kendime karşı müthiş bir katılığım vardı; "şöyle yapmam" "böyle etmem" "ben hiç öyle bir şeye kalkışır mıyım?" "ne münasebet" gibi prensipli ve dik durmaya çalışan biriydim de, hayat öyle bir sikiyor ki, öyle bir eğiyor ki, o prensipler, ben şöyleyim, böyleyimler bitiyor. bitmek zorunda kalıyor. ben müşterilerimi seçebilmeyi isterdim örneğin, yeteri kadar iyi olmanın birçok şeyi aşabileceğini sanırdım; hayatın matematiği öyle işlemiyor. her şeyin zamanı varmış. bunu öğrenene kadarki düşüp kalkmalarınız çok faydalı. sonra düzlüğe çıkılıyor. olay şu; elinden geleni yap, en iyisini yap, mükemmeli hedefle ve gücünün yetmediği meseleleri dert etme. kangreni kes. yükünü azalt. hafifle.
Hani bazen dersiniz ya neden istediklerimiz olmuyor diye işte kaybedenler kulübü olarak o kişi benim. Zafer bazen geç gelir insanlar değişiverir. Bende zafer hep uzaktı işte.
sabahın bi körü nereden aklıma geldi bilemedim ama anlatmazsam çatlarım.
8 yaşındayım ve 2. sınıfa gidiyorum. sınıfta çok hoşlandığım bir kız var ama bir türlü açılamıyorum. okulun önünde de çiçekci bir abla var. dedim ben bu kıza bir çiçek alayım. çiçekci ablaya gittim, dedim abla böyle böyle bir kıza vericem. akabinde annemin susarsam kantinden su alayım diye verdiği 1 lirayı uzattım. abla haliyle parayı almadı ve bana kırmızı bir gül verdi. gülü çantama koydum ve okula girdim.
çiçeği almayı başardım ama nasıl verecektim? öyle herkesin içinde veremezdim, dalga geçerlerdi. okul çıkışı desen, evimiz okula yakın olduğu için annem almaya geliyordu. o ise servisle gidiyordu; yani yollarımız kesişmiyordu. bi' yerlerde yakalamak çok riskliydi. derken; çok geçmeden o muhteşem plan aklıma geldi!
öğle tenefüsünde çiçeği masasına bırakacaktım. benden olduğunu nasıl mı anlayacaktı? işte sevgili okur kardeşim, o kısmı hiç hesaba katmamıştım. nitekim kız çiçeği buldu ve o zamanlar en yakın arkadaşım olan çocuktan olduğunu sandı. çocuk sorumluluğu üstlenmek istemese de zorla üstlendirdiler.
sonuç olarak lise sona kadar çıktılar, yüzük falan bile taktılardı. kızla da, çocukla da hala senede bir facebook'dan eski günleri yad ederiz. ikisi de gülün aslında benden olduğunu bilmiyor.
sen onca yıl adana'da yaşa, sonra bir şekilde izmir'le tanışıp orayı sev, ben burada yaşayayım de 1 yıl yüksek lisans hazırlığı kas, sınava girene kadar adana'yı itin g*tüne sok, sınavı kaybedip geri dön orada yüksek lisansa başla. sövdüklerinin değerini anlamaya başlamışken hoop kendini el**ığ'da bul...
çok küçüktüm henüz, pazardan küçük bir kutu içerisinde alınan civcivin ölümü çok koymuştu. unutmam hiç onu, cenaze töreniyle gömmüştüm zavallı yavrucuğu.
OturduğuM yerin yakınında bir tane Kahveci vardı. Gençlerin işlettiği bi yer. Kahveleri çok güzel, kavun aromalısı falan bile var. Çok otantik bir mekan. Sürekli dolu olur, oturacak yer bulmak zordur.
Neyse, bu dükkanın camında, hemen giriş kapısının yanında bir etiket vardı. Etikette "kuzey amerika'nın en iyi 10 kahvecisinden biri" yazıyor ve sanki sertifika ciddiyetinde hazırlanmış bir etiket. Vay be ne Kahveciymiş diye yolda giderken bir tabelacı gördüm ve şans eseri o etiketlerin çeşitli versiyonlarından onlarca görmüştüm. "Kuzey Amerika'nın en iyi 10 fırını" gibi çeşit çeşit Etiketler vardı.
O an hayal kırıklığına uğradım. Kanada'da da üçkağıtçılığın olduğunu o an öğrenmiştim.