu beleye dolaylıda olsa sebeb olan arkadaşım ağlayarak sarıldı bana. deli gibi iyi olup olmadığımı soruyordu. söylemek istiyordum ama söyleyemiyordum, düşündüren herşey tekrar ona açılacak diye korkup, herşeyi unutmak istiyordu bir yanım, bir yanımsa duraksız anlatmak herşeyi. bir süre sonra kendime geldim biraz. tabii bu arada öğretmenlerimizde duymuştu olayı. olayı ilk öğrenen beni başarılı bulan türkçe öğretmenimdi. ne olduğunu sordu bana. bilmiyorum ama iyiyim şimdi diyebildim. arkadaşım dışarıda konuşabilirmiyiz diyerek öğretmenimizle çıktı. bir süre sonra öğretmenim tekrar geldi ve lavaboya gitmeme gerektiğini, kendisininde geleceğini söyledi. lavaboya gittik. yüzümü yıkadım, yüzüme bakmaya korkarak. içimden bir ses onun gözlerimin içinde gizlenmiş olabileceğini söylüyordu. lavabodan çıktığımızda, konuşmayı yapacak olan doktorun geldiğini öğrendi öğretmenim ve gel benimle dedi. doktora bildiği kadarıyla olayı anlattı. doktor, çok kötü ve tehlikeli bir girişime kurban gitmekten son anda kurtulduğumu ve ne yaparsam yapayım gördüğüm şeyleri asla düşünmememi söyledi. konuştuk farkında olmadan bir telkine maruz kaldım ve gariptir ki rahatladım. konuşmayı takiben, arkadaşlarımla o zamanlar en çok sevdiğim kaset olan mıcheal jackson un bad albümünü dinledim. tekrar mutluydum. yatma saati geldi. zaten çok yorulmuştum. yatakhaneye döndük. gayet huzurlu bir şekilde, geniş yatakhanenin kapıya en yakın olan girişindeki üst ranzama çıktım ve uyumaya hazırlandım. tam o anda tavandaki siyah kabloyu farkettim ve takılı kaldı zaman ve bedenim. korkunun kollarına düşmek üzereydim ki, bedenimi sarsan arkadaşımın elleri ve sesi daldığım derin boşluktan çekip aldı beni. tabii anında o gece eve döndüm. hala çok anlam veremiyorum. aşırı hayal gücü mü dersiniz, karabasan mı dersiniz adını ben koyamadım.
öncelikle şunu belirtiyim doğa üstü olaylardan-yada adı her neyse- etkilenen arkadaşlar okumasın.
bundan 12 yıl önce başıma geldi bu olay. sivas'ın bir ilçesindeydim. her çocuk gibi bende sokaklarda arkadaşlarla oyun oynar, 10 yaşında yapılabilecek fırlamalıkları yapardım.
sıcak bir yaz günü "cin fikirli" arkadaşın aklına bir fikir geldi. yemen 1 sokak arkamızda ki yatır ın oraya gidecek, çubuklarla toprağı kazacaktık.(altın vardı sözde orda)
neyse gittik mezarın yanına. kim başlayacak derken 2 tanesi demir çubukları sokup başladılar eşelemeye. fakat benim için çok daraldı. engellemeye çalıştım bunu yapanları. biraz itişip kaktıktan sonra birisi kafama çubukla vurdu. hafiften kanamaya başladı. kanı görünce korkup kaçtılar.
neyse bende ağladım, bildiğim dua yı okuyup affetmesini istedim bizi. çok üzülmüştüm rahatsız ettik diye.
derken akşam oldu. yattım yatağa fakat uyuyamıyorum. hala aklımda. üzülüyorum rahatsız ettik diye. sonra yarı uyur-uyanık vaziyetteyken serin bir rüzgar hissettim. hani nur yüzlü derler ya. aynen öyle.gördüğüm en güzel yüz belki. üzülmemi söyledi bana. rahatsız olmadığını söyledi. yalnız büyüyünce namazları aksatmamı söyledi. güzel kokulu bir tesbih verip gitti.
belki de en güzel uykumu uyudum o gün. diyebilirsin ki hayal gördün bilinç altındaydı. ama tesbihi nasıl açıklayacaksın. ve hala çok güzel kokuyor.
17 ağustos depreminden bir sene önce bir rüya gördüm, rüyamda kuşadasına tatile gitmiştik (her iki-üç senede bir gideriz) ve rüyamda iskeleye yüzmeye gittiğimde orada ambulansların, polis arabalarının,itfayiye arabalarının, cesetlerin olduğunu gördüm, deniz kirliydi... heryerde bir kaos vardı, korku dolu yüzler.. daha sonra çok korkup anneannemi ziyarete gitmek istedim, ona birşey oldu mu diye ve yolda yürürken yanımdan ölmüş çocuk ruhları geçiyordu... sonra kendimi bir anda anneannemin istanbul'daki evinin civarında buldum, orda güneş vardı, herşey yolundaydı... anneannemin evine girdim, mutfaktaydı, hiç bir şeyden haberi yok, gayet mutlu görünüyordu...
daha sonra uyandım...
bir sene sonra kuşadasına tatile gittik ve annem anneannemi de davet etti o da ilk defa bizimle geldi kuşadasına...
ben denize girerken korkuyordum açıkçası... özellikle derinlere yüzmüyordum çünkü aklımda bir sene önceki rüyam vardı... belki de o rüya öleceğimi işaret etti diye düşündüm... tatilin ikinci günü annem uyandırdı beni büyük bir panikle, istanbul'da deprem olmuş dedi ve ölen sayısı oldukça yüksek... ozaman anladım rüyamın hangi anlama geldiğini ve tıpkı rüyamdaki gibi anneannem bu depremi hissetmedi çünkü bizimleydi... bu büyük bir tesadüfi rüya da olabilir, bir haber de biliyorum....
sene 1999. yine başımda bir bela var deli gibi aşığım. karşılıksız falan değil nerdeyse hergün görüşüp koklaşıp aşkın tadını çıkarıyoruz. ama bir dakika görüşmesek kafayı yiyyorum o derece aşığım. derken o lanetli gün sevgiliyle görüşmemiz birazcık ertelendi.
ben de yalnızlıktan şehirde başı boş dolanırken bir grup arkadaşa denk geldim. ne yapalım abi derken? hadi şuraya gidelim içelim falan denildi. dar bir sokaktan geçip gayet eski bir bınadan içeri sıvıştık. 2. kata çıktık, kapıyı çaldık 45-50 yaşlarında bir adam kapıyı açtı. içeri geçtim bir adam otuyor masada. nerden tanıyorum bu adamı derken hatırladım. bir alt sokakta kokoreç satan dayı bu. tuhaf bir olay örgüsü içerisinde olduğumu o an anladım. ulan ne işim var burda ben gayet kendi halinde olan bir çocuğum o yıllarda ideallerle dolu sikindirik bir dünyanın içinde aşk, sevgi, şiir, devrim inancı falan. neyse derken masada oturan kokoreççi abinin hayvan gibi içtiğini farkettim. abi adam efesi açıyor kafaya bir dikiyor şişe sıfır. oda da ağır bir nem kokusu her tarafta bir ıslaklık ve sigara kokusu öf... elimi nereye atsam elim yapış yapış oluyor resmen. baktım arkadaşlarda biraları açtılar. bana da uzattılar. açtım bir tane içtim. amına koyayım ortam sessiz kimse konuşmuyor. dayı resmen tribe girmiş belki bizim orda olduğumuzun bile farkında değil. başını hafiften önüne eğmiş bize bakmadan öylece duruyor. sadece birayı dikince başını kaldırıyor ve tekrar aşağı doğru sarkıyor. öteki amca diğer köşeye geçmiş, arkadaşlar ise kendi halinde içiyolar. ben ikinci birayı açtım içtikçe içesim geliyorum. tuhaf bir şey var, iyi ve çirkin olan her şey sanki birbiriyle yarışıyor. sessizlik bir garip. insanlar var etrafında ama herkes kendi dünyasına dalmış. kimsden çıt çıkmıyor. ben 18 yaşındayım ama yanıbaşımda 45 belki de ellisine varmış bir adam bütün bir ölü sessizliğiye içtikçe içiyor. işin kötüsü kimse yokmuş gibi davranıyor. baktım her kes bu moda geçti. ulan elimi uzatsam sanki herkes saydamlaşacak. elim duvardan geçecek hiç bir şeye dokunamıyorum. arkadaşlarla konuşmak istiyorum ama ağzımı açamıyorum. ses boğazımda yumrulaşıp akciğerimde patlıyor ve kendi fırtınasında boğulup gidiyor. neyse bir ara en uzaktaki dayı yerinden kalktı kapıyı açtı ve çıkıp gitti. yarım saat sonra geldi eli iki boşet dolu bira. ortaya attı ve çekip köşesine gitti. sikeyim hiç bir şeyi idrak edemiyorum. bunlar kim? bu biralar nerden geliyor? neden bira almaya giderken para istemedi? neden sadece kendisine alıp dönmedi? derken yeni gelen biralardan bir tande daha açtım. kafa iyice gitti. sigara sütüne sigara içiyorum. ama artık uçmuş durumdayım. başım iyice döndü. artık monolog halindeyim heh iyice kafayı sıyırdım. içtikçe içiyorum.
derken ben kalkıyorum dedim, bakıyorum sağımda ahmet, solumda gökmen hiç oralı bile olmadılar. öteki dayılar zaten ruhlar aleminden. sallanarak kapıya doğru yöneldim. kapıyı açtım apartman boşluğuna çıktım, merdivenlerden tabutta taşınan bir cenaze kıvamında iniyorum. sanki birileri her tarfımdan tutmuş, ben ölüyüm aslında. kendimi sokağa attım. güneş henüz batmamış. şaşırıyorum. kendi kendime "saat gece 12 olmalıydı" diyorum. hızla bir çeşme arıyorum. derken civardaki en yakın camiye gidiyorum. şadırvana dalıyorum resmen. caminin hemen arkasında sürekli sevdicekle gelip otrduğumuz caminin ruhuna tezat bir yer var oraya geçiyorum. tam oturacakken birden kusuyorum. belki yirmi bira içmişimdir. ve sanki kırk bira kusuyorum. bir yerden ayak sesleri geliyor. gözlerimi açıyorum...ortam sessiz. ama güneş yok. karanlık çökmüş. saat geç olmuştur. saate bakmıyorum ama başım hala boşluğa fırlatılmış bir gülle gibi dönüp duruyor. birden! aklıma geliyor. sevgiliyle görüşecektim. kalkmak istiyorum sendeleyip kıç üstü tekrar yığılıyorum yere. bir kaç deneme ve nihayet. dakikalarca yürüyorum. artık dermenım yok ve otuyorum. başımı dizlerimin arasına almış ben nerdeyim diye düşünüyorum. sonra dizime dayayıp başımı sağa kalabalığa doğru kısık gözlerle bakarken bir silüetin karanlığın iç silüetini yırtarak bana doğru geldiğini farkediyorum. petrol mavisi hırka belirginleşiyor önce. sonra saçlar sonra dünyanın en güzel gözleri. anlıyorum bana doğru gelen kadınım olmalı bu. silüet yaklaştıkça iyice netleşiyor. ses bile netleşiyor ve derken sadece diz kapaklarına kadar görebiliyorum. ayakta durmuş kahverengi ayakkabılar, mavi pantolon. evet bu ayakkabıları da tanıyorum. birden eğiliyor. parmakarını saçlarımın arasına sokup gezdiriyor ve dünyanın en güzel sesiyle bir şeyler soruyor. koluma giriyor. sıkıştım diyebiliyorum. evet o an farkediyorum penisim resmen yırtılacak gibi. testislerim yerinden fırlamek üzre. hiç farketmemişim. işedim işeyeceğim resmen. saat iyice ilerlemiş. bir kaç umumi tuvalet yok sonuç çıkmıyor. olamaz diyorum!! düşünebiliyorum, anlayabiliyorum ama saniyelik hemen geçiyor. sonra tekrar apayrı bir dünyaya geçiyorum. epey bir dolanıyoruz bunu hissediyorum. sonra tarihi bir yerden içeri giriyoruz. hamam gibi osmanlı mimarisi. oval bir penceresi var o pencereden içeri giriyoruz. ben önden giriyorum kadınım arkamdan. pencere bizi bir avluya çıkarıyor. birden bir adam beliriveriyor. sevgili soruyor tuvalet yok mu? adam tuvaletler kapalı diyor. sağa sola bakınıyorum. bu mekanı bir bir yerden bildiğimi düşünüyorum. sağda solda sedirler, kocaman çınar ağaçları, masalar sandalyeler. biraz daha bakınıyorum burası gündüzleri çok yoğun olan tarihi bir oturma mekanı. konuşmalar devam ederken silik bir ses küçük mü? büyük mü? diye soruyor. bana yöneliyor soru. küçük mü? büyük mü? eşekleşiyorum. adamın yüzüne bakıyorum ne diyor, ne soruyor anlam veremiyorum. defalarca tekrarlıyor. yok, idrak edemiyorum. kafa durmuş resmen. küçük mü? büyük mü? kendi kendime ne soruyorsun amına koyayım diyorum. her şey kocaman her şey çok büyük. büyük diyesim geliyor. birden o mucizevi ses giriyor araya ve beni kurtarıyor. "küçük" diyor. sanki yaşamın şifresi bulunmuş gibi. adam karanlığı ve çınarı gösteriyor. koluma giriyor kadın beni karanlığa doğru sürüklüyor çınarın arkasına geçiyoruz eğiliyor kemerimi açıyor hadi diyor. işemem gerekiyor. elimi uzatıp penisimi tutuyorum ve birden boşalıyor. dakikalarca işiyorum öyle ki bir süre sonra çınara yaslanıp işiyorum. iris kocamanlaşmış olamalı ki karanlıkta sağı solu farkediyorum. evet burası tahmin ettiğim yer. gündüzleri 100-200 kişiyi ağırlayan o şehrin o meşhur tarihi çay bahçesi. ve şu an onun tam ortasına işiyorum. yerde bir dere yatağı oluşuyor resmen.
dehşet rahatlıyorum. dışarı çıkıyoruz hala başım dönüyor. bir yerlerde oturuyoruz. eve gitmek zorundayız saat çok geç. beni arabayı bindiriyor sevgili. kendimi yatağa atıyorum. başım çatlayacak gibi....
ertesi gün uyanıyorum. düşünüyorum ve üstünü örtüyorum. mekanlar, insanlar vs. neydi öyle.
yağmurlu bir gece yarısı kayan otobüs, uçmak gecenin bir vakti, kararını uygulamanın verdiği rehavet ve taze bir kokuyla dönüş yolunda iyi ki yaptım gülücüğüyle uyuyakalmak. teşekkürler.
Yaz aylarıydı gece saat 3 civarları playchess te satranç oynuyorum önüme geleni yeniyorum o derece dikkatliyim yani. Yaklaşık 10 saniyelik mesafe olan diğer odada kardeşim yatıyor. Harıl harıl hamle yaparken (bir dakikalık bullet)birden çat kapı açılıp 20 25 cm aralanıyor. Kapıda beyaz gömlekli siyah pantolonu olan ama yüzü karanlık dolayısıyla seçilemeyen bi şahıs bana bakiyor yaslanmiş. Sadece vücudunun bi kısmını görebiliyorum. Tabi o an beynim hemen tarama-tanılama-eşleştirme yapiyor işlem çıktısı -kardeşin lan bu yine duvara işicek tuvaleti bulamadı diyor. Tabi bunun dışındaki ihtimaller bütün boşaltım sistemimin istem dışı çalışmasına neden olacağından direkman ilk ve mantıklı ihtimali devreye sokuyorum ve -olum burası tuvalet değil git tuvalete işe diyorum. Sonra o görüntü geri dönüyor ben de hemen arkasından (3 saniye dahi yok onun gitmesiyle benim arkasından gitmem arasında) ortalığa işemesin yine diye çıkıyorum. Bakiyorum kimse yok hemen kardeşin odasına koşuyorum herif sere serpe yatıyor. Ohh lan diyorum ya ilk gördüğümde kardeşim sanmasaydim.
Kimi ruhsal hastalıklarda kişinin hikayesinde ruhun bedenden ayrılması deneyimi de vardır. Babamin ölümünden beridir yaşadığım gece uyurken zannedersem rem uykusunda oluyor ya da uykuyla uyanıklık arasında bedenin kitlenmesi ve üzere ağırlık çökmesi durumunun en pis tırstıran noktasını yaşamışlığım oldu. Kyk nin o lüks ötesi yataklarının yere yakın olanında (hiç ikinci ranzaya yatamadım düşerim diye niyeyse) yine gece saat 4 civarları uyurken eski radyolarda olan a acaip a.m dalgaları gibi garip sesler kulağıma geliyor. Yine o lanet şey geliyor diyorum. Odada olduğumun farkındayım. Yine tepeme çöküyor ağırlık ve bu sefer güçlü geliyor normal şartlarda ağırlıkla birlikte radyo dalgalarına benzer sesler gelir bi süre sonra giderdi ancak bu sefer vücudumun hareket ettiğini hissediyorum önce ayaklarım havaya kalkıyor ve sanki havalanıyorum ayaklarım göğsüme kadar yatakla olan samimi ilişkisini kesiyor sonra da kafam havaya kalkıyor en son tam kalbimin olduğu yer havalanıyor o an dayanılmaz bir acı hissediyorum bu sefer beni dehşet bi korku sarıyor gözümü açınca azraili göreceğimi düşünüyorum bağırıyorum ancak kim duyuyor bilmiyorum ölümü o kadar yakın hiç hissetmemiştim. Bildiğim bütün duaları okuyorum annemi düşünüyorum kafamdan binlerce şey geçiyor o anda, tabi bu arada havalanmaya devam ediyorum gözümü açamiyorum ama ikinci ranzaya kadar geldiğimi hissediyorum en son Allah diye bağırdığımda birden kendimi aşağı ranzada buluyorum. Son bir çırpınışla gerçek dünyaya dönüp hemen lavaboya koşup yüzümü yıkıyorum sap sari kesilmiş bi surat. Çok fenaydı.
sene çok eski 20 sene kadar önce...
ablamla aynı odada yatıyoruz. rüya mı gerçek mi tam olarak hala hatırlayamadığım hadise. birileri girdi odaya, ellerinde sedye gibi birşey, bindirdiler ona, nereye götürdüklerini sordum, biraz hasta, iyileştirip getireceğiz dediler ve gittiler.
ondan sonra camdan baktım, bahçenin ortasında yatırmışlar ablamı sedyeyle, çevresinde bir sürü insan konuşuyor, acayip korktum ama birşey yapamıyordum. sonra uyanmışım.
sabah kahvaltı ediyoruz ailece. ablam bir rüya gördüğünü, birilerinin sedyeyle bahçeye taşıdığını ve hararetli tartışmalar yapıp, kavga edip eve geri getirdiklerini söyledi. ben de aynen şoktaydım bunun üzerine. ablama da söylemek istemedim tırsmasın diye. hala söyleyemedim, itiraf ediyorum.
geçenlerde yine sevişiyorum, bir ses bana "geeel gel!" dedi. Ses tanıdık gibi ama değil de gibi. Anlayacağınız çok süpersonik ve fantastik bir durumla karşı karşıyaydım. "Anlamadım?" dedim yalan söyleyerek. "Hadi gel artık ama ya çok yordun beni Görk!" dedi. Meğersem bana seslenen seviştiğim kız imiş. Nasıl süper güçlerin etkisine girmişsem transa girmiş, seriye bağlamış halde yapıyormuşum o işi. Kızın sesi falan gitmiş, yıpranmış kızcağız. Üzüldüm, acıdım kıza.
Sonra "kaaaalk kaalk" diye bi ses duydum. Bu ses de çok tanıdıktı. "Kalk bey geldik!" dedi hanım. Meğersem ben uyuyup kalmışım, hanım da kendi işini kendi halledivermiş üstümde. "Uyandırsaydın ya keşke!" dedim. "Çok tatlı uyuyordun, kıyamadım uyandırmaya..." dedi tatlı tatlı yüzüme sevecen bir iğrenme bakışı atarak ağzımın kenarından akmış salyayı sıyırırken. "Hatun canını seninh..." diyerek bu sefer de uyanık seviştim. Neyse bi şekilde işimizi hallettikten sonra dedim ulan rüya içinde rüya... Nolii? Ben bi kıllandım. Sağımdaki komidinden yoyoyu aldım elimde, saldım aşağıya... (Nolan stayla bitiriş. Sonunu öğrenemeyeceksiniz nihahaha!)
Mühim not: Bu bi acayip olay yazılırken Met Üst'ün "kalk hanım geldik!" karikatüründen, Saldıray Abi'den ve Inception'dan etkilenilmiş olunabilir.
bir gün metrodan indim ve çıkışa doğru yürümeye başladım. o gün nedense kalabalık değildi. birden bir teyze yolumu kesti ve "evladım, çıkış nerede acaba?" diye sordu. korktum. ayaklarına baktım. ters değillerdi. teyzeye çıkışı tarif ettim ve yoluma devam ettim. arkamı döndüm veeeee teyze yoktu!!!
evet metronun hayaletini görmüştüm. çok korkmuştum. ama ağlamadım. o günden sonra hayatım çok değişti. çay içemez oldum... ve artık yaşlı teyzelere yol göstermiyorum.