uludağ sözlükte yazarlık yapan kişilerin yapmış olduğu edebi çalışmalardır. eleştiriye açıktır.
çaresizlik
poyraz bekler gibi ankarada
toprak kokusu aramak misali okyanuslarda
seni istiyorum yanı başımda
çaresizlik yakıyor genzimi acıyla
ağlayan kemana eşlik ederken
senden başkasını aklıma getirmedim ki ben
aynı aşk değil mi kemana acı çektiren
çaresizlik yakıyor genzimi acıyla
umutsuzlar adasına yol aldım pupa yelken
bakamadım zümrüt gözlerine delice severken
terk etme gönül gemimi henüz çok erken
çaresizlik yakıyor genzimi acıyla
"la bi siktirip gidiniz efenim amına koyim ya bak ben de gidiyorum bak uyicam bak allasen gidin bak amk" -kscd.
not: bu arada bu entry efenime söyleyeyim tanım yok, subjektif gibi nedenlerle silinirse problem çıkartırım. girdiğim entry başlığı orneklendiriyor. adam olun akıllı olun. ha bir de sevişin.
yazarların yazdıkları sözlerdir. Bu da nacizane bendenizden bir iki kelam.
öldürdüğünüz tabiat dirildi tekrardan ve büyük bir hınçla intikamını almaya geliyor. Bu ne bir deprem ne bir sel ne de yangın. Bu beyinlerinizde zihinlerinizde sizi yok etmeyi amaçlayan bir virüs. Aptallaşıyorsunuz. Farketmiyorsunuz. Gülüyorsunuz. Eğleniyorsunuz. Ama görmüyorsunuz. Sizler kaybediyorsunuz.
okulun bitmesiyle birlikte ağzımda mahmut abinin bakkalından arakladığım sakız ile yeni aldığım ışıklı ayakkabıları denemek, onlarla dışarıda gezmek için hızlı adımlar atarak eve yürüyordum. olay sonrası yaptığım tespit ve oluşturduğum kuramlara göre saat 4 sıralarıydı. fabrikadan çıkıp servise binen işçiler, zilin çalmasıyla dışarı fırlayan amk liselileri, merkez camiinin karlı bahçelerinde dolaşan ihtiyarlar.. herşey rutin ve olması gerektiği gibiydi...
eve yakın biryerlerde dinlenirken, içimde çok sıkıntılı olarak tanımlayabileceğim bir duygu vardı. dinlenmek için oturduğum kaldırımda olabildiğine uzanan dağ manzarasında gözlerimi eritip şerlok holms olma hayalleri kurarken yaşlı bir dedenin sümkürmesiyle irkildim. tanrım, eve gitmem gerekiyordu. ışıklı ayakkabılarıma zarar gelme olasılığı gözümde canlandıkça daha hızlı koşmaya başladım.
5 dakikaya yakın bir zamanda içeri girdiğimde korkunç bir manzara ile karşılaştım, ayakkabılarım yerindeydi!!! şerlok holms olma hayallerim yine suya düşmüştü. her ne kadar ışıklı ayakkabılarım benim için değerli olsa da onların kaybolması yeni bir dava için harika bir fırsattı...
ışıklı ayakkabıların kaybolmamasına sevinmem ve içimdeki şerlok ateşinin sönmesine üzülmem bende garip duygular uyandırdı. içeri girip uzatmadan 'sa' dedim. babaannemin üstüne oturduğu ev telefonunu farketmediğini tahmin ettim. elindeki tespihi süpanalla süpanalla diye diye çekiyordu. ne yaptığına anlam veremeden oradan uzaklaştım. annem mutfakta yemek yapıyordu ve o yine lanet soruyu sordu
- geldin mi yavrum?
cevap vermemeyi tercih edip orada olduğumu belirtmek için gürültü çıkardım. yaptığım hareketi anlayacak kadar zekidir umarım diyerek iç geçirdim. sonraki yarım saat normal ev işleri ile geçti...
yarım saat sonra yemek yemek için aynı odada buluştuğumuzda kardeşimin evde olmadığını farkettim. anneme sorduğumda ''saat 3'de gelmeleri lazımdı bir buçuk saat oldu, merak ettim yemek yedikten sonra bakıver'' cevabı aldım. evet bu aradığım fırsat olabilirdi, içimdeki şerlok holms ateşinin yeniden alevlenmesini sağlayacak ilk davam olabilirdi. işte bu hoşuma gitmişti. yemeği yermiş gibi yapıp, yanımda oturan babannemin terliklerine doldurdum. bunu kimseye farkettirmeden yapmanın heyecanı ile dedektif olma isteğim daha da artmıştı.
ayağa kalktım, eşyalara baktım. kardeşimin montu ve eldivenleri hala oradaydı. bu kadar soğuk havada dışarı montsuz çıkması beni şüphelendirdi. hemen gözlemlerimi fosforlu kalemle güzel yazı defterine kaydettim.
neyse nerde kalmıştık, defter ha kaydettim. dedektiflik masallarında okuduğum eline objeyi alıp hala sıcak fazla uzaklaşmış olamazlar klasiğini yapmadan olmazdı. elime kardeşimin eldivenini aldım, buz gibiydi. buz gibi olmuş amına goyum çocuk şimdiye yardırmıştır diye aklımdan geçirip vazgeçmeyi düşündüm. arkadan babannemin hava soğuk ya ondan soğuktur demesiyle şerlok aşkım yeniden zirveye ulaştı. tanrım , bu kadın bir dahiydi. en sıkıştığım anlarda pratik çözümler sunarak beni şaşırtan bu kadının bütün akli gücünü elindeki tespihten aldığı kanısına vardım. en yakın zamanda kendime bir tespih almalıyım diye düşündüm. bunu da eğik yazıyla güzel yazı defterime kaydetmeyi de unutmadım tabi.
şerlok der ki '' ne kadar göz önündeysen o kadar görünmezsin''
kardeşimin montunu ve eldivenini elime almış, koklayarak nereye gitmiş olabileceği hakkında tahmin yürütmeye çalışırken aklıma birden bu söz geldi. bir koşu odama gidip çırılçıplak soyundum ve altıma çok dikkat çekici olduğunu düşündüğüm mavi baksırımı giydim. evet, şimdi göz önündeydim. tam bir dahi olduğumu düşünürken babannemin '' gavurun dölü çırılçıplak soyunmuş, birde deliye bak sen'' diye bağırışıyla irkildim. ona böyle giyinmemin sebebinin bu karmaşık olayı daha çabuk çözmeme yardımcı olacağını anlatmayı düşündüm sonra anlamayacağını düşünerek, dışarı fırladım.
eksi derecelere düşen havada mavi baksırla dışarı çıkmanın garipliği bir yana, bana bakan kem gözlerden rahatsız olduğumu söyleyebilirim. işin kötü yanı üşümüştüm ama bunu belli etmemem gerekiyordu. kardeşimin eğer öldüyse katilleri, ölmediyse kaçırdığı kişiler, bir b*k olmadıysa da etrafımda benim boş bulunduğum herhangi bir anımı bekleyen kötü niyetli adamlar benim üşüdüğümü görüp bu boş anımı kendi lehine fırsatlara çevirebilirlerdi. not defterimi elime alıp delilleri gözden geçirdim.
kardeşim okuldan hiç gelmediğine göre önce okula gitmem gerektiğini düşündüm. dahi olmamın verdiği rahatlık ile boş adımlarla okulun yolunun tuttum.
kendimden emin adımlar ile ilerler iken, sokağın üst sokak ile kesiştiği yerde , üst sokaktan kızak kayarak gelen çocukları gördüm. önemsiz gibi gözüksede bunlar gerçekten harika deliller olabilirdi.
şerlok der ki '' küçük deliller her zaman en büyük etkiye sahip olanlardır'' dememiş de olabilir, emin değilim.
aşağıya doğru hızla kayıp, tekrar yukarı çıkan kurulmuş robotlardan pek de farkı olmayan bu emperyalizmin acınası, fakir veletlerinin yaptığı hareketlerin çoğunun düşük zekalarının birer ürünü olduğu kanaatine vardım. neticede onlar ben kadar olgun olmayan daha ışıklı ayakkabıları olmamış, fakir, ağızları pis kokan veletlerdi. benim de pek temiz olduğum söylenemese de ağız konusunda çok titizimdir. haftada bir fırçalarım dişlerimi. neyse şimdi size oturup kişisel başarılarını ve yaptığı övünesi hareketleri anlatıp onlardan gelebilecek hayret dolu, şaşkınlık geçirme durumunda ağızdan çıkan gereksiz bir söz olarak tanımlayabildiğim 'aaa' ibaresini alarak mutlu olacak değilim. bunlar eziklerin işidir.
neyse bu acınası veletleri izledikten sonra, benim kardeşim bu kadar salak işler yapmaz bunların yanında bulunması imkansız tavrıyla oradan ayrıldım. kenarda kızakla kaymaktan yorulmuş çocuğa, buradan
''beren saat boylu, dilara gönder gibi ayakları, aydemir akbaş gibi kulakları olan, burak özçivit'in yakışıklılığından gram benzerlik kapmamış, dilberay suratlı, şebnem ferah sil baştan klibindeki baterist çocuğa hiç mi hiç benzemeyen yamuk suratlı acınılası bir tip geçti mi?''
diye sordum.
çocuğun suratıma bakışlarının rahatsız edici olması, genel kültür seviyesinin çok düşük olduğunun göstergesi olabilirdi. soruma yanıt veremeyeceğini anlayıp oradan ayrıldım. şerlok olma yolunda hızla ilerliyordum.
şenay düdek gibi yüzüme bakan bu çocuktan korktuğumu belli etmeden okul yolunda devam ettim. 3 bilemedin 5 dakika sonra okulun bahçesine gireceğim sırada bakkaldan gelen amca oğlumu farkettim. buz gibi havada mavi baksır giyerek dışarı çıkmama şaşırmamış gibi duruyordu. bende belli etmek için çabaya girmedim açıkçası. bu arada iyiden iyiye üşümek değil, donmuştum. bunu belli edemezdim çünkü pusuya yatmış düşmanlarım olabilirdi.
bana sorgulayan gözlerle bakan amcaoğluma olayı baştan sona açıkladım. meraklı gözlerle beni süzdükten sonra beraber bitirelim şu işi. bu harika bir haberdi, şerlok gibi benimde artık bir ortağım vardı. işe alındın doktor watson diye bağırdım. birlikte okulun bahçesinden içeri girerek bu gizemli olayı biran önce çözecektik.
meme uçlarımı hissetmiyorum. çok soğuk..
dr. watson ile bir zamanlar benim de sıralarında at koşturup, duvarlarına çamurlu ayakkabılarım ile tekmeler savurduğum okula girdik. içerisi alışık olmadık derecede sessizdi. şansıma kaloriferlerin yanması mavi baksırım ile donmadan önce olayı çözmemi hızlandırabilirdi.
beni mavi baksırla gören bir zamanlar benim de öğretmenim olan birisi bana burada ne aradığımızı sordu. oluşturdum fiziksel görünüm onun kafasında herhangi bir dedektiflik hikayesi yaratmamış olmalı ki yüzüme anlamsız ifadelerle bakarak 'ne bu kılık kıyafet' işareti yaptı. işareti tam anlatamıyorum garip bir şeydi.
olayı uzun uzun ona anlatmak yerine öğretmenin bu şüpheli tavırlarını güzel yazı defterime kaydettim. kardeşimin öğretmenliğinide yapmış olacak ki ismini hatırladı ve yukarıda 6-b sınıfanda olabileceğini söyledi. tecrübelerim bunun dedektifleri baştan savmak için uydurulmuş bir yalan olmadığını söylüyordu...
ortağım ile 6-b sınıfının kapısına geldiğimizde içimde tanımlayamadığım bir heyecan vardı. kapalı kapıyı tıklatıp içeri girecektim ki bunun dedektiflere uygun bir davranış olmadığını düşünüp, tekme ile içeri daldım. sınıf tahmin ettiğim gibi boştu ve bu da durumu daha gizemli kılmıştı. şimdi önümde iki sorun vardı,
1- kardeşimi bulamama sorunu
2- sorunu çözememe sorunu
kendi içimde bu sorunlar ile uğraşırken dr. watson'un muhtemelen sınıftaki öğrencilere ait olan eşyalarını incelediğini farkettim. ortağımla gurur duyuyordum neticede o amcaoğlumdu. yanına giderek yazı tahtasına paralel olarak yapılmış askıdaki elbiseleri inceleme koyuldum. bir polar ve iki mont asılmıştı.
poların kokusu gerçekten iğrençti. uzun tartışmalar sonucunda dr watson ile bu poların 2 veya 3 senedir bu sınıfta durduğu kanaatine vardık. gerçekten iyi bir takım olmuştuk. watson daha sonra belirleyici deliller bulabilmemiz için bütün sınıfı inceleme fikrini öne sürdü. dahice bir fikir olduğunu düşünüp, neden aklıma gelmediğine kızdım. egoma ters düşsede bu fikri kabul ettiğimi söyleyebilirim.
çocukların teneffüste birbirlerine fırlattıkları anlaşılan renkli tebeşir tozları, tahtaya yazılan şımaranlar bölümü, ve muhtemelen sami olduğu anlaşılan çocuğun şımarıklar listesine yazıldığına kızarak eliyle silmeye çalışması sonucu tahtada oluşan iz, öğretmenin uzun saatler boyunca oturduğunu kanıtlayan sandalyedeki ter kokusu. her şey belirli bir düzen içerisinde gibiydi ve hedefe ulaşılacak bir kanıt bile yoktu. bir dedektif de bazen böyle çaresiz kalabiliyor işte diye düşündüm.
meğer. cümleye pişmanlık kırsalının iklimini yerleştiren söz.. her şeyin bir ân^da avuçtan kayıp gitmesinin anlamdaşı; düşünüp düşünüp hayıflanmak.. ^oysa^nın ilkokuldan terk arkadaşı...
meğer,
gözleri birer yakut değilmiş onun; birer erik tanesi belki.. belki dallarına çarpan hoyrat rüzgarla sallanan bir darağacı.. bir kadeh rakıymış gözlerinin beyazı.. özledim; ne fayda..
meğer,
yaşananlar sadece küçük hayal tamlamalarından ibaretmiş.. hayat, beyaz bir sayfaymış da kirletmişiz beraber.. kalbim : sekizde sekiz kusurlu..
meğer,
onun tenine inerken din değiştiren kıl buketleriymiş saçları..
meğer,
azalmak kıyametin ilk alâmetiymiş.. kurulmamış hayallerin üzerine dökülen benzin; asla dökemediğimiz gözyaşlarımız..
meğer,
belirli belirsiz sevmişim seni; nafile okumuşum nietzsche'yi, kavafis'i.. 30 kupona vermişler beni sana; bir köşeye fırlatmışsın unutup.. yuvarlağın köşelerine..
meğer,
beşiktaş'ta bir öğle vakti çay içmek seninle denize karşı, ıhlamur'da elini tutmak acemaşiran.. ortaköy'de aynı kumpirde iki plastik kaşıkmış yüreğimiz..
meğer,
susmak, fiil sayılmaya başlamış gidişinin ardından.. " naber? " diyenlere, " önce özetler.." demekmiş yalnızlık..
meğer,
kandırılmışım bu zamana kadar.. bana yanlış öğrettilerdi..
Seni ne kadar sevdiğimi düşündüm bugün...
Sanırım günahlarım kadar seviyorum..
Yakacak bile olsalar vazgeçemiyoruz ya hani, işte öyle bişeysin sen...
Farkında olmadan içinde bulursun hani kendini..
Kaçmak istemezsin bile bazen, o kadar tatlı gelir ki
Senden hiç kaçmak istemedim işte ben,
O kadar çok seviyorum kiii, seninle herşeye varım ben!
bir damla istemişti halbuki onca dilek arasından.anında yağmur yağdı.yağmamalıydı.bu kadar çabuk olmamalıydı dileği.hemen koştu buğusunda hayalani yazdığı cama.bir damla için.fakat orda değildi damla.dokundu cama,ama alamadı avcuna bir türlü.dışardan onlarcası savruluyordu ona doğru.bir tanesini alıp elinde gezdirecekti.olmadı.
hiçbir şeyi olmamıştı ki zaten.bu dünyaya diğerleri kazansın diye,kaybetmek için gelmişti.benim gibi bembeyaz bir kundakta annesinin kucağında doğmamıştı damla'm.babasından kocaman bir öpücük alamamıştı.tek sahip olduğu 15 senesini verdiği yetimhanenin ona verdiği mavi battaniyeydi.bu battaniyeyle sarmıştı annesi.hiç grmediği annesi bu battaniyeye dokunmuştu.onu o kadar seviyordu ki,hiç bilmediği kadına o kadar özlem duyuyordu ki,bir gün çıkıp gelse neden diye sormadan kollarına atlayacaktı.ama neden gelsin ki?gelseydi damla mutlu olacaktı,çok mutlu.ama neden olsun ki?damla neden mutlu olsun ki?
dört sene önce tanışmıştım damlamla.görseniz ondan hayat dolusu yoktu.ama onun hayatı dolu değildi,onun hayatı yoktu.hayalleri vardı onun.ama benimki gibi değildi.daha haklı hayallerdi.benim istememi,birşeylerden şiayet etmemi engelleyeek kadar haklıydı.
17 yaşında üniversiteyi kazanmıştı.o gün yağmur yağdı.evet istediği kadar yağmur damlası.bir değil,iki değil,üç dört beş değil.istediği kadar...
okulu bitirecekti damla.köylerin birine gidip oradakilere her türlü yardım edecekti.bir gün kendi hayatıma başladığımda... derdi hep.kendi hayatına başlayacaktı.bir güvercindi onun güzelliği.hayır özgürlükten bahsetmiyorum.bahsetsem muhabbet kuşu derdim.bir güvercin kadar beyaz,bir güvercin kadar masumdu.şu dünyada hiç günahı olmayan biri var mı diye sorsanız,var derdim.
iki yıla kadar damla benim herşeyim olmuştu.annem,ablam,dostum...
bir gün yine yağmur yağdı.damla hiç olmadığı kadar mutluydu.doktor olmuştu sonunda.her şeyini hazırlamış,hayır eşyalarını değil,umutlarını,heyecanını,planlarını,gidecekti.mutluluğuunu biriktirmişti o güne kadar.sonra bol bol harcayacaktı.
geçen gün damla uyandığında güneş uyuyordu.çünkü o,güeşten daha güzel şeyler yapmaya başlayacaktı o gün.istasyona gitti.hiç trene binmemişti.işte güzelliker başlıyordu.elinde biletiyle bekliyordu,damlayı ve kocaman kalbini ,tertemiz ruhunu götüreceği treni.
sonra tren geldi ve damla gitti.
hayır böyle olmadı.
o sırada genç bri tinerci çocuk damla'dan yardım istercesine ona bakıyordu.belliydi ama ondan isteyeceği şeyin yardım olmadığı.ama damla o gözleri okuyordu.ne istediğini biliyordu.çünkü o gözlere ,aynısına her gün bakmıştı aynadan.yaklaştı çocuk buna.damla cüzdanını çıkarcaktı.ona simit almak için.ama çocuk ondan önce çıkardı.hayır cüzdanını değil,kimbilir nereden aldığı küçük çakısını.
damla farketmeden bıçak o bembeyaz vücuduna girmişti bile.sonra bir kez daha girdi,bir kez daha,bir kez daha.son yarayı kalbinden almıştı.güvercinim artık ak değldi.hayır o hala aktı.ama şimdi al,akı yenmişti.
o sırada tren geldi,sanki"hadi damla bin artık"der gibi çalıyordu düdüğünü.ama damla'nın bileti ıslanmıştı kanıyla.binemezdi.artık gidemezdi bir yere.hayır gitmişti.damlam,benim ablam,annem,can dostum gitmişti.onu kollarını açııp bekleyen yere,cennete gitmişti.
istasyondaki herkes beyaz bir perdeye bakar gibi izlemişti tüm bu olnaları.halbuki ordaki tek beyaz benim damlamdı...
hoşçakal bir tanecik dostum.beni unutma e mi?
Sana rast gelene kadar hiç bir sureti en ufak çizgisine kadar kazımadım aklıma, yüreğime.
işte senden sonra başladı kalb-i devrimim.
Sen ki bu yüreği şair, şu elleri yazar yapan.
Sen ki en büyük nimet olan sevgiyi avuçlarıma veren. Eteklerimin ucunu bile değdirmediğim duyguların içine fırlattın beni.
Hüzünü de, hasreti de, sabırı da satır satır işledim ben sen de.
Beklemeyi umut belledim.
işte sen !
Şimdi gözlerinin o ışıltısında kendimi görecek kadar yakınım sana.
Eğer bu gönül böyle yerden yere vurulacaksa, böyle dalgalanıp göklere kavuşacaksa, böyleyse eğer sevda dedikleri,
ben varım bu sevdayla ipe kadar gitmeye..
'Bir adam, okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir şeyler atan birine rastlar. Biraz daha yaklaşınca, bu kişinin, sahile vurmuş denizyıldızlarını denize attığını fark eder ve 'Niçin bu denizyıldızlarını denize atıyorsunuz?' diye sorar. Topladıklarını denize atmaya devam eden kişi, 'Yaşamaları için,' yanıtını verince, adam şaşkınlıkla, 'iyi ama burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atmanıza imkân yok. Sizin bunları denize atmanız neyi değiştirecek ki?' der. Yerden bir denizyıldızı daha alıp denize atan kişi, 'Bak, onun için çok şey değişti,' karşılığını verir'
işte böylece ikinci bir şans tanınmıştı bana. Kıyıya vurduğumda bunun benim için bir son olacağını tahmin ediyordum. Bir kolumdan deniz,diğerinden kumlar tutmuş çekiyorlardı beni. Deniz tam kazanacakken yoruluyor,tükeniyor ,geriye gidiyor ama tekrar var gücüyle gelip asılıyordu kolumdan tutup. Bu ufak çapta med cezirin ortasında kalmıştım.Kumlar yavaş yavaş içine alıyordu beni. Deniz ,son bir hamle yaptı kocaman dalgasıyla,ama geriye kocaman bir dalgadan arta kalan köpükler beyaz bayrağı çekmişti.işte o sırada insanoğlu imdadıma yetişti. Bu sefer iyi bir şey yapacaklardı sanırım.Şaşırtıcı... Doğa ile yaptığı anlaşmayı bozup, özerkliğini kazanalı çok olmuştu insanlığın.O zamandan beri atışırdık hep. Neyse, arada özünü hatırıyor ya o da iyi. Teşekkür etmek lazım.
Denize tekrar döndüğümde derin bir nefes aldım.Bir solukta bütün oksijeni bitirircesine hem de. Nasıl da özlemişim buraları,nasıl da hasret kalmışım bu karanlık ama parlak sulara. ilk önce yosunlar karşıladı beni.Sarıldılar bana,sardılar beni hepsi.Onlarla hasretimi giderdikten sonra var gücümle koştum Mercan'ıma. O da çok özlemiştir beni.Oturduk,saatlerce sohbet ettik.
Güneşin ışıkları suya vurmayı kesince yukarı çıktım. Ona da burda,güvende olduğumu söylemek istedim:
-Hey,güneş kardeş ben döndüm evime sapasağlam hem de...
Gülümsedi,bana el salladı ve gitti.
Yavaş yavaş ortalık sessizleşiyordu.Mercan'ımı üzerime yorgan yapıp uyumaya başladım. Kulağımda denizin söylediği ninni,yukarıda aydan yansıyan yakamozlar film gibiydi. Yavaş yavaş uykum geliyordu.Yarın yapacaklarımı düşündüm.Uyanır uyanmaz gün ışığında bir kahvaltı yapıp daha sonra şu minik sardunyaları ziyaret etmeliydim.
......................................................................................................................................................
Tanrım,ne oluyor! Biri kolları, canım çok acıyor!
Çok büyük bir acıyla uyandım.Yine nefes alamıyorum,nerde deniz,nerde dalgalar? Yine neredeyim ben?
Neler olduğunu anlamaya çalışırken bir çift gözle karşılaştım. Kahretsin yine insanoğlu!
-anne!anne bak ne buldum?
Herkes beni sıkıyor,kollarımı kıvırıyor bana acı çektiriyorlardı.Ellerinden kaçmaya çalıştım ama yapamadım.
"Lütfen bırakın beni!"
Ama duymazlar ki,duysalar da anlamazlar ki,anlasalar da umursamazlar ki!
Gittikçe nefes almam güçleşiyordu.Bir anda kendimi beyaz bir şişede çok az bir suyun içinde buldum.Burada çok fazla yaşayamazdım.Sanırım son anlarımdı.Bana yaşamam için ikinci bir şans veren insanoğlu , yaptığını hemen telafi etti.Çok acı bir şekilde üstelik.Ne zaman akıllanacaklar?
Son dakikalarımı yaşıyordum şişenin içinde. Karşımda uçsuz bucaksız bir deniz, bana güneşin attığı incilerle göz kırpıyordu. Gökyüzüyle denizi ayıramıyordum birbirinden.Her yer masmaviydi,son gördüğüm renk keşke denizin mavisi olsaydı.Sonra birden her yer kapkaranlık oldu.Zemheri bir karanlık...
Denize dönmek istiyorum!
Mavi aynasında suların:
boy verip görünmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider!
Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder.
Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter.
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi
sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Bugün bir karıncaya rastladım. Yorulmuş. Biraz dinleniyordu. iki çift laf edelim dedik. Oturduk köşeye, başladık sohbete. Meğer ne dertliymiş karınca. Çok üşüyormuş. Ama hava soğuk değil dedim. Soğuktan değil dedi. Bazen , özlediğimde üşürüm ben böyle dedi.
Elleri üşürmüş en çok.Eskiden hiç soğuk olmazmış elleri.Tutarmış birileri ellerinden her zaman.En son,geçen gün elini uzattığında kimse almamış.Öyle kalmış boşlukta.işte o zaman bir rüzgar esmiş.Üşümüş bunun elleri.Artık ne zaman rüzgar esse üşürmüş karınca.
Rüzgarın olmadığı bir yere gitmek istemiş.Belki elimi tutarlar diye.Ama gidememiş,korkmuş.
Gideceğim yerde daha çok rüzgar var dediler,inandım,gidemedim dedi bana karınca.
Baksana dedim.Bir çiçeğin içine yerleş.Sıcacıktır orası,ne üşürsün ne de korkarsın
istemedi.Çok yalnız kalırmış orda.Bu sefer de beklemekten korkarmış birilerinin gelmesini.
Birileri var olduğu sürece korkacağını biliyorsun değil mi dedim
Birilerinin asla dönmeyeceğini biliyorum.Korkumun her zaman da var olacağınıdedi.
Sustum.
Haklıydı çünkü.
Benim gibi değildi.Korktuğunu biliyordu hiç değilse.Bense ne konuşmaya cesaret ediyordum.Ne gitmeyi ne de kabullenmeyi.
En büyük korkaklığı ben yapıyordum aslında.
Bunu kabullenmeyerek de en büyük aptallığı.Her şey gözlerimin o kadar önündeydi ki ,bakamıyordum uzaklara.Kımıldamıyordum da yerimden.Gitsem belki de o bakamadığım uzaklara,görürdüm yakınımdakileri.
Ne olacaktı ki o zaman?
Çare uzaklaşmakta mıydı?
Hayır.
Değildi bence.
Gerçeği kabullenemediğim için bahane uyduruyordum.Çözülebilecek bahaneler.Birini çözdüğümde ise hemen ötekisini uyduruyordum.Asıl nedenden kaçmak için böyle yapıyordum herhalde.imkansız olduğunu bildiğim için kaçıyordum.Çaresizken yapılacak tek yola başvurup kaçıyordum.Ve daha kötüsü,karınca kadar yoktu cesaretim.
Belki de işte şu karşıdan gelene anlatsam o da bana bulacaktı çareler,benim karıncaya bulduğum gibi.Ama ben de reddedecektim karınca gibi.
Korkuyorumla başlayamayacaktım belki ben.Yapamam diyecektim.
En iyisi ben gideyim karınca.Senin gibi uzatamıyorum bile ellerimi.O kadar sıkmışım ki avuçlarımı ve her şeyi içine hapsetmişim ki izin vermiyorum kimsenin açmasına.Yeni birini yaratmışım ,silueti aynı ,sesi aynı,adı aynı ama ruhu ben,aklı ben,kalbi ben.Onunla oyalanıyorum ne zamandır.Ve o ölmedikçe gerçek ona ulaşamam biliyorum.
Sen de rüzgar gibisin dedi karınca.
Onun gibi ayırıyorsun herkesi birbirinden. En başta da kendini.
Kes hızını!Çok şiddetlisin.Yavaşla biraz.Kesip atma her şeyi bir seferde.Yavaşça okşa geçtiğin yollarda karşına çıkanları.Ya da otur oturduğun yerde.Kal öyle sonsuza kadar
Haklıydı karınca.Ben haksızdım.Oturacaktım yerimde.Kalkmayacaktım artık yerimden.Kalkamadım çünkü.Cesaret edemedim yine .
Bilmemenin rahatlığına sahip olmak isterdim.Sırtımda değil de içimde taşıdığım ve bir çoğunu kendim isteyerek oluşturduğum yüklerden bir günlüğüne kurtulmak isterdim.Ya da hepsinin dışsal zorlamaya dönüşmesini isterdim.
Tek bir günlüğüne sınırlı sayıda soru işareti üreten bir akla sahip olmak isterdim.Gece uyumaya çalışırken ,gözlerimin kapamasını erteleyen şeyin yaratıma sebebimin belirsizliği değil de,ertesi gün saçlarımı nasıl yapacağım sorunsalı! olsun isterdim.
Ben de cevabını asla bulamayacağımı bildiğim soruları saatlerce düşünmektense "bana ne" deyip geçiştirmek iserdim.
Popüler kültürün tamamen bir esiri olmak isterdim mesela.Kendimi en mutlu saydığım anın,yıllardır aradığım bir kitabı sahafın birinde bir köşede bulduğum an yerine,sevdiğim pop şarkıcısının konserinde,onun elinin tuttuğum zaman olsun isterdim.Öyle olunca belki birçok şeyden kurtulurum."Camus" okurken onun "yabancı"sıyla tartışmak yerine ,bir televizyon dizisinde karakterlere anlamsız komutlar verebilmek isterdim.
Gecenin köründe burnumun ucuna konan sözcüklerden bir şato yapmak yerine,dün gittiğim kafede tanıştığım yakışılıdan aldığım mesajı okumak için uyanmak isterdim.
En çok da 200 sayfalık bir romanın haftalarca masanın üstünde durmasının beni rahasız etmemesini isterdim.iki üç sayfa okuyup "sarmadı" diyerek bırakmak isterdim o kitabı.
Bir kere de öğleye kadar uyuyup akşama kadar televizyon izlemek isterdim.
Ya da sadece ilk üç sayfasına göz atıp kapamak isterdim bir gazeteyi.
Sadece bir günlüğüne kendimden farklı olmak isterdim.
"Düşünen ve düşündüğünü ifade edebilen hayvan"lığı bırakıp,"düşündüğünü sanan hayvan olmak isterdim.
Ancak o zaman anlayabilirim bana tuhaf gelen bu davranışları.Bunların hepsini de sadece bir günlüğüne isterdim. Daha fazlasına dayanabileceğimi sanmıyorum çünkü.
Ama ;
mutluyum,ve çok memnunum.Neye sahip olduğumu ve onu nasıl kullanacağımın farkındayım.Ve o benim burada var olmamı sağlayan şey.Aklımı seveyim...
Yağmurun yağmasını beklemişti. Küçük bir damla olup aşağı uçmak için. Arkadaşı rüzgar ona yardım edecekti.Demişti ki:Seni bir yere götüreceğim.Ama sürpriz olacak.Kapa gözlerini,uçacaksın biraz,savrulacaksın.Belki de üşürsün,üşütebilirim seni.Ama sonra çok güzel bir yere geleceksin.
Peki dedi henüz damla olmaya başlayan ufaklık.
Tamam,sana güveniyorum
Güvenmeyip ne yapacaksın ki? Ben götüreceğim işte seni,beğen ya da beğenme
Sessiz kaldı ufaklık. Bir an önce damla olup bir defne yaprağına düşmek istiyordu.Defne yaprağı göğsünü açacaktı ona,önce biraz sarılacaktı,sonra diğer damlalarla kucaklaşıp kocaman bir tane olarak bereketli topraklara tok diye düşecekti.Toprak onu emecekti.Evlat hasreti çeken bir annenin kavuşması gibi sarılacaktı ona.Sonra onu bir çırpıda en derinlerine alacaktı.Buydu hayali bizim ufaklığın.
Zaman gelmişti.Hazırdı artık.Bulutlar yerini almıştı.Bayrak havadaydı.O anda göğün tetiği çekildi,ve ilk gök gürültüsünün ardından damlalar birbirlerini iteleyerek aşağı doğru koşuyorlardı.Herkes brir hayalin peşindeydi.Kimi Köşede sanki birini bekliyormuş gibi duran yanlış çakıl taşına yoldaşlık yapmaya gidiyordu,kimi de özüne dönmeye niyetliydi.Patır patır ,balıklama atlıyorlardı yeşil göle.
Bizimkindeydi sıra. Ama nerdeydi rüzgar?Tutacak mıydı acaba sözünü?Kapadı gözlerini ufaklık ve körlemesine daldı defne ağacının üzerine.
Yaklaşıyordu ağacına yavaş yavaş.O kadar mükemmel tutmuştu ki sözünü rüzgar,yaprağını kendi bile seçebilirdi belki.Hayatında en mutlu olduğu an buydu galiba.
Tam o anda,en mutlu olduğu anda başka bir rüzgar gelmişti işte.Bu sefer okşamıyordu onu rüzgar önceki gibi.Vurdu sırtına kocaman bir tokat,ve fırladı bizim ufaklık ileri doğru.
Canı o kadar yanmıştı ki,nereye gittiğini görmemişti ilk anda.Sonra bir darbe daha geldi.Bu sefer yüzüne.Açtı gözlerini yavaş yavaş.Bir yere gelmişti ama nereye?Bakındı etrafına biraz.Gri bir arabanın üstündeydi.Ağlayacaktı neredeyse.Buz gibi soğuktu araba.Yavaş yavaş cama doğru indi.Daha da üşüdü bizim ufaklık.Böyle hayal etmemişti ama.Bir kaç metre ötedeki defne ağacına baktı.Yemyeşil duruyordu orada.Kaybolacağını hissediyordu.O sırada kocaman bir yağmur tanesi düştü üzerine.Aldı bizim ufaklığı içine.Birlikte indiler aşağı,birlikte kayboldular.
Yemyeşil defneden ,yemyeşil bir yaprak düştü toprağa.Üstüne de bir sürü yağmur damlası
Ben senden önce ölmek istemem.
Ben senle ölmek isterim.
Ben aslında senle yaşamak isterim.iyice ,dipte yaşanacak en ufak hayat kırıntısı kalmayana kadar Sonra da ölmek isterim.Çünkü ben Nazım Usta kadar sabırlı değilim.Öyle bir kavanozun içinde bekleyemem seni.En iyisi mi,senle öleyim.
Çünkü sen asla herkes gibi olmayacaksın.Artık diye başlayan hiç bir cümleye sen diye devam etmeyeceğim. Çünkü hiç değişmeyeceksin bende. Seni bilmem,ama bende sen hep aynı kalacaksın.
Ne ben minnacık bir kadındım,ne sen mavi gözlüydün,ne de devdin.Ama ne sen dev gibi sevdin.Ne ben elveda dedim.Çünkü Tahir olmak da ayıp değil,Zühre olmak da demiş ya Nazım Usta.Ben Zühreydim.Sen de şu kimseyi sevmek zorunda olmayan elma!Ama zorunda değilsin diye sevmeyecek değilsin değil mi?Peki,sen bilirsin.
Ve şimdi biz Nazım Ustayla denize dönüyoruz. Siz gelmeyeceksiniz.Yani Piraye ve sen.Çünkü bizim en sevdiğimiz sevgili,henüz kavuşamadığımızdır.
Ve denizdeki tüm tuzlara banacağız ekmeğimizi,sizi sevdiğimiz gibi .
Ama ben yine de seninle ölmek isterim
Yağmur yağdı.ilk önce yavaş yavaş ,damla damla çiseledi.ilk defa gördüğün birini nezaket icabı öper gibi öptü damlalar yanaklarımı,omuzlarımı.
Sonra gök gürledi.Hızlandı yağmur.O kadar hızlandı ki,senelerdir uzak kaldığı dostunu kucaklarmış gibi sarıldı damlalar bana.Hızlı,dolu dolu ve sertçe.
Islanıyordum,ama haddini aşan güneşten sonra ilaç gibi geldi bu yağmur.Keşke hiç bitmese dedim bir an,hep yağmur yağsa,kimi zaman damla damla,kimi zaman dolu dolu.Hep yağmur yağsa,kimse ağlamasa
Yağmur yağsa .. http://www.youtube.com/wa...p;feature=player_embedded