sözlük yazarlarından öyküler

entry125 galeri1 video1
    76.
  1. siyah rotringli de jong hoca, talebelerinin biriyle yürürken, yol kenarında birkaç köpeğin sarmaş dolaş uyuduklarını görümüşler.
    yanındaki talebesi şöyle demiş:
    - güzel bir kardeşlik örneği, keşke insanlar da bundan ibret alsa.
    siyah rotringli de jong hoca, tebessüm ederek karşılık vermiş:
    - aralarına bir kemik atıver de, gör kardeşliklerini.
    0 ...
  2. 77.
  3. tramvay

    -1-
    ömer’i etkileyen şeyler arasında kitaplar, müzik aletleri ve güzel kadınlar vardı. kadınlarda aradığı şeyler sadelik, genel kültür ve zarafetti. bir kadını sıradanlıktan çıkaran şey konuşması, gülüşü ve giyimi olmalı; kadın güzelleşmek uğruna zarafetinden ödün vermemeliydi. zaten yeryüzündeki güzelliğin en büyük temsilcisi kadın ömer’e göre istanbul’dan bile güzeldi.

    -2-
    o gün elif ile selamlaşmaları her zamanki gibi vücut dili vasıtasıyla gerçekleşmedi, merhabalaştılar. aralarında kısa bir sohbet geçti. “-ne haber?-iyidir.” i aşmayan bu kısa konuşma ömer’i çok heyecanlandırsa da elif için önemsiz, hatta gereksiz bir andı. elif’in herhangi bir temenniye dayanmayan sahte “görüşürüz.” lafıyla biten bu konuşma günler boyunca ömer’in zihnini meşgul etmiş; onu var olmayan diyalogları tasavvura kadar götürmüştü. o günden sonra elif ile ilgili bir şeyler öğrenmeye çalışmış, elinde gördüğü bir cemal süreya kitabı dışında bir bilgi alamamıştı.

    -3-
    elif’i etkileyen şeyler arasında şiirler, kitaplar ve yakışıklı erkekler vardı.

    -4-
    bir sonraki karşılaşmaları tramvayda oldu. sohbetleri bir öncekinden iyi gitmiş, tanışık olmanın bir görev olarak sırtımıza yüklediği mecburiyet konuşması yerini iki tarafın da keyif aldığı bir mükâlemeye bırakmıştı. birbirlerini tanımayan insanların karşılıklı sustukları bir lahza olur. geçen her saniyenin ehemmiyetini kat kat arttıran bu aralık her ikisini de rahatsız etmeye başladığında zihinleri kurulacak mantıklı bir cümle, açılacak güzel bir konu aramaya başladı. bu durumda genellikle kurulabilecek en mantıksız cümle kurulur ancak ömer’in sözleri farklı oldu. belki de hayatında söylediği en mantıklı sözleri cemal süreya’dan cesaret alarak söyledi:

    "laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
    birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
    ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
    sevişmek bir daha yürürlüğe giriyor
    bütün kara parçalarında
    afrika dahil"

    -5-
    elif’i etkileyen şeyler arasında şiirler, kitaplar ve yakışıklı erkekler vardı. ömer yakışıksızdı.

    ayrıca birkaç arkadaş yazdığımız şöyle bir şey de var: http://caylakkalemler.blogspot.com/
    1 ...
  4. 78.
  5. - hacım kız olsam ilk sana verirdim şerefsizim.

    böyle sikindirik bi arkadaşım olduğuna mı yanayım, ilk bana verip sonra her önüne gelenle beni aldatacak olmasına mı üzüleyim diye düşünürken birden tek dostum olduğunu hatırlayıp utandım. "adam veriyo lan, daha ne yapacak senin için şerefsiz" diye kendime kızarak yürümeye devam ediyordum ki onu gördüm. yüzüne düşmüş sapsarı saçlarını eliyle geriye doğru attı, kaldırdı kafasını, bize doğru yürümeye başladı. bi yandan bana bakıp gülümsüyor, sonra utanıp yüzünü öne eğerek yürümesini sürdürüyordu. yanımdaki piç onu farketmeden hemen ortamdan uzaklaştırmam gerekiyordu. kızı farkederse aynı anda oyhşşş diye laf atacak ve ben biricik sevgili adayımı, hayatımın kadınını bi daha ömür boyu göremeyecektim. cebimden 10 lira çıkarıp bana bakkaldan winston box almasını söyledim. "ne gidicem lan kendin git sikik" diye ilk başta çemkirse de paranın üstünün kendisinde kalabileceğini söyleyince sevinçle bakkala doğru koşmaya başladı.

    gittikçe yaklaşıyordu. aramızdaki mesafe 10 metreye düşünce cebimden daha yeni açılmış winston paketini çıkarıp içerisinden bi sigara aldım. nihayet aynı hizaya gelmiştik. yalandan ceplerimde çakmak arandığımı görmemiş olamazdı. buna güvenerek "afedersiniz ateşiniz var mı acaba?" diye gülümseyerek açılışı yaptım. aynı anda arkamdan hayvan gibi bir kolun uzandığını irkilerek farkettim. "al birader ben yakayım" diye çakmağını uzattı hayvan. bi kıza bi buna baktım, hayvan gibi olsa da dalacaktım ipneye kararlıydım. bu yapılırmıydı lan bana. ama işin ilginci kız yoluna devam etmiyor bizimle beraber dikiliyordu. beni bekliyordu yeşil gözlüm! bu yüzden çocuğun ağzını burnunu kırmak gibi gereksiz bir maceraya girip ve muhtemelen eşşek sudan gelene kadar hayvan tarafından dövülüp kıza rezil olmak istemediğimden çakmağı ile sigaramı yakıp siktirolup gitmesini bekledim. bişeyler çok yanlış gidiyor olmalıydı. o narin, o bakmaya kıyamadığım, bir ömür boyu beklediğim huri kızı çakmaklı hayvana sarıldı, yanaklarından öptü.

    herşeyi kabul edebilirdim ama çakmaklıya "hadi sana gidelim" demesini kabul edemezdim. oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi bakakaldım arkalarından.

    o sırada bakkala gönderdiğim piç arkadaşım sigaramı getirmiş bana uzatıyordu. içinden 2 tane sigaranın alınmış olduğunu farkedince kızı mızı unuttum sinirden, atladım üstüne. para üstünü de kafasına vurup bayılttıktan sonra alarak eve doğru yollandım.
    2 ...
  6. 79.
  7. yıllardan 1880'leri yaşıyorduk...

    12 yaşında bir çocuk olarak, amerika'daki iç karışıklarla dolu buhranlı dönemde, çocukluk yaşamak istiyordum ben.
    ilköğrenimi tamamladığımda, babamın "bizi burada tutacak bir sebep kalmadı" demesiyle; bir başka limana demirleyeceğimiz öndeyisi naçiz zihnimde oluşuverdi.
    bu da, yıllardır çocuk kalbimin pohpohladığı, naif eyalet "missisipi" idi.

    missisipi: paris, amsterdam, stockhlhom, minsk gibi diğer avrupai kentlerin köhne ve soğuk ambiansını taşımıyordu. aynı adla anılan bir de, nehri vardı. tıpkı elmalı turtayı anımsatan çatılara sahip evleri vardı.
    güneş altında uzunca süre çalışıp, kazma sallamaktan, boyunları kırmızılaşmış köylüleri vardı. country müziğin tavan yaptığı, kovboy kültünün yaşatılıp, harmanlandığı, bulunmaz bir yerdi.

    yollarında çalışmayan, işsiz-güçsüz insanlar görmek imkansıza muadildi. ellerinde baston vari, alt kısımları koyu siyah; üst kısımları grimtrak renkte hepsi aynı tip sopalar ile tak tak yürüyen smokinli asilzadeler de, bir başka değeriydi, missisipinin.
    hala bir moda esintisi olarak, asaleti vurgulamak için takılan peruklar başlardaki yerini koruyordu.
    onlara imreniyordum. zira ben; köy kültürüyle yaşamış, bir çiftçi ailenin tek evladıydım. okuldan arta kalan zamanlarda, kendi harçlığımı kendim kazanbileyim diye, babamın biraz da, dayatmasıyla, şehrimizin namlı avukatlarından "charles" ın keyfine göre dizayn ettiği, bahçenin mzianpazıyla ilgileniyor. orayı çekip çeviriyordum.
    bu işi yapmaktan keyif aldığım pek söylenemezdi. zira, asi ruh emareleri taşıyan ben; ailemin para kazanmak için üzerinde uğraştığı bahçelere benzer bir mekana sahip bir adamın, "zevki" için böyle bir alan yarattığı gerçeğini düşününce, hiddetleniyordum.

    neyse ki; iyi veya kötü bu yaşantılanmışlardan sıyrılıp, güzel missisipime kavuşacaktım.
    çocuk kalbi dedik ya, missipiye varıldığında başka bir hayat beni bekliyormuş gibi...

    dar; uzunca bir patika sonrası, elmalı turtalıya benzer çatılı şirin evimize gidiyorduk. klasik banliyöydü ama, önce alışmam gerekecekti!
    her şeyden önemlisi bir duş sorunu vardı. ben öyle yeni konaklamaya başladığım bir yerde, kolay kolay duş alamaz ve dahi yemek bile yiyemezdim.
    neyse ki, çevremin de etkisi ile gelişen aidiyet hissi; bu merhalelerin aşılmasında şahsıma yardımcı olacaktı.

    kısa bir aradan sonra, yine okul ara vermiş, 4 aylık bu dilimde geçmiş tecrübelerime de, dayanarak babam beni bir bahçe işine daha vermişti. ama bu biraz farklıydı.
    yüzü asık, kimselerle pek konuşmayan avukat charles'ın anımsatan bunak bir adamın yanında, odun kırıyordum. yaşıma aldırış etmeksizin bu adam beni, saatlerce çalışrıtıyordu. bu bir kölelikti, evet, kölelik.
    neyse ki yaklaşık 50 yıl sonra, kölelik denen bu sömürü, "abraham lincoln" isimli bir liderimizce bertaraf edilecekti.

    hayatımda bir şeyler değişiyordu artık. birkaç gün sonra yeni başlayacağım bir görevimde tanışacağım bir büyüğüm, hayatımı bütünüyle şekilendirecek, merak duygumu körükleyecekti.

    arkadaş ediniyordum da, öte yandan. şeklen yuvarlak, hacmen ince ve hafif bir nevi topaç, o dönemlerin gözde çocuk oyuncaklarındandı. bende birisine sahip olmak istiyordum. ama alacak paramız ne yazık ki o zamanlar yoktu.
    babama bu konuyu açtığımda, bu genç adamı yani beni, geri çevirmişti. kaderin bana gülüşü mü diyelim? makus talihimin devrilişi mi diyelim. o esnada orada bulunan, her haliyle kodaman birisi olduğu sezinlenen, kendini çocuklara; bilimum şeker dağıtmakla görevli addeden esasen canaykın bir amca, "madem baban çalışıp kendi paranı kazanmanı; sende o topaçlardan almayı istiyorsun, neden benim sana vereceğim basit görevi yapmıyorsun" dedi.

    evet babamla görüştüler ve beni eski-püskü kitapların depolandığı bir kütüphaneye görevli olarak vermeyi planladılar.
    yeni bir işim olmuştu. zaten bu noktadan itiraben hayatımda önemli bir yer teşkil edecek, bir adam gözüme ilişecekti.

    ilk günümde yeni iş yerime gittim. kapısında kilit üzerinde anahtar yoktu. burun düşürürcesine ağır bir koku, sarmıştı, dört bir yanı... ne tuhaftı! insanlara bilgi ve kültür aşılayacak bu yer, feci duruma gelmişti. benden de bu karanlık ve dağınıklıkta burayı düzenlemem istenmişti.
    çocuktum ya, "oyalansın dursun işte!" denmişti.

    bir yerden tedarik ettiğim, gaz lambası yordamıyla, aydınlandı etraf. ve o küf, pas, kitap kurdu kokulu depo bir anda yerini saf sayfa kokusuna bırakıverdi.

    yaklaşık bir saat sonra; gazeteci ve matbaacıların sıklıkla başlarında gördüğüm, üst kısmı açık, kenar bağları ince, sağ kulağını kavrayan karakalem çalışmalarda kullanılan bir kalem bulunan birisi içeri girdi. iyi; sıcak birisiydi. bana neler yapmam gerektiğini söyledi. dilediğim sürede bunları tamamlayabileceğimi söyledi. ve oradan ayrıldı.

    akşam saat; 8 dolayları olmuştu. akranlarım o zımbırtıyla oynarken ben, aslan yürekli richard'sın haçlı seferine başladığı dönemde kaleme aldığı bir hatıratı okuyordum.
    iyice sıkılmaya başladığımda kendi kendime eve gitme kararı verdim. kapıya doğru yöneldğimde; bir silüetin belirdiğini farkettim.

    fazlasıyla kilolu, pos bıyıklı, bacaklarına bağlı sağ ve sol kısımları aynı zamanda omza kadar uzanan mavi renkte bir kıyafetle, saçları olmayan , homurtusu bulunduğum yerden duyulan bir adam içeri yöneldi. eee kapı kavramı pek yoktu burada. sallanarak içeri girmesi kadar tabii bir şeyde..

    bana göz ucuyla baktı, bir rafa yöneldi. elindeki feneri bir ara bana da, tutsa da, kitaplarını aldıkdan sonra, hızlı adımlarla orayı terketti.

    ben de evime doğru giderken bu olayın şaşkınlığımı üzerimden atamadım. evet.. dışarı herhangi bir mecrada rastlasam bu denli düşünmez dikkaetimi çekmezdi. ama, gecenin koyuluğunda belli belirsiz bir gölge gibi çıkaggelen bu adam, bende esrarlı bir hava uyandımıştı.

    gündüzleri güzel; geceleri gizemli olan buraya öğle saatlerinde şu meşhur matbaacı "woddy" yaklaştı. beni matbaa dairesine götürdü.

    feleğin tecellisi işte.. o esrarengiz adam da, oradaydı. ellerinde kağıtlar dolanıyurdu ki, masasına yaslanıp durdu. benim geldiğimi farketti; gülümsedi. çok tatlı bir şeydi bu. geçen gece gördüğüm bu adam, hiç de öyle esarengiz birisi değildi. zaten ağzındaki piposunu "çufçuf"latan bir adam nasıl esrarengiz birisi olabilirdi ki...

    kağıtları teslim edip oradan ayrıldı.

    sonradan öğrendim k bu adamın ismi "conrad" dı. bir yazardı. değişik, kimsenin aklına gelmeyecek hikayeler yazardı.

    bir merakdır aldı beni. acaba o küf kokulu depoda, bu adamcağızında kitapları var mıydı? olmaz herhalde diye geçirdim içimden kitaplarını neden oraya herkesin ulaşılabileceği bir alana koysundu? diğer yandan düşündüm: okyanusun ötesinde, paris'te insanların adak adadıkları ağaçlara benzer dallara, kitaparlar asılıyordu. isteyen oradan kitap temin edip, okuduktan sonra geri getirebiliyordu. ve o sistem tıkır tıkır işliyordu. bu neden olmasındı?

    koştura koştura depoya gittim. hem kendisinin yazdığı hemde conrad hakkında yazılan küçük çaplı kitaplar vardı. birisini aldım elime ve okumaya başladım.

    asıl adı "clemens" di, kitabında conrad mhalasını; missipi'li balıkçıların kendisine taktığı bir lakap olarak anlatmıştı.

    daha çok küçük yaşta sarhoş olup, ağabeyi ile evlerin bir çatısından bir diğerine atlarken, düşüp yara almıştı.
    hakikaten de, dolu dolu bir yaşam sürmüştü. oysa şimdi sempatik ve nüktedan bir yanı var olmasına rağmen, bu kadar da, delidolu olmamalıydı..

    bitmedi daha; kendisi henüz 25 yaşındayken, amerikan konfedere birliğine gönüllü olarak kaydolmuş, bağımsızlık mücadelesinde görev almak istemişti.

    ne ilginçtir ki; 3 gün sonra birlikten kaçmış ardına, askerleri takmıştı.

    20'li yaşlarında dini tanıtmakla yükümlü hıristiyan keşişleri misali, diyar diyar gezmiş, soluğu miami'de almıştı. orada "çalınmasın" diye kıyafetleri üzerine oturan genç ve hoş kızlarla gönlünü eğlendirmişti.

    hep böyle serkeş değilmiş de. sonraları tanınmış sima: bir yazar haline gelmiş ki, yerel gazetelerden birisinde, halka uyduruk değişik hikayeler anlatıyormuş.
    bu hikayelerin birisinde; at üzerinde eli bıçaklı bir katilin bir yaşlı kadını boğazından öldürerek, kasabaya doğru yaklaştığı yazılıydı.

    bu haber kasaba halkını bir pazar günü, kahvaltı saatinde yakaladı. gazetelerinden böylesi bir haberi duyan ahali, bir daha kahvaltısına geri dönemedi.

    bu asılsız haberleri yazarken de, halkın zaten "yalandan da olsa böylesi haberleri duymak istediğini" dile getirerek yaptığı yanlışı meşrulaştırmıştı.

    yine birgün: bu tür haberlerin birisine canı sıkılan bir okuru, kendisini düelloya davet eder. önce kilometrelerce yol giderek, bu düelloyu kabul eden clemens, sonrasında bu gencin orduda görevli bir "keskin nişancı" olduğunu duyunca, bindiği aynı at arabası ile geri kaçar.

    insanların çalışıp didindiği dönemlerde, bilhassa ağabeyleri gibi uğraşıvermeyip, içkili eğlence mekanlarında rastladığı her sarhoşa fantastik hikayeler anlatan bu adam, artık yaşadığı her şeyiyle ekolümdü benim...

    yaşantım artık, bu adamın peşinden ayrılmadan, onun izinden ve yaşadıklarından dersler çıkarak değişiklik gösterecekti. bir küçük yazar olacaktım.

    o kim miydi? o "mark twain"'in ta kendisiydi.
    0 ...
  8. 80.
  9. geçmişten gelen isimsiz dizi
    alt katta oturan hulusi, eşi kamile ve iki çocukları, üst katta oturan komşuları ismail beylere misafirliğe gelmişlerdi.
    hoş geldin selamlaması bittikten sonra gelen misafirler ve hane halkı koltuklara kurulup hararetli bir şekilde televizyondaki "aşk altıgeni" adlı dizisini izlemeye başladılar. maalesef dizideki, o kötü sarışın çocuk, masum kızı gene aldatmıştı hem de kızın en yakın arkadaşıyla.

    "tüh boyun devrilsin" dedi evin hanımı ayten, o kötü sarışın çocuğa.
    "allah'ından bul cani adam bunu o kıza nasıl yaparsın!" diye kendisine katıldı kamile hanım.
    "var ya bunların hepsi hep, aha o fettan gözlü kız yok mu? hep onun başının altından çıkıyor." diye meseleye açıklık getirdi evin reisi ismail.

    bu arada salonda müthiş bir gürültü vardı. bir yandan televizyonun, sinema salonunu aratmayacak kadar yüksek sese ayarlanmış, bir yandan dizideki oyunculara yapılan tezahürat ya da beddualar ve ardı ardına gelip giden çay ve kuruyemişler.

    aynı anda evin üç yaşındaki küçük oğlu rıdvancan da içerideki odadaki televizyonu yirmi santim öteden seyrediyor arada sırada burnunu ekrana değdirecek kadar yaklaşıyordu. adeta putlaşmış. ne içeride ki bağırma çağırmaları duyuyor, ne arada bir odasına girip çıkanları fark ediyordu. gerçi odaya girip çıkanlarda onu fark etmiyorlardı, zaten rıdvancan da onları umursamıyordu. rıdvancan ne kadar robot gibi dursa da televizyonda gördüğü kötü amcaları cezalandırmak için elindeki kumandayla televizyonun ekranını dövmekten de geri kalmıyordu. hem onları dövdüğünü gidip annesine de söylüyordu aferin almak için ama annesi nedense kendisini pek fark etmiyordu. çünkü annesi de içerideki televizyonda başka kötü adamlara kızıyordu.

    öbür odadaysa evin ergen oğlu murat bilgisayarın başında garip garip sitelere girip çıkıyor, bir taraftan da kızarmış yüzüyle gelen var mı diye habire kapıyı gözetliyordu. bu arada girdiği siteler yüzünden bilgisayarı beş kez format atmak zorunda kalmıştı. aynı evde kaldıkları babaannesi ayşe nine bir gün merak edip sormuştu "bilgisayarın niye bozuluyo evladım, çok mu çürük yapmışlar?ben dedim ismail’e iyisinden al diye". o da "babaanne bilgisayarıma virüs giriyor o yüzden demişti. bunu duyan babaannesinin aklına o an verem virüsüyle, veba virüsü gelmiş paniklemişti. sonrada "abooo, lan oğlum o virüs sakın bize de bulaşmasın al götür şunu bu evden!" deyip o günden sonra bilgisayara hep mikrop gözüyle bakmıştı.

    evin ergen kızı melda, rıdvancan'ın olduğu odada yatağa uzanmış yeni aldığı sınırsız hatla konuşuyordu. tam bir buçuk saattir kendisini büyük bir dikkatle dinleyen sınıf arkadaşı pınar'a yan sınıftaki erdem'in yanından geçerken kendisine nasıl değdiğini ve ona pardon deyişini anlatmaya çalışıyordu.

    evin yaşlı dedesi tahir amca usulden olduğu üzere misafir gelecek diye üzerine krem rengi, yakasız kadife takımını giyinmiş, hacdan gelirken getirdiği gül yağından sürünmüştü. sonra da gelen misafirlerle sohbet etmek için o da salona geçmiş, ama ev halkıyla, gelen misafirlerin pür dikkat televizyon seyrettiklerini görünce doğru dürüst muhabbet edemeden sessizce odasına çekilmişti. onların bu hallerine çok üzülüyor ve kızıyordu. başlarını televizyona öyle bir gömüyorlardı ki, ne doğru dürüst haberleri seyredebiliyordu, ne de gün içerisinde ev halkı ne yapmış ne etmiş haberdar olabiliyordu. oğlu, gelini ve torunlarıyla yaptığı tek muhabbet, neredeyse "günaydın ve iyi akşamlarla" sınırlı kalmıştı.
    aynı dizi başlayalı yaklaşık iki saat olmuştu. bir ara evin reisi ismail sordu,
    "hanım bu adam taa bir ay önceki bölümde vurulmamış mıydı? baksana daha hala ameliyat etmeye devam ediyorlar
    ayten, kocasına kızgınlıkla çıkıştı; "kolay mı öyle hemen ameliyat olmak? zavallıya tam yirmi tane kurşun sıkmışlar. elleri kırılsın vicdansızların, kör olsunlar"

    dizinin tam sonlarına gelinmişti ki bir anda elektrikler kesildi. bu kez ağızlardan çıkan bir sürü lanet ve beddualar bedaş a yöneldi.
    bir anda salonda, "tüh bee.","hadi bee". "zamanı mıydı şimdi çocuk tam babasına kavuşacaktı" gibi bir sürü bağrışmalar oldu.
    bu sırada diğer odadaki çocuklar dağılıp ta yeniden toplanan çil yavruları gibi salona üşüştüler. karanlıkta hemen çakmaklar yakıldı, mumlar arandı. ama herkesin imdadına elinde emektar gaz lambasıyla salona giren tahir amca oldu.
    yarım saat geçmiş elektrikler hala gelmemişti ama tahir amcanın emektar gaz lambası salonda hoş bir ışık yaymış keyifli bir ortam yaratmıştı. kimileri kanepede, kimileri sandalyede, oturuyor, az önce biten dizinin çok önemli bölümlerini analiz ediyorlardı. bu kadar tantananın içinde neredeyse hiç konuşmayan, ama yüzünden de tatlı tebessümlerini hiç düşürmeyen birisi vardı, tahir amca. bir ara kamile merak edip sordu,
    "tahir amca senin dizilerle pek aran yok galiba?" tahir amca gülümseyerek hem kamile'ye, hem de ne cevap verecek diye loş ışıkta yüzüne merakla bakan ev halkına doğru ,

    "kızım benim açıkçası pek vaktim olmuyor. ama bazen bizimkiler seyrederken ben de şöyle bir bakıyorum." dedi.
    o sırada evin on altı yaşındaki oğlu murat sordu, "dede sahi ya sen en çok hangi diziyi seviyorsun?" dedesi yine yüzünde şirin bir gülümsemeyle cevap verdi,
    "benim en sevdiğim dizi…" dedi, ve bir kaç saniye durdu. ses tonu ve yüzündeki gülümseyiş farklı bir hal aldı ve bu haliyle konuşmaya devam etti,
    "ben, benim en sevdiğim diziyi size anlatayım bakalım, siz hangisi olduğunu bilebilecek misiniz? salonda herkes şimdi çok meraklanmıştı. tahir amcanın doğru dürüst dizi seyrettiğini kimse görmemişti, ama şimdi anlatacağı diziyi daha anlatmadan bu kadar duygulanması herkesin ilgincine gitmişti. buna bir tek şaşırmayansa şu an duygulu gözlerle eşi tahir amcaya bakan ayşe nineydi. o, bu dizinin hangisi olduğunu tahir amcanın titremeye başlayan sesinden hemen anlamıştı. elektriklerin olmadığı eski zamanlarda, akşam oldu mu gene böyle ev halkı veya kolu komşu toplanır tadına doyum olmayan sohbetler yaparlardı. sadece sohbetler mi. birbirinden güzel bir sürü hikaye anlatırlardı gecenin öbür yarısına sarkan zamanlara kadar. ve en çokta tahir amcanın şimdi anlatacağını tahmin ettiği hikayede hislenirlerdi.
    gaz lambasının yarı karanlık, sarı bir ışık dalgalarının boyadığı salonda, şimdi herkes oturduğu yerde toparlanmış sessizce tahir amcayı dinliyordu.

    "bir zamanlar" diye söze başladı tahir amca. "bir zamanlar yani ben diyeyim yüz sene, siz deyin bir asra yakın bir zaman önce şanlı mı şanlı, namlı mı namlı bir ülke varmış. bu ülke bir zamanlar gücü ve heybetiyle bütün dünyayı titretirmiş. ama gel zaman, git zaman bu ülke yavaş yavaş gücünü ve dost bildiği dostlarını kaybetmeye başlamış. toprakları her geçen gün küçülmüş, küçülmüş ama bu ülkedeki insanların mertliklerinin, onurlarının ve imanlarının büyüklüğü hiç değişmemiş. bu bahsettiğim ülke o kadar güzel, o kadar çekiciymiş ki, bunu fark eden başka ülkeler bu ülkenin topraklarına göz dikmişler. ve en sonunda bu güzel ülkeyi dört bir yandan kuşatmışlar, hem de ellerinde en son teknolojiye sahip silah ve yüzbinlerce askerle. ama etrafı düşmanla sarılı bu ülkenin insanları çok fakirmiş. ellerinde öyle doğru dürüst silahları bile yokmuş. yokmuş ama öyle bir vatan sevgileri varmış ki, bu sevgi dünyanın en güçlü devletlerinde bulunan silahlardan bile çok daha güçlüymüş. derken savaş başlamış. ülkenin her yerinden düşmanlar içeri girip her yeri işgale başlamışlar. buna karşılık o ülkenin ne kadar eli silah tutan insanı varsa onlarda düşmanla vuruşmak için "allah, allah diyerek savaş alanlarına koşmuşlar. geçtikleri her yer inim inim inliyormuş. cepheye bir giden ya şehit oluyormuş, ya gazi. ama gaziler daha tam iyileşmeden cepheye yeniden gitmek için can atıyorlarmış. bazen bir baba on altı yaşındaki oğluyla cepheye, koşuyormuş, bazen de bir dede torunuyla koyun koyuna şehit oluyormuş. savaş alanı mahşer günü gibiymiş. yağan binlerce merminin, bombanın haddi hesabı yokmuş. ve o kadar çok kan akıyormuş ki dağ taş karanfil tarlasını andırıyormuş. fakat akan bu kutsal kanlar boşa gitmemiş. bu ülkeyi hasta görüp, üzerine acımasızca çullanan yabancı devletler hayatlarının en büyük şokunu yaşıyorlarmış. çünkü onlar bu ülkenin zayıf silahlarının hesabını yapmışlar, ama insanlarının vatan aşkıyla dolu, kalplerinin gücünü hesaplayamamışlar. ve en sonunda da düşman yenilip arkasına bile bakmadan kaçmış gitmiş".
    sonrada şte" demiş tahir amca. işte benim de en çok sevdiğim diziden bir bölümdü bu."

    tahir amca konuşmasını bitirdiği halde salonda halen derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. kimileri tüyleri diken diken olmuş kollarını ovuşturuyordu. kimileri gözlerinden süzülen yaşları siliyordu.
    "hadi bakalım" dedi tahir amca iyice hüzünlenmiş bir şekilde "bildiniz mi bakalım en çok sevdiğim diziyi."
    murat hemen atıldı " nazi savaşları " diye
    evin reisi i;smail bu cevaba çok kızdı.
    "lan oğlum lise üçe gidiyon da bunun ne olduğunu daha bilmiyon mu" diye bir şaplak vurdu murat’ın ensesine.
    "baba ben nerden bileyim" dedi murat sızlanarak. "hem ben lise üçe değil ikiye gidiyorum haberin bile yok."
    "hadi len" dedi ismail ha lise iki, ha lise üç insan bilmez bunun 93 harbi olduğunu…"
    tam bu sırada "kamile bir dakika, bir dakika yoksa bu kurtlar vadisi zanzibar mı?" diye atıldı heyecanla.

    tahir amca aldığı bu cevaplara acı da olsa gülümsüyordu. az önce gelip kucağına oturan rıdvancan’a çevirdi yüzünü. rıdvancan onun bu evdeki en yakın arkadaşıydı. sadece o kendisini dinlemeye vakit ayırıyordu. ve diziyi de hep o can kulağıyla dinliyor, elindeki kumandayla havada sallayarak savaştaki düşmanları hep dövüyordu.
    "söyle bakalım rıdvancan" dedi tahir amca, hani şu sana her gün anlattığım dizi var ya, onun adını şöyle bağırarak bir söyle de buradaki herkes bir duysun bakalım.

    rıdvancan heyecanlanmıştı. elinde sımsıkı tuttuğu kumandayla önce peşinen düşmanları dövdü. sonrada var gücüyle bağırdı "kuytuluş şavaşıııı!"

    evdeki herkes bu sahneye çok gülmüştü. bu arada evin reisi ismail ve hanımı ayten evlatlarını böyle yetiştirdikleri için kendileriyle gurur duymuşlardı. o sırada ayşe nine bir anda eski günlerine geri dönmüştü. uzun zamandır aileyi hiç böyle bir arada görmemişti. o an elektriklerin kesildiği için şükretti. bu arada yarı loş salondaki bu muhabbet ortamı onu öyle bir coşturmuşu ki, bir anda buradaki herkese kendi genç kızlık anılarını anlatmak istedi. geçmişte acı tatlı o kadar çok hatırası vardı ki. birden, yüzünde muzip bir gülümseme belirdi ve sonrada,
    "çocuklar bakın ben de size en çok sevdiğim diziyi anlatacağım bakalım bulabilecek misiniz? “dedi.

    bunu söylediğinde tahir amcanın yüzünde mahcup bir gülümseme belirdi. ayşe ninenin yüzündeki bu muzip gülümsemeden hangi diziyi kastettiğini anlamıştı. neredeyse yarım asır önce kendisini nasıl kaçırdığını ve ne şartlarda evlendiklerini anlatacaktı. çünkü geçmiş zamanlarda ayşe ninenin anlatmayı en çok sevdiği anısı buydu.
    hane halkı ve misafirler şimdide büyük bir merakla ayşe nineyi dinlemeye hazırlanmışlardı. bu arada rıdvancan da her olasılığa karşı elindeki kumandayı sıkı sıkı tutuyordu, olurda bu hikayede de düşmanlar olabilirdi.

    ayşe nine tam "şirin bir dağ köyünde güzeller güzeli bir kız varmış" demişti ki o an elektrikler geldi.
    bir dakika sonra hane halkı ve misafirler hemen televizyonun başına, çocuklarda hemen odalarına koşmuşlardı.
    içi buruk, kelimesi ağzında yarım kalan ve "allah'ım ne olur elektrikler bir daha ki sefere şöyle uzunca kesilsin diyen ayşe ninenin başında bir tek rıdvancan ve tahir amca kalmıştı...
    1 ...
  10. 81.
  11. Uykum var.

    Saat öğlen bile olmadı henüz. Gece de huzurla uyumuştum halbuki. Yanımda olmasa da, telefondaydı sevdiğim. Hissedemesem de nefesini, duyuyordum.

    Hiç yoktan iyidir aslında. Evet, mutlu olmaya çalışıyorum.

    Bir sigara daha yaktım.

    Kahvaltı adını verdiğim kahveden sonraki dokuzuncuydu bu. Aklıma üç yıl önceki halim geldi.

    "Nasıl içiyorsunuz bu zıkkımı, neden yapıyorsunuz? Anlamıyorum."

    diyordum çevremdeki leş gibi kokan, yürüyen bacalara.

    O zamanlar henüz tanışmamıştım onunla tabii. Tebessüm ettim. Alaycı bir tebessümdü bu. Geçmişimle alay etmek, geleceğime methiyeler dizmek hoş gelirdi oldumolası.

    Perdeyi araladım.

    Apartmanın batı yakasına baktığından, sabahları aydınlanmayan odama; yavaş yavaş göğe yükselen, bir zamanların tanrısının ışıkları girdi süzülerek.

    Camı açtım.

    Klasik bir Aralık gündüzünün özelliklerini barındırıyordu gün. Henüz kar yağmamıştı fakat yoldaydı soğuk havalar. Esiyordu serin bir rüzgar, ağaçların arasından kayarak doluyordu, odam adını verdiğim yaşam alanıma.

    Ellerimi pencerenin pervazına dayadım.

    Dirseklerimi bükmeden, bileklerimden destek alarak sağ ayağımın parmakucuna kalktım. Sol ayağımı yasladım sağ ayağımın topuktan yukarısına. Gerindim iyice, kütürdedi kaburgalarım.

    Derin bir nefes çektim, sol elimin işaretle orta parmağı arasındaki yarısı tükenmiş sigaramdan.

    Karşı apartmanın beşinci katında oturan, benden yaklaşık üç yaş küçük fakat oldukça ergen olgunlaşmış olan komşu kızını gördüm. Daha birkaç yıl öncesine kadar evde arkadaşlarıyla yatıya kalınca yatağının üzerinde zıplayarak şarkı söyleyen küçük kız, serpilmişti gözlerimin önünde.

    Yeni uyanmıştı anlaşılan. Üniversiteye başladığı yıl ailesi evi ona bırakıp memlekete döndüğünden yalnız yaşadığı evde, iç çamaşırlarıyla uyuyordu geceleri.

    Hayatı beraber öğrenmiş, ilk deneyimlerimizi yaşamıştık, birlikte.

    Arkadaştık.

    Aslında arkadaştan biraz daha öte.

    Öğle yemeği adını verdiğim ikinci kahvemi hazırlamak üzere yürüdüm mutfağa. Dört gün önce haşladığım makarna gözüme ilişti. Kokuyordu. Tiksinerek döktüm çöpe.

    Yaktı ağzımı kahve. Küfrederek bıraktım, tekli koltuğumun yanındaki, her işe yarayan kirli sehpaya.

    Kapıyı aralayıp, hiç bakmadan, elimi uzatarak aldım paspasın üzerindeki gazeteyi. Tekli koltuğumun yanındaki sehpadan aldım kahvemi, oturdum.

    Sıkmıştı gazete. Hep aynı haberler vardı. "Bıktım" demekten bile bıktığımdan, etmedim tek kelime.

    Günün henüz başladığını farzettim sıkıntıdan. Yeniden duş aldım, yine ağzımı yaktı kahve, yine pencerede içtim, onsekizinci sigaramı.

    "Bıktım bu rutinden!" demeyi öyle çok isterdim ki. Oysa hayalimdi böyle yaşamak. Günlerce konuşmamak, izlemek sadece, gözlemlemek.

    Her insan gerçekleştiremez hayalini. Ben başardım. Mutlu etti mi bu başarı, memnun muyum hayatımdan? Bilmiyorum, sanırım.

    Ama sanki…

    Sanki bütün bunlar hayal halindeyken daha iyiydi.

    Asıl gerçek olduğunda yitirdi gerçekliğini hayallerim.

    Bir zamanlar düşünüp mutlu olduğum şeyleri, şimdi yapınca eksiklik hissediyorum. Bir şeyler eksik, tam uymamış sanki yerine.

    Komşukızı çarpıyor gözüme, günün yirminci sigarasını yakarken.

    Bana bakıyor.

    Saniyenin ondabiri kadar bir süre gözgöze geliyoruz ve dönüyor ardına.

    Mutfaktan, öğle yemeğimin suyunu ısıtmakta olan kettle çağırıyor beni anlık bir uyarı sesiyle. Taze çekilmi kahvenin kokusu doluyor yine ciğerlerime. “Sanırım tek zevkim bu.” diye düşünürken saçmaladığımı farkediyorum ve demliyorum kahvemi.

    Kapı çaldı, açmadım.

    Kim olduğunu merak edip delikten baktım sonra. Tahmin ettiğim kişi, fakat umduğum gibi değildi kapıdaki.

    Kapıyı açtım.
    1 ...
  12. 82.
  13. Umut edebilmeyi umut etmektir umutsuzluk.
    1 ...
  14. 83.
  15. Ayağa kalktım ve bağırdım. "Sen orospu çocuğusun ulan!" gırtlağıma sarıldı. "Ağzından çıkanı kulağın duysun yoksa ağzını da sikerim kulaklarını da." alışıktım buna. Alışık olmayan oydu. ilk kez böyle bir tepki verdim. Ben hem kendi tepkilerime alışıktım hem de onun benim gırtlağıma atılmasına. Boğazımdaki morarmış parmak izleri bunu sık sık yaptığını itiraf ediyordu çünkü. "Bırak lan! Çek elini" diye fısıldadım. Aslında bağırmak istedim ancak gırtlağımdaki el buna izin vermedi... Elini gırtlağımdan çekti. Karşıma geçip oturdu. Bir sigara yaktı. Bir tane de bana uzattı. Camel Soft. Kısa. Oflamasından anladım, benden bıkmıştı. Yaptıklarımdan, ani çıkışlarımdan, inadımdan.

    "Neden böyle yapıyorsun oğlum sen?"
    "Hiç."
    "Ne demek hiç? Neyin kafası bu amına koyim"
    "Hiç. Belki bir miktar esrar."
    "Esrar mı içiyorsun lan?"
    "Hee. Noldu ki? içmeyen mi var?"
    "Sen adam olmazsın pezevengin evladı"
    "Sen oldun da n'oldu? Annemi kanser etmedin mi?"
    "Karıştırma o işleri bak sinirlerimi tepeme çıkartma benim"
    "Tamam olur."

    Ceketimi aldım. Evden çıktım. Sonbahardı. Ayazdı. Hava buz kesmişti aynı zamanda kan kokuyordu ve de kömür. Altı saat yürüdüm. Tanımadığım, bilmediğim bir mahallede açtım gözümü. Bir bankın üzerinde. Artık ok yaydan fırlamıştı. Geride kalmıştı altı saat önce yaşadıklarım. Tekrarı olmayacaktı. Babamı kaderine terk etmiştim. O alışıktı terk edilmeye. Annem de terk etmişti onu. Sıra bendeydi. Hainlik bazen gerekli bir tavır halini alıyordu. Gerekliydi. Gereken yapılmıştı. Çocuktum ama terk etmeyi biliyordum, terk edilmeyi de. Zaman geçti. Daha zarar veren olayların içerisinde buldum kendimi. Bir kadını öptüm mesela. Bir kadını ilk kez dudağından öptüğümde artık çocuk olmadığımı anladım. Sonra bir kadını daha öptüm. Sonra bir kadını daha. Sonra bir kadını daha. Sonra kafamı geriye çevirip baktım, çocukluğum elimin uzanıp da dokunamayacağı kadar uzakta, olabildiğine flu bir fotoğraf gibi duruyordu. Netlik ayarları yanlışlıkla makineyi kurcalarken yapılmış bir makineyle çekilmiş fotoğraf. Zaten öyleydi. Ayarlarım bilmeyenler tarafından kurcalanmıştı. Bozulmuştum sonra ben de. Yapacak bir şey yoktu. Yarı bozuk, başı bozuk, boz bulanık devam edecektik. ilk kez bir kadını öptükten sonra sıra işin diğer tarafının tadına bakmaya gelmişti. Kanlı kısmına. Ayın karanlık yüzüyle tanışma vaktiydi. Hazırlıksız yakalandım. Ezildim gibi göründü her şey. O kadının bilmediği bir şey vardı. Bir kadın tarafından ilk kez yüz üstü bırakılmıyordum. Annem, annelik görevini yapmış, beni hayatım boyu defalarca karşılaşacağım bu çetin mevzuya çok küçük yaşta hazırlamıştı beni.
    "Ben gidiyorum, seni terk ediyorum" demişti gülümseyerek. Gülümseyerek bunu ifade etmesi, onu gözümde çirkin bir kadın yapmıştı. Ben de sigara yakmıştım sonra. Lucky Strike. Üç nefes çektim derin derin. Ben de gülümsedim. "Ben hazırlıklıyım bunlara güzelim" dedim. "Beni terk eden ilk kadın sen değilsin" Hiddetlendi. Tadına baktığı ürün taze görünüyordu ama aynı ürün ilk kez tadına bakılmadığını söylüyordu. Elindeki çantayı kafama geçirdi. "Orospu çocuğu!" ben tok bir kahkaha daha patlattım. O gitti. ilk kadının annem olduğunu öğrenememesi, onun için dezavantajdı. Üzülmüştü beni ilk ısıran hayvan olamamanın verdiği etkiyle.

    Sonra zaman geçti. Pek çok kadını öptüm. Bir sürü. Bazılarıyla da seviştim. Eksildim. Bir sigara yaktım. Sonra bir şiyir yazdım. Oturup ağladım. Bu kısır döngü sürekli tekrar etti kendini. Artık bayat bir film gibi geliyordu. Heyecanını yitirmiş bir sevinç gibi... Bir gün bütün bunlardan yoruldum. Bir kadını öpmekten yoruldum. Bir kadınla sevişmekten yoruldum. Bir sigara içmekten yoruldum ve de bir şiyir yazmaktan yoruldum. Lanet ettim. Babama yaptığımı kendime yaptım. Bu kez ceketimi almadım. Yazdı. Hava sıcaktı ve de yürümedim. Koştum. Beşiktaş'a kadar. Yaklaşık 2-3 kilometre. Bir banka oturdum. Akşamdı. Karşı tarafta ışıklar yanmıştı. Ara sıra ambulanslar geçiyordu. içimden "inşallah ölür" dedim. Ölse kurtulurdu çünkü o ambulanstaki her kimse. Hem bu kadar insanın arasında olup da ne yapacaktı ki? Hepsi göt. Sevdiklerini sandığı insanları aslında sevmemesi, aslında o insanların da onu sevmemesi. Acı bir gerçekti. Utanırdı belki bunların farkına varsa. Zaten öyle olur. Gerçekler hep utanç vericidir. Bir Lucky Strike daha yakacak oldum. Paket boştu. Yan tarafta oturan sevgililere yaklaştım. Endişeyle baktılar.
    "Bir sigara ver lan."
    hiç sesini çıkartmadan verdi. Tinerci sandı beni belki de. Sigaramı yaktım. Oturduğum banka doğru devam ederken arkamı dönüp seslendim, "Korkma oğlum, tinerci değilim. Kendimle hesaplaşıyorum sadece." Anlamadı. Anlamasını beklemedim. Zaten kimsenin seneler boyu beni anlamasını beklemedim. Banka oturdum. Düşündüm saatlerce. Esrar mı kurtaracaktı beni? Yoksa alkol mü? Yoksa uyuşturucu hap mı? Yoksa antidepresan şeyler mi? Neydi ki kurtarıcı? Din mi? isa mı? Allah mı? Para mı? Sabaha kadar düşündüm. Bazen aklıma geldi, beynimi Diyarbakır malı kubara yatırmam gerektiği gibi şeyler. O zaman uyuşurdum. Uyuşursam düşünmezdim. Öyle yaşar giderdim işte. Herkes kadar herhangi biri olarak. Telefon çaldı. Babaannem arıyordu. Altı sene olmuştu görüşmeyeli. Ben aramamıştım. O da aramamıştı. Muhtemelen her gün Ana Haber Bültenlerinde cesedimi görmeyi umut ediyordu. Hayırsız bir adamdım çünkü. Uyuşturucu kullanan, babasını terk eden, ailesini terk eden, namaz kılmayan, Allah'ın emirlerine karşı gelmeyen ama uygulamayan da aynı zamanda... Neden yaşadığını bilmeyen bir hayvandım babaannem için. Ölsem hayırlısı olurdu ona göre. O yüzden her gün haberlerde cesedimi görmeyi umut ettiğine iddiaya girebilirdim. Telefonu cevaplamak gerekliydi.
    "Alo"
    "Baban öldü."

    hayatımdaki en kısa telefon konuşmasıydı. Aynı zamanda en kaos içerikli. Sanki telefonun içinde bir karadelik oluşmuş, kulağımın içinden bütün ruhumu, enerjimi emip götürmüştü. Daha telefonu cebime koymadan bir daha çaldı. Bilmediğim bir numaraydı. Hiç adetim değildi tanımadığım numaraları açmak ama kontrolsüzce davrandığımdan açtım. Karşımdaki ses bir karakoldan geliyordu. Arkadan duyulan telsiz sesleri, telsizin içinde geçen o mekanik konuşmalar... Polis de babamın öldüğünü tescil ediyordu. Artık devlet kontrolünde bir piçtim. Resmi evraklarda piç yazmayacaktı belki ama kahvede, meyhanede, okulda vs. her yerde "bu piç" diye işaret edecekti parmaklar. Devlet biraz daha anlayışlıydı bu konuda. Yetim yazacaktı resmi evraklarda. Ki devlet, ölüm bile demiyordu kibarlık olsun diye. "Vefat etmiş" dediler polisler. Kibardılar. Hiç olmadıkları kadar. Tanımasam, bilmesem devleti de sevebilirdim o an, polisleri de. Çünkü yalnızdım. insan yalnızken yılanlara sarılıp uyuyası geliyor. 21. yüzyılın koynunda, itina ile yalnız bırakılmıştım. Yalnızlaştırılmıştım. Kaybetmeye programlanmış gibi... Ve görkemli bir cenaze töreniyle de piçleştirilmiştim. Artık beynimi esrara yatırma vaktiydi. Belki kafayı çeker, sağa sola saldırırdım. Kalabalık gruplara. Döverlerdi beni ve kafama aldığım darbelerle ölürdüm. Nefis olurdu bu. Zihnimin beni ele geçireceğini düşündüm. Ayağa kalktım. Sahil boyu yürümeye devam ettim. Zihnim mi beni öldürecekti ben mi zihnimi. Kaçıncı raundda bitecekti bu maç? Hep guardını almış bir boksör gibi mi dolanacaktım ortalıkta? Bir Lucky Strike daha yaktım. Durdum. Derin bir nefes çektim. Kafamı gökyüzüne kaldırdım. Güzeldi. Yıldızlar parlıyordu. Bağırdım.
    "Senin ben ta ananı sikeyim hayat gibi de, gökyüzü gibi de. Amına kodumun parlayan yıldızı."

    Yıldıza çok kızmıştım. Gökyüzüne de. Ben böyle ağlarken, o bu kadar görkemli bir şekilde parlayamazdı. Devlet onaylı bir piç olduğumdan, kimsem de yoktu yıldızlardan başka küfredebileceğim. Bütün gökyüzü benimdi ne de olsa...
    3 ...
  16. 84.
  17. Hikaye yazılmak amacı ile açılmış bir başlıktır. Arkadaşlar ben bu başlık da sizlerin ve benim aklımıza gelen güzel hikayeleri yazmamız için açtım. ilk hikayemin adı Heyecan Dolu Tatil

    - HiKAYEMiZiN TANITIMI-
    Birbirine aşık iki genç
    Baş başa gidilecek bir tatil
    Aşk
    Korku
    Umutsuz bir bekleyiş...
    iHANET

    - Hikayemizin Konusu -
    Hikayemiz de bir birini çok seven iki sevgili vardır. Defnenin katıldığı yarışma programın da kazandığı hediye sonucun da başların dan geçen olaylar anlatılmaktadır.

    - KARAKTERLER -[/b
    Defne
    Berkay
    Aylin (hostes)
    Joshapen
    Yaşlı bilgin

    - YER ve MEKANLAR -
    Tatil e gitmek için kullanılan uçak
    Sahte Cennet (uçağın düştüğü yer)
    Saklanılan Mağra
    Sahil

    Defne katıldığı bir program da çift kişilik bir tatil kazanmıştı. Bu tatili 3 yıllık sevgilisi olan berkay ile birlikte geçirmeyi planlamıştı ama bu planın ileri de başlarına ne tür bir bela getireceğini düşünememişti. Defne katıldığı program da Havai adalarında 3 günlük bir tatil kazanmıştı. Bu haberi hemen sevgilisi Berkay ile paylaştı çünkü uçakları yarın saat 21: 45 de Ankara Esenboğa havalimanın dan kalkacaktı hemen hızlı bir şekil de taksiye atladı ve eve gidip valizini hazırladı. Berkay ile anlaştılar yarın saat 20: 30 civarın da havaalanın da buluşmaya karar verdiler. ikisi de baş başa bir tatil heyecanı için de ada da yapacakları ve yaşayacakları duyguları düşünürken uykuya daldılar…

    Ertesi gün havaalanın da sözleştikleri saat de buluştular ve uçağın kalkacağı saati beklemeye koyuldular. ..
    Onlar orada bekleye dursun bu sırada uçağın kalkış için gereken hazırlıklar tamamlanmıştı ama görevliler bir şeyi unutuyorlardı…

    Bu sıra da saat 21: 30 olduğu için defne ve Berkay uçağa binmek amacıyla yürümeye başladılar. Güvenlik kontrolleri yapıldıktan sonra uçağa bindiler ve oturacakları yeri bulup bütün eşyalarını yerleştirdikten sonra yerlerine oturdular. Yaklaşık beş dakika sonun da uçak havalanmaya başladı bu sıra da Berkay sıkılmamak için defneye adaya indiğinde ilk ne yapacağını sordu ve muhabbet konusunu başlatmış oldu. Bu konuşma o kadar eğlenceli bir hal aldı ki uçak neredeyse yolu yarılamıştı. Ve benzin takviyesinin yapılacağı yere 2 saatlik bir yol mesafesi kalmıştı.

    Her şey yolundayken uçağın tribülansa girmemesi gereken bir yerde uçak şiddetli bir şekil de sarsılmıştı. Herkes bir anda paniğe kapıldı hostesler herkesin sakin olması gerektiğini normal bir sarsıntı olduğunu söyleyerek paniğe kapılan insanları sakinleştirmeye çalıştılar. Bu ara da pilot sarsıntının nedenini araştırırken benzinin normalinden az kalmış olduğunu ve benzin takviyesi yapılacak yere yetişemeyebilecelerini anladı. Yardımcı pilot ise uçağı alçaltmaları gerektiğini benzinin bitmesi durumun da kanatlar sayesin de süzülerek aşağıya inebileceklerini söyledi ama birinci pilot bunun abartılamayacak bir durum olduğunu takviyenin yapılacağı yerin kırk dakikalık bir zaman dilimi kaldığını ve sağsağlim yere iniş yapabileceğini söyledi. Böylece konuyu kapatmış oldu . Her şey yoluna girdi gibi gözükse de ibrenin sürekli oynaması durumun dan başka abartılacak bir şey yoktu. Bu sırada uçak hızla bir şekil de düşüşe geçti...

    Defne gözlerini açtığında ilk olarak gözleri, camdan dışarıda ki ormana takıldı ve çok şaşırdı ama bundan daha önemli bir şey vardı. O da kendisinin için de bulunduğu kötü durumdu. Defne koridordaki koltuk’ a kolunun sıkışmış olduğunu anladı gözleri Berkay ı aradı ama onu göremedi seslenmek istedi ama o adar çok ağrısı vardı ki sesi bile çıkmıyordu…

    O sıra da Berkay da uyanmıştı ve oda tıpkı sevgilisi defne gibi kendinden önce ilk olarak defneye bakındı ama etrafta ne defneyi nede canlı bir insan görmemişti. Ortalık savaş alanı gibiydi uçağın sağ kanadı kopmuş iniş takımları parçalanmış ve gövdesi de ikiye ayrılmıştı. Bunlara rağmen Berkay toparlanıp defneyi aramaya başladı Berkay defne’ yi bulduğun da defne pilot kabinin arkasındaki koltuğun arasına kolunun sıkışmış olduğunu gördü ve hemen kız arkadaşını oradan çıkarttı. içerisi çok havasız kalmıştı o yüzden berkay defnenin kolundan tutup dışarı çıkartırken…

    içeriden bir inilti duydular. Berkay hemen sesin geldiği yere koşup yardım isteyenin kim olduğuna baktı. Yardım isteyen kız bir hostes ti ve ayrıca dünyalar güzeli bir kızdı ama bu dünyalar güzeli tatlı kız feci bir şeilde yaralanmıştı. Uçak yere çakılırken oluşan sallanma da bacağına lavobonun kapısı düştüğü için hostes kıpırdayamıyordu ve bacağından fazla bir şekilde kan akıyordu. O sırada Berkay defneden yarayı temizlemek için bir şeyler getirmesini söyledi. Hostesin ölümcül bir tehlikesi yoktu ama nedense hostes çok aşırı derece de paniğe kapılmıştı. Berkay kızı sakinleştirmek için muhabbet kurmayı düşündü önce ismini sordu ;

    Berkay : Adınız nedir güzel bayan?

    Hostes: Aylin

    Berkay: Çok güzelmiş şimdi hiç korkmayın yaranızı iğleştirmeye çalışacağım

    Hostes : Sakat kalır mıyım?

    Berkay: Güldürmeyin beni en fazla yarım saate yürürsünüz…

    Bu arada defne uçaktan bulduğu kadarıyla çatlamış bir şişe alkollü su ve biraz sargı bezi getirdi Berkay on beş, yirmi dakika uğraştı ve işini bitirdi. Daha sonra berkay ve defne hostesin kolundan tutarak onu uçaktan çıktılar.
    Etrafta tek bir canlı bile yoktu sadece bitkiler ve bolca ağaçlar vardı birde savaş alanını andırmayan uçak parçaları. Belli bir süre yürüdüler düştükleri alan cennet gibiydi yemyeşil bitiler, büyük ve sık ağaçlar...
    Belli bir süre sonra bir kükreme sesi duydular paniğe kapıldılar aylin ve defne daha ne olduğunu anlamadan aslan bir anda Berkay’ ın arkasından pençe darbesi ile Berkay ı yere yığdı. Berkay bir süre yerde kaldıktan sonra toparlandı. Daha sonra ayağa kalktı ve aslan tekrardan Berkay ın üzerine doğru koşmaya başladı…
    1 ...
  18. 85.
  19. şu sözlükteki en uzun entry'mdir tanıma uyan.

    (#9350604)
    0 ...
  20. 86.
  21. 2023 yılı AB Descartes Bilim Ödülleri Paris’in ünlü kongre ve sergi salonu olan Zenith’te verilecekti.6000 kişilik salonun tamamı dolmuş ve sunucular en iyi bilimsel ödül projesini almaya hak kazanan kişinin adı açıklıyordu.
    Profesör Doktor Ali SAĞLAM’
    Salondaki 6000 kişi ayağa kalkarak onu alkışlıyor o ise sevincini küçük yardımcısıyla kutluyordu. Ağır adımlarla sahneye doğru ilerledi sanki buraya kadar koşar adımlarla geldim artık yeter der gibiydi. Her zamanki dik duruşu ve mağrur göğsünün gere gere sahneye yürüyordu. Ödülü Fransa eski devlet başkanı Sarkozy’nin elinden aldı ve mikrofonun başına geçti.’’ Bana bu ödülü layık gören herkese teşekkür ediyorum bu ödülü yalnız ve güzel ülkeme adıyorum ve tabi ki sana küçük dostum; teşekkürler!’’
    Sahnenin arkasında Ali’nin küçük dostunun görüntüsü belirdi kimse bu çocuğun kim olduğunu bilmiyordu. Tebrikleri kabul ettikten sonra kokteyle kalmadı ve küçük dostuyla beraber doğruca konakladığı oteline gittiler.
    Paris’in en ünlü otellerinden Hotel le Bristol muhteşem Eiffel Kulesi manzarasıyla insanı büyülüyordu. Ali küçük dostunu yatırdıktan sonra bir süre bu manzarayı seyretti ve geldi noktayı düşündü içinde bir huzur vardı sonunda istediği olmuştu bunun gururuyla bu gece gönül rahatlığıyla uyuyabilirdi.
    O sabahta her sabah olduğu gibi 6.30 da uyandı duş alıp tıraş olduktan sonra kıyafetleri giydi. Ali kırklı yaşlarında biri olmasına rağmen gayet bakımlı biriydi. ince kaytan bıyıkları, yandan taranmış saçları, uzun boyu ve kalıplı yapısıyla bir Osmanlı yeniçerisini andırıyordu. Klasik giyinmeyi tercih ederdi son 10 yılda insanların giyiniş tarzları farklılaşsa da o bu sabah kumaş pantolon üzerine şile bezinden düz beyaz bir gömlek giydi. Ali hala 20 yıl öncesinin modasını giyerdi kendini böyle rahat hissediyordu. Küçük yardımcını uyandırmadan otelin kahvaltı salonuna geçti.
    Saatin erken olmasından gerek salonda sadece tek masa doluydu. içeri girdiğinde garson yanına gelerek ‘şuradaki bayan sizinle görüşmek istiyor efendim’dedi. Ali kadını kibarca selamladı kadın ayağa kalkarak kendini tanıttı;
    ’Size de günaydın bay SAĞLAM; ben Science et Vie dergisi yazarlarından Clair EMMALYN’

    Ali sıcak bir gülümsemeyle Clair in elini sıktı ve karşısındaki sandalyeye oturdu. Clair bu sabaha günler öncesinden hazırlanmış tavrı var gibiydi. Kızıl saçlı, çilli yüzü ve kocaman gülümsemesiyle dikkat çekiyordu bu yirmili yaşlarında Fransız kadın; Sade bir kıyafet tercihinde bulunmuştu o sabah lacivert takım elbisesinin içine pembe bir gömlek ve onu tamamlayan turkuaz fular kıyafetinde en ilginç olan şey ise bu Fransız kadının ceketine ilikli olan Atatürk rozetiydi. Ali dikkatlice bakınca rozeti fark etti bu durum hoşuna gitmişti çünkü ömrü boyunca tüm önemli toplantılara aynı rozetle bunu anlayan Clair
    -Atatürk e karşı özel bir ilgim var o 20.yüzyılın dâhisiydi ve büyük bir liderdi ona olan hayranlığımdan toplantı ve röportajlarda bu rozeti taşırım.
    -Haklısınız Atatürk yok olmak üzere olan bir milleti tekrar yücelten bir görev adamıydı. O olmasa şuan belki de burada olamayacaktım.
    -Bilim dünyası 21.yüzyılın dâhisi olarak da sizi gösteriyor.
    Alinin yüzünde minik bir gülümse belirdi Clair işini iyi bilen bir gazeteceydi.Ali her zamanki alçak gönüllülükle yanıtladı.
    -Günümüzde çok değerli bilim insanları ve çok değerli çalışmalar var ben sadece insanlığa hizmet etmeye çalışan bir bireyim.
    Sesinin tonunu değiştirmeden konuşmasına devam eden Ali
    -Burada bulunmanızın sebebini sorabilir miyim?
    - Science et Vie bu ay sizin çalışmalarınızı kapağına taşımak istiyor izniniz olursa buraya sizinle röportaj yapmaya geldim.
    Kısa bir sessizlikten sonra
    -Memnuniyetle ama önce bir şeyler yesek röportajı kahve içerken yaparız.Kahvaltı yaparsınız değil mi?
    Clair ’in yanakları al al olmuştu karşınızda soğuk,aksi,ters bir profesör beklerken güler yüzlü, sıcak bir beyefendi ile karşılaşmıştı.
    -Doğruyu söylemek gerekirse güzel bir Fransız kahvaltısına asla hayır demem.
    Aldığı içten cevapla neşesi yerine gelen Ali garsona siparişi verdi ve masa beş dakika içinde hazır haldeydi. Kahvaltıları sofrasında çeşit çeşit ekmek ve reçellerden oluşuyor gevrek kruasan, taze baget ekmeği ve pain comlet ve çeşit çeşit reçelin bulunduğu Petit déjeuner den bulunuyordu içecek olarak ise Fransızların en çok tercih ettiği içecek olan Café au lait vardı. Her ne kadar zengin Türk kahvaltısının yerini tutmasa da lezzeti görünüyordu.
    Kahvaltıları bitmiş ikili otelin seyir terasına geçmek üzereyken Ali’nin küçük yardımcısı uykulu gözlerle salona giriyordu. Clair 13-14 yaşlarında bu çocuğu inceledi ama hiç bişey sormadan asansöre doğru yürümeyi sürdürdü.
    Asansöre bindiklerinde klasik asansör gerginliği onları da sarmıştı Ali yanıp sönen butonları takip ediyor Clair ise aynada saçını düzeltiyordu ikisi de bir an önce kapının açılmasını istiyordu.
    Kapı açılığında onları şık giyimli şef garson karşıladı kahvaltı salonunda olduğu gibi burada da tüm masalar boştu garson onları Eiffel kulesinin en iyi göründüğü masayı götürüyor bu arada Clair hala küçük yardımcının kim olduğunu düşünüyordu.
    Ali filtre kahve Clair ise mocha sipariş ettiler. Cebinden bir şeyler karalanmış bir kağıt çıkaran Clair kayıt cihazını masanın üstüne koydu.
    -isterseniz başlayalım.
    -Tabi; buyurun sizi dinliyorum.
    -Öncelikle projenizi açıklar mısınız?
    -Projem temel olarak manyetik alanların bir birine tesirini içeriyor. Kısaca geliştirdiğim metal plakalar dış etki ne olursa olsun aradaki mesafeyi sabit tutarlar. Bu plakaların kullanılma alanları sınırsız ben bu plakaları binaların deprem, heyelan, sel vb. afetlerden korumak için geliştirdim. Plakalar arasındaki manyetik itim kuvveti kesinle artmaz ve azalmaz aynı zamanda insan sağlığına zararı yoktur.
    -Anlayamadım siz dış etkilerden etkilenmeyen bir boyut oluşturduğunuzu mu söylüyorsunuz?
    -Kesinlikle iki plaka arasında manyetik alan şiddeti sabittir ve her ne olursa olsun bu mesafe değişmez işte bu yüzden mükemmel güvenliğe sahip binalar inşa etmek, koruma önlemleri almak, sürtünmesiz ortam oluşturmak artık imkansız değil.
    - Albert EINSTEIN da atomu buldu ama kendisinden sonra atom bombası icat edildi aynı durum sizin buluşunuzda gerçekleşir mi?
    …
    Clair sordukça Ali büyük sabır ve içtenlikle cevaplıyordu. Clair
    -Son bir soru Ali Bey yanınızda seyahat eden küçük çocuk kim?
    Ali bir an duraksadı ve başka sorusu olup olmadığını sordu ama Clair ısrarcıydı masada duran kayıt cihazını kapattı ve tekrar sorusunu yineledi. Ali bu durum karşısında
    -Peki, Clair sadece merakınızı gidermek için sizi bu durumu anlatayım. O çocuğun adı Ahmet Turan GÖKHAN Kahramanmaraşlı bir ailenin tek çocuğu babası iş yerinde çalışırken binanın üzerine bir kabus gibi çöken bir heyelanda diri diri toprağa gömüldü aynı anda da Ahmet dünyaya geldi.Zaten fakir bir aile olan Gökhan ailesi evin babası ölünce iyice perişan oldular Ahmet’in annesi bu duruma sadece altı ay dayanabildi Ahmet’i mahalle karakolunun arka bahçesine bırakıp intihar etmiş.Benim bir yakınım bana bu durumu anlattı çocuk esirgeme kurumundan Ahmet’in velayetini aldım.Ahmet çok zeki bir çocuktu 5 yaşındayken bir gün babasını sordu bende olanları anlattım.
    -Bize hayat veren toprak babamın hayatını nasıl alabilir?
    işte o söz beni bu projeyi yapmam için gerekli kıvılcım oldu yaklaşık altı yıllık bir çalışmanın sonucu olarak doğal afetleri engellemese de etkilerini minimize edebilecek bu projeyi geliştirdim. Bu durum aramızda kalmasını sizden rica ediyorum. Başka sorunuz var mı?
    -insanlık tarihinde ki tüm büyük mucitlerin bir ilham kaynakları vardır demek sizinki de bu küçük çocuktu. Röportaj ve kahve için çok teşekkür ederim Ali Bey başarılarınız devamını dilerim.
    -Ben teşekkür ederim.
    Derginin haftaya çıkacağını belirttikten sonra Clair kahvaltı salonuna tekrar indi Ahmet’in yanına gitti.
    -Ali beyin yanından geliyorum röportaj yaptık kendisinden izin aldım senin bir fotoğrafını çekmek istiyorum müsaade eder misin?
    Ahmet onaylarcasına kafasını salladı. Clair arka fonu karanlık olan bir yere götürdü fotoğraf makinesinde birkaç ayarlama yaptı ışığının geliş yönünü belirledikten sonra ardı ardına deklanşöre bastı. Yüzünde görevini tamamlamış bir askerin gülümsemesine benzer bir gülümseme oluştu. Ahmet’i yanaklarından öptü ve otelden ayrıldı.
    Ali o gün birkaç üniversite konferansına katıldıktan sonra Ahmet ile gece uçağına binip istanbul a döndüler.
    Bir hafta sonra Fransa’dan kargoyla Science et Vie dergisi geldi.Ali derginin kapağını okuduğunda başından kaynar su dökülmüş gibi hissetti. Kapakta Ahmet’in yüzünün yarısı aydınlık yarısı karanlık bir fotoğrafı ve fotoğrafın üzerinde de Fransızca:
    ‘L'ETINCELLE A BRULE L'ENFANT DE L'HOMME DEFUNT!’
    ‘ÖLÜ ADAMIN OĞLU KIVILCIMI YAKTI!’
    1 ...
  22. 87.
  23. bugün duyduğum güzel hikayeyi siz değerli sözlük yazarlarına da anlatayım. zira bana çok güzel geldi. umarım size de güzel gelir.
    olay şöyle gelişmiş; arkadaşım kent kartını kaybetmiş. kaybettiği gün de başkasının kent kartını bulmuş. bir kaç gün kullandıktan sonra kent kartın sahibini bulup ona kent kartını veriyor. eve gelip de facebookunu açtığında gelen mesajda kent kartını bulan kişi onun kent kartını vermek istiyormuş. (kent kart izmir de kullanılan akpil tarzı bir ulaşım kartıdır.)
    1 ...
  24. 88.
  25. 89.
  26. bir gün bir gün bir çocuk, eve de gelmiş kimse yok. açmış bakmış dolabı; ayakkabı görmüş. açtığı ayakkabı dolabıymış. kapıyı kapattığı gibi ecza dolabına yönelmiş. açmış bakmış dolabı; minoset kalmamış. ''mınıskim'' diyerek yakışıklı prensin!? cam ayakkabısını geri getirmesi için sonsuz bir umutla beklemeye başlamış. ee tabii, ne de olsa ayakkabı giuseppe zanotti'ymiş. oscar töreni'ne başka türlü imkanı yok katılamazmış. prens pedofilmiş, gökten de 3 muz düşmüş, çikita çikita çikita-bitti.
    1 ...
  27. 90.
  28. Mendebur bir daraba sesinin başlattığı yeni gününe uyanmıştı yine ve yine giyinmişti üstüne sevimli perişanlığını,yıllarca üstünde tepindiği caddeye çıktı,hayatına şahit onlarca alaycı bakışın arasından sıvışırcasına yoluna gitmeye çalışıcaktı şimdi.Halkın, kendine yarattığı divanelerden biriydi sadece, birkaç metre aralaşınca onlardan bıkmaya üşendikleri alaylarını işitmişti,onlar adına yoruluyordu her sabah.insanlıktan fazla çıkmasınlar diye adımlarını hızlandırmıştı, köşe başındaki mağazanın önünde kibritiyle sigarasını yakmaya çalışırken,camekanın puslu griliğinde kendine rast geldi,yansıması bir metreden daha az ötede kendinden mutluydu sanki. Deliliğe adamış aklını kullanmalıydı farkı aramaya başladı. Yansıma kendi miydi kendi gibi miydi,işte elbiseler aynı, saç baş aynı hırpani,işte sigara ağzının kenarında,işte meraklı bir bakış için eğilmiş kendine doğru yorgun bir deli,"Hayır ,bu ben olamam ya da o ben olamaz. Eksik bir şeyler var",dişlerinde sigarasını sıkarak bağcıkları düzeltmek için aşağıya eğilirken dahi gözü yansımasındaydı,bağcıkları bağlarken de yavaşça doğrulurken de. Bir kez daha eğildi aşağı doğru sonra ayaklandı yeniden yavaşça,"hımmmm",ucuz sigarasının dumanı gözlerini yakıyordu evet,ondan göremedi farkı,izmariti yere attı ve topuk pası verir gibi ayağının tersiyle kaldırımdan aşağı itti izmariti. "Aha,şimdi bulacağım". Bir iki kez yavaşça eğildi,sonra hızlı hızlı bir iki kez daha. "Yok" üstü başı toz içinde kalmış gibi silkinirken gözlerini kısarak başını aşağı yukarı salladı,çenesini parmaklarının arasına adlı sonra hasmına bir göz kırptı,"hımm"bir şey vardı,seziyordu, uğursuz bir zamanda aklına takılan meşhur adamların ismini hatırlamak gibi bir hale getirdi kendini,sonra dilinin ucuna ilk heceyi getirmek için beyninin tümünü prese aldı adeta ve "Evet. Hahaha işte bu,biliyor musun dostum,senin üstünde bende duran çıldırmış yılların hatıraları yok,evet evet bak üstümde duran hüzne,bilinmemiş çağlarda yaşayan bir terzinin elinde vücuda gelmiş elbise gibi,nasıl da yakışmış bana,hımm bak bana yalancı görüntü, sen ve diğer insanların canı cehenneme,bir aklı yitirmiş olabilirim bunda haklısınız,fakat aklını yaşadıkları için yitirmiş bir insana gülmek akıl karı mıdır,bunu anlamayanlar için niçin akıllı olacağım ki, buna ne buyurdunuz bayım,hımm susuyorsunuz,susmalısınız da en azından bu kadar insan olsanız dünyayı kirletmezdiniz,toprağın altındaki binlerce yaşamı,dünyalarından etmek için beton kubbelerinizle onlara tecavüz etmezdiniz,bir masum sokak kedisinin ölümüne küçük bir vahvahı dahi esirgeyen sizler bir düşkünle alay etmek için insandan öte tanrıcığı oynuyorsunuz,sonra adammış gibi ortalarda geziyorsunuz. Sizler bana gülerken ben gözlerimden yaşlar gelircesine ama hıçkırmadan yo yo gülmeyiniz gerçekten hıçkırmadan yalan mı diyorsunuz, gözümdeki yaş mı,eh peki, aklımı yitirdim ama yalan söyleyebiliyorum haklısınız,hoşçakalınız ,haddimi bilemedim." Sağ elini yana açtı ve görüntüyü eğilerek selamlayıp,kaçarcasına ordan uzaklaştı."En iyisi gün bitene kadar ıssızlığa kucak açmak,hayat ruhun mutluluklarına çoktan sırt çevirmiş, kazanmayan hırsları olmayanlar adam mı be." Aklından yenildiği doğruları geçirip "belki bir kuşun bir böceğin sesini bugün duyarım" diyerek akşama kadar saklandığı ormana yol aldı.Bir gün duyacaktı
    1 ...
  29. 90.
  30. bir vardım, bir yoktum...ama bir vardım, bir yoktum...
    1 ...
  31. 91.
  32. küçük arabada, on dakikalık yolda, yaz günü, sessizce ilerliyordu iki kişi. onun ,arabayı yavaş kullanmasına yüzlerce anlam yükledi, çoğu iyimser. düşünmek istemiyordu oysa. yanlarından geçen arabaları mı saysa? yoksa çıkarıp telefonuyla meşkul gibi mi davransa bilemedi. sıradan şeylerden bahsedebilirdi pekala, bir azalıp bir çoğalan neşesiyle. ama gururu buna asla izin vermezdi. ah şu gururu. yıllar öncesini düşündü yine. belkide asıl suçlu kendisiydi. işte tehlikeli bölge burada başlıyordu. biraz daha düşünse kendini suçlayacaktı yine. yargılayacak ve onsuzluğu hakettiğine inandıracaktı kendini. tabi ortada bir suç ve suçlu varsa. insanın istediği şeye kavuşması her zaman mutluluk getirmiyor. ne kadar doğru ve eksiz anlatıyordu bu söz hayatını. hiç mutlu değilim diye düşündü. yan aynadan yüzüne baktı. beyazdı, az güneş görmüş bir çocuk kadar. yaşını göstermiyor ve göze hoş geliyordu o kadar. içinde kopan fırtınaları belli etmeyen sıradan bir surattı işte. insanların öve öve bitiremediği güzelliğinden bir kez daha nefret etti. kendisine değerli bir mücevher gibi davranan insanlardan da nefret ederdi. yanında ki de gene susuyordu. telefonu çaldı açmadı. buda iyiye işaretti. onu hiç tanımadığını düşündü. hakkında duyduğu bazı şeyler dışında. ayrı dünyası vardı, gerçekleri, kuralları... ayrı dünyaları somuttu. bu gerçekle daha ne kadar yaşayabileceğini kestirmeye çalıştı.
    arabayı hala yavaş kullanıyordu. ah ne kadar güzel bir gündü. güneş tam tepede ama bu gün yakmıyordu. bir duasının daha kabul olduğunu düşündü.yanındaydı işte. konuşmasa da. ne kadar saçma şeyler düşündüğüne karar verdi milyonuncu kez. yanlarından geçen arabaları saymaya başladı. bir üç beş...
    - ne kadar güzel bir gün değil mi?
    arabada ikisinden başka kimse olmadığına göre kendisine yöneltilmiş bir soruydu bu. ya da gaipten bir ses duydu. ne dese bilemedi. kırılgan bir tonla
    - ah evet diyebildi sadece. bütün kelimeler yetersiz kalıyordu. hangilerini seçip kullansa bilemedi. o kadar karıştırıyordu ki bu adam aklını. hemde hiç birşey yapmayarak. ah bilseler ne büyük bir başarıydı bu. arabaları saymaya başladı tekrar. kimdi bu adam? hiç kimse. herhangi bir yakınlıkları yoktu. ufuk çizgisine benzetirdi onu hep. görürdü ama bir türlü ulaşamazdı. ulaşmak için çaba da sarf etmezdi. omuzlarında ağırlığını hala hissettiği gerçekler vardı. ve gelmeyene gitmemek gibi kendisine doğuştan ceza olarak verilmiş garip bir huyu. ne zaman yenmeye çalışsa gururu engel olurdu.
    - insan istediğine kavuşunca mutlu olacağını sanıyor.
    işte bir cümle daha. bu kez kurmadı düşünmedi kendi oldu. aklına ilk geleni söyledi. gülerek başını kaldırdı.
    - bunu benim yanımda demeyecektin dedi.
    önüne bakıyordu suçlu gözlerle. psikolojik tezlere konu olabilecek duygu fırtınaları içinde olabildiğince sakin ve narin. yanında oturan adama bakamadı. gözlerini alamayacaktı çünkü. yıllar geçiyor ve bir bu değişmiyordu. hayat gerçekten tuhaftı.
    içinde uyuttuğu, bazen de unuttuğu sancı uyanmıştı işte. ve bu sancıya alışıp günlük yaşantısına dönmek hayli zamanını alacaktı yine. ve sancıyı yatıştırmak için kim bilir ne saçmalıklar yapacaktı uzun süre.
    - neden diye ikinci kez sordu adam.
    düşüncelerden sıyrılıp
    - buna verilebilecek kısa bir cevabım yok diyebildi.
    adam radyoyu açacak oldu. kız istemedi. başı gürültü kaldıracak durumda değildi. şimdi bir şarkı çalar ne zaman duysam aklıma gelirsin diyecek hali yoktu ya? arabadan inerken bu günü hafızasından silmek için kendisine bol keseden iki ay verdi. herkese gösterdiği kibarlığı ve içtenliği hatta kuru bir teşekkürü bile ondan esirgedi. ne bir hoşçakal vardı ne de bir görüşürüz. ne hoş kalacaktı ne de bir daha görüşeceklerdi. bugün allah'ın hazinesinde küçücük bir hediyeydi kendisine belkide. bu lütfü hak edecek ne iyilik yaptığını bilemedi. ağır adımlarla evine girdi. işte hep böyle oluyordu. onu uzaktan görmek bile alt üst olmasına yetiyorken. on dakikalık yolu on beş dakikada gelmişlerdi hemde yalnız. üzerini değiştirdi. kendini neyle oyalasa bilemedi.
    2 ...
  33. 92.
  34. -''Artık yerden kalk, yeter!''
    Başım niye bu kadar dönüyor demeye kalmadan kasıklarıma bir tekme yedim.
    -''Ne yapıyorsun ya?!'' ve bir tekme daha. Güçlü ayakları, mini eteği vardı. bir daha ne yaptığını sormamaya karar verdim. Yavaşça kolumun üzerine ağırlık vererek kalkmaya çalıştım fakat geri olduğum yere yığıldım. Tekrar denedim ve ayaktaydım. Boyu benden az kısa, gözleri kin dolu ama korkak bakışlı, altları mor kadın bana bakıyordu. Daha önce hiç bu kadar dikkat etmiş miydim? Hatırlamıyorum. Bu sefer suratıma bir tokat attı ve şöyle dedi:
    - ''Senin yüzünden otobüsü kaçırdım!''

    Cevap vermeden hemen önce düşünmeye başladım. Otobüsle nereye gidecekti? Bahsettiği başka bir şehre gitmek mi yoksa belediye mi? Ne otobüsü diyemedim, korkmuştum. Dolu bir çantası vardı. Şehir dışına gidiyordu muhtemelen. Bir cesaretle:
    - ''Biletin kaçtaydı idil?''
    - ''15 dakika sonra seni gerizekalı!''
    - ''Özür dilerim.''
    Özür dilmeyi sıradanlık haline getiren insanlardan olmaya başlamıştım. Özür dilerim çok içtim, özür dilerim kustum, özür dilerim geç kaldım, özür dilerim, özür dilerim... Ne yalancı bir cümle. iyi yanlarını arıyordum:
    - ''Arayıp erteleyemez misin?''
    - ''Hayır!''
    Bağırmayı bırak artık diye mırıldandım. Üç şişe bira, iki sek votka karıştırmıştım ve kusmam muhtemeldi. Üzerime gelerek:
    -''Bıktım sorumsuzluklarından, götünle içmelerinden, özür dilemenden! Bitti Özgün anladın mı?!
    Sadece son cümlesini anlamıştım. Gözlerine bakarak:
    -''Anladım'' diye mırıldandım.
    - ''Hoşça kal! '' diyerek adeta kinini kustu. Acıtmamıştı, sıradan geliyordu. Arkasından gidişini seyrettim. ilk içişini benimle gerçekleştirmişti, ilk kez biri ona şiir yazmıştı - tabi bunları o söylüyordu.-

    Garip bir hüzünle midem bulandı. Ben de eve yürümeye başladım. Yaklaşık 25 dakikam vardı ve neden mesaj gelmiyor, kimse aramıyor diye düşünmeye başlamıştım. Arada yere düşüyor ve topuklarımın acıdığını hissediyordum. Müthiş bir merakla saati ve idil'i merak ettim. Saat için telefonuma bakamadım. Şarjı bitmişti ve idil'i merak ediyordum.
    -''Kahretsin!''
    Koşa koşa geri dönmeye başladım. Koştum, koştum... Nefes darlığı olan bir adamdım. Beş dakika sonra durduğumda çok dar nefesler alabiliyordum. Diz çöktüm, nefes almaya çalışıyordum. Öksürdüm, öksürdüm...

    Uyandığımda öksürdüğüm yerdeydim. Sabah olmuş, esnaf kepenkleri açmıştı. Herkes bana bakıyordu. Ben de baş ağrısından başımı ovuyordum. Kalkmaya çalıştım ve bu sefer ilk denemede oldu. Bir huzur vermişti bu bana. Hızlıca eve gittim. Tişörtümün altı leş gibi olduğu kadar ağzım da leş gibiydi. Bunu hissedebiliyordum.
    Eve geldiğimde annem doğru duşa gir diye kükredi. Garipseyerek:
    - ''işe niye gitmedin anne?''
    - ''Duşa gir hemen!''
    Duşa girdim ve çıktıktan sonra hemen yatağıma attım kendimi. Dört, beş saat sonra uyandım. Gayet iyiydim ta ki annem yanıma gelene kadar:
    - ''Nerdeydin?''
    - ''Arkadaşlarla takıldık işte anne.
    Yeter artıklı uzun cümleler kuruyordu, dinlemeye kapatmıştım kulaklarımı. Sonra gitti. Telefonumu elime aldım, şarjı olmadığını unutmuştum. Şarja taktım, kendim sert bir kahve yaptım. Aradan on dakika geçmişti, telefonum açıldı. Annem defalarca aramıştı, idil beni merak etmişti. Mesajın beyaz kutucuğunda öyle görünüyordu en azından. Kendime mesaj atmak yok diyerek, mesaj yazmaya başladım. ''O saatte bırakıp gittin, sağol, iyiyim.'' Böyle bir mesaj. Bol tiripli, amaçsız. Yarım saat kadar sonra cevap geldi:
    '' Başkasına aşık olduğunu söyledin!''
    işte şimdi sıçmıştım. Sarhoşken sevgili diye hitap ettiğimiz kesimle içmenin zararlarından biriydi bu. ikincisi ise öncekini hatırlamak. Numarasını sildim, ezberimde de yoktu. Giyinip en yakın arkadaşlarımdan biri olan Musti ie buluşmaya gittim. Morali bozuktu ama sormak istemedim. istese anlatırdı. Yanına gittiğim herhangi bir zaman tokalaştığımızı hatırlamam.
    -''Nasılsın abi?'' Dedim.
    -''iyiyim mayk sen?''
    - ''iyi''
    Nasılsınlı sohbetlerimiz hep böyleydi. Belki de böyle olmak zorundaydı. Mustiye dönüp:
    - ''Bizimkilere söz verdim bir süre içki yok.''
    - ''Aynen.''
    iki saat kadar sonra, pazartesi günleri biranın dört lira olduğunu bildiğimiz bir barda söz vermek üzerine kafa patlatıyorduk.
    0 ...
  35. 93.
  36. lise dönemleriydi mahallemizde nazan adında ananesinde kalan çirkin evde kalmış bir hatun yaşardı. yaşı 30 küsürdü evlenmemişti ve bu da bana fena halde dert olmuştu. günlerden birgün evde tek başıma oturmuş telefon trafiği yaparken nazan'ın ananesi sabire teyze'nin evini aramak geldi içimden...
    - renksiz captain: alo iyi günler sabire teyzeylemi görüşüyorum.
    - sabire teyze: evet benim buyur evladım.
    - renksiz captain: bir an için tanıdı zannederek korktum ama devam ettim. teyze ben sana bir şey söylemek istiyorum ama nasıl söylesem bilemedim. ( blöf yaparak ) neyse ben kapatayım teyze seni rahatsız ettim özür dilerim.
    - sabire teyze: hayatta bırakmam söyle evladım kimsin ne oldu.
    - renksiz captain: teyze nasıl söylenir bilemiyorum ama beni bir tek sen anlarsın.
    - sabire teyze: hadi oğlum anlat nedir derdin merakandım, korktum kimsin ne demek oluyor bu.
    - renksiz captain: teyze ben nazan'a aşık oldum. ne yapacağımı bilemedim seni aramak daha mantıklı geldi ne olur yardım et bana.
    - sabire teyze: oğlum kimsin sen nazan'ın bundan haberi varmı tanıyormu seni.
    - renksiz captain: teyze bu seçimlerde nazan sandıkda görevliydi orada gördüm. kendisi hatırlamaz ilkokul arkadaşı talat'a sordum sizin ne kadar iyi ve anlayışlı insan olduğunuzu mutlaka bu derdimi size açmamı söyledi. adınızı soyadınızı 118'e sorggulatıp numaranızı aldım rahatsız ettisem çok çok özür dilerim. isterseniz hemen kapatırım.
    - sabire teyze: hayır evladım sen kötü bir şey yapmıyorsun ama kimsin nerede oturuyorsun.
    - renksiz captain: teşekkür ederim teyze çok anlayışlısınız. fatih sitesinde oturuyoum ismim mehmet.
    - sabire teyze: mehmet ne iş yapıyorsun oğlum sen annen baban ne iş yapar. kaç yaşındasın.
    - renksiz captain: ( kamalettin tuğcu'ya bağlar ) annem beni doğururken vefat etmiş babam bizi bırakıp gittiğinden biz ablamla dayımın yanında yetiştik. balık pazarının üzerindeki alışveriş çarşısında dükkanım var. oturduğum ev kendimin ve yeni yapılan yeşil siteden bir tane daire daha aldım. içinin dekorunu yaptırıyorum şuanda bitince kiraya verecem.
    -sabire teyze: evladım benim işlerim var sonra konuşuruz..
    aradan iki gün geçer evde yalnız kalınca dayanamam ve yeniden sabire teyzemi ararım. bu kez evin diğer aklı başında olan insanları tarafından tembihlenmiş olan sabire hatun daha dirençli bir şekilde çıkar karşıma..
    - renksiz captain: alo sabire teyze ben mehmet nasılsın.
    - sabire teyze: iyiyim evladım sen nasılsın.
    - renksiz captain: nasıl olayım teyze evin işleriyle uğraşıyorum ustaların başındayım.
    - sabire teyze: habire kıllanmaktadır. evladım dayına anlattınmı bu durumu. kapatmadan bana numaranı ver bir dahaki seferde ben seni arıyayım.
    renksiz captain: dayıma herşeyi, sizinle konuştuğumuda anlattım teyze. bana fazla uzatmamamı sizinle konuşması gereken kişinin kendisi olduğunu söyledi.
    - sabire teyze: bence dayın haklı evladım bu işler telefondan olmaz. dayın hangi işle meşgul.
    - renksiz captain: dayımın ereğlide ayakkabı dükkanları var teyze.
    - sabire teyze: tamam evladım şimdi kapatalım ama sana ulaşabileceğim numara ver ben seni ararım.
    - renksiz captain: aklıma ilk olarak bir zamanlar vurgun olduğum hilal'in numarası geldi. ne olacaksa olsun dedim ve verdim...
    aradan 3 gün geçmiştir ve ben sabire teyzemi aramak için sabırsızlanıyordum ama bir türlüde ev müsait değildi. sabire teyzenin komşusu bahar abla ile ablam bizdelerdi. baktım ki olacak gibi değil onlara durumu anlattım. inanmadılar bende hemen şimdi sabire teyzeye gidin ben 5 dakika sonra arıyacam dedim ve onları sabire teyzeye yolladım...
    - renksiz captain: alo sabire teyze ben mehmet nasılsın.
    - sabire teyze: tanıdım oğlum iyiyim sağol. evladım verdiğin numaradan seni aradım burada öyle biri yok dediler.
    - renksiz captain: nasıl olur teyze sen numarayı yanlış almışsın. zaten arasanda bana ulaşamazsın ev yaptırıyorum gün boyu ustaların başındayım.
    -sabire teyze: bir saniye evladım. kızlar siz yan odaya geçin ben nazan'ın eski bir öğretmeniyle konuşuyorum bitince yanınıza gelirim. bak evladım dayınlada konuşmuşsun biz yonca evlerde f blok'da oturuyoruz. burcu markette murat var sizi bize getirir hafta sonu dayınıda al gel artık yüzyüze konuşalım...
    ve hafta sonu geldiğinde ben sabire teyze yerine bahar ablalara gitmiştim. sabire teyzeler kapıdaki ayakkabılardanda anlaşılacağı üzere tam kadro mehmet ve dayısını bekliyorlardı. aradan 17 sene geçti sanırım nazan hala daha mehmet'i bekliyor...
    herkese renkli günler
    1 ...
  37. 94.
  38. bir horoz ağlıyor

    yorgun geçen günün ardından horoz dinlenmeye çekilir. halsizlikten tüyleri iyice yıpranmış, o eski ve gösterişli halinden eser kalmamıştır. kümese girdiğinde bütün tavukların iki kez dönüp baktığı ve üçüncüde aşık olduğu horozu artık at sinekleri bile görmezden gelmeye başlamıştı.

    horozun bu durumlara düşmesinin asıl nedeni ise sahibinin kümese başka horoz almamasıydı. tabi bir kümes dolusu tavuk var, zavallı hangi birine yetişsin. tavukların her gün şikayette bulunması cabası.

    horoz biraz kestirdikten sonra gezintiye çıktı. diğer çiftlik hayvanlarının alaycı bakışları arasında en yakın dostu tavus kuşunun kümesine doğru yola koyuldu. bu yolculuk esnasında çiftlik sahibi genç ve çok gösterişli bir horoz almıştı. horoz bu durumdan habersiz arkadaşı ile sohbete dalmıştı. arkadaşına; durumdan ne kadar şikayetçi olduğunu anlatıyor. kaybolan itibarını, diğer çiftlik hayvanlarının onunla dalga geçmesini ve tavukların şikayetlerini dile getiriyordu. intihar edip, bütün dertlerinden kurtulmak istediğini tavus kuşuna söyledi. tavus kuşu ise; işinin çok zor olduğunu, sabırlı olması gerektiğini ve daha çok genç olduğunu söylüyordu. bu esnada bir keçi yanlarına gelip horozu tebrik etti. horoz anlık şaşkınlıktan sonra keçiye; neden tebrik ettiğini sordu. keçi ise; sonunda kümese bir horoz daha alındı, haberin yok mu? diye söyledi. horoz bu haberi duyunca pek inanamadı, küçük bir tebessümle arkadaşının yanından kalkıp kümesin yolunu tuttu.

    kümese her yaklaştığında tavukların ötüşleri iki kat artıyordu ve bu durum horozu iyice endişelendiriyordu. nihayet kümese vardı. içeri girer girmez tavuklar birden sustu ve uçuşan tavuk tüylerinin arasında yeni horoz belirdi. yeni horozun heybetli duruşu ve gösterişli tüylerini görünce mazi gözlerinde canlandı. kendisi de kümese ilk geldiğinde böyle gösterişli ve diriydi. yutkunduktan sonra yeni horozun yanına yaklaşmaya başladı. yeni horoz ise kendini tutamayıp kahkaha atmaya başladı. alaycı hareketlerle tavukların önünde horozumuzun kırılan gururunu toz hale getirdi. horozumuzun gözünden süzülen ufak gözyaşları gagasının kenarlarından yerdeki tavuk tüylerinin üstüne damlayarak kayboldu. arkasını çabucak dönerek kümesten çıktı ve çiftliğin içinde bulunan gölün kıyısına gitti. göldeki yansımasına baktı. solgun tüyleri ve çelimsiz gövdesi onu intihara daha da sürüklüyordu. ama içinden bir ses ise pes etmemesini ve hayata küsmemesini söylüyordu.

    hava kararmıştı. ahırın kenarındaki samanların üzerine oturmuş kümesi seyrediyordu. kümesten gelen şen şakrak sesler havayla beraber içini daha da karartıyordu. gözleri iyice yorulmuştu. daha fazla dayanamayıp uyuklamaya başladı. bir süre sonra bağırışmaları duyarak uykusundan irkilerek uyandı. etrafına bakındı ve ne görsün kümes ateşler içindeydi.
    bütün tavuklar kendini kurtarmış ama yeni horoz içeride kalmıştı. ateşler kümesin kapısını kaplamış ve kimse içeri giremiyordu. horozumuz kümesin arka tarafında bulunan yarıktan içeri girmeyi başardı ve yeni horozu yerde baygın yatarken gördü. yeni horozun ona gösterdiği tavırlar aklına gelse de o yardım etmeye kararlıydı.

    derin bir nefes çektikten sonra yeni horozun yanına gidip kuyruğundan tutarak kapıya doğru sürüklemeye başladı. dumanlar arasında güçlükle nefes alabiliyordu. yeni horoz anlık kendine geldi ve kendisine yardım edeni gördü. horoz tam kapıya yaklaşmıştı ki başını üzerindeki büyük tahta parçası koptu. horoz bir hışımla yeni horozu alevlerin üzerinden dışarı atmayı başardı. ama horozumuz, üzerine düşen tahta yüzünden ölmüştü. bütün hayvanlar yeni horozun nasıl dışarı çıkabildiğini çok merak ediyordu. yeni horoz ise yerde baygın baygın yatıyordu. kimsenin aklına diğer horoz gelmiyordu ve kimse onu merak etmiyordu. sabah olmuştu ve yangın söndürülmüştü. yeni horoz kendine gelmişti. ilk işi diğer horozu sormak oldu. tavuklar ise onun nerede olduğunu bilmiyordu. kendisini kurtaranın diğer horoz olduğunu söyledi ve ağlamaya başladı. ne kadar büyük bir hata yaptığını iş işten geçtikten sonra anladı. bu durumu gören bütün hayvanlar derin bir üzüntüye kapıldı. dış görünüşü ile sürekli dalga geçen çiftlik hayvanları ve sürekli ondan şikayetçi olan tavuklar, kendilerini onun yerine koymadan ayrıca onun nasıl güçlükler çektiğini hiç düşünmeden hareket etmişlerdi. asıl önemli olan şeyin o horozun dostluğu, yardımları, yerine getirmeye çalıştığı sorumluluklarıydı.

    o yangında kendine geldiğinde tek hatırladığı, eski horozun umut dolu bakışlarıydı. her üzücü olay gibi eski horoz da unutulmuştu ama yeni horoz kendine eski horozu örnek almıştı. çiftliğe başka horozlar da geldi ama bu sefer herkes dosttu ve mutluydu…

    son.
    0 ...
  39. 95.
  40. aslında bunu bir erotik hikaye olarak yazmaya başladım.ama duygusal bir insan olduğumdan bittiğinde drama dönüşmüş olduğunu gördüm bu yüzden buraya yazmayı uygun görüyorum.tabiki içerisinde biraz erotizm var.* kişi kurum ve kuruluşlar biraz gerçek biraz hayaldir.

    o yıl ailevi sebeplerden dolayı tatile gitmemiştim ve son yılların en sıcak ayları yaşanıyordu insan sokağa bile çıkamıyor evde can sıkıntısından günde 5 posta çekiyorum.baktım böyle olmayacak dedim iyisi ben bir ingilizce kursuna yazılayım en azından yazı değerlendiririz sik sik oturmayız evde.neyse kursa yazıldım o gün kursun ilk günüydü işte o gün,onu gördüğüm ilk gündü sınıfta yeni bir ortama girmenin ve tanımadığın insanlarla oturmanın verdiği gerginlikle kapıya boş boş bakıyorum. işte o anda içeri girdi kumral saçları ile 30 luk bir afet. o an sanki her şey silikleşti dona kaldım rahatsız olmuş gibi yüzüme sert bir bakış atmasa sonsuza kadar bakabilirdim, hemen yüzümü sıraya çevirdim.kızmış olsa bile biraz hoşuna gitmiş olacak ki geldi ve benim önümdeki sıraya oturdu tabi karşı cinse karşı hep çekinden olan ben kıpkırmızı.* daha sonraki haftalarda biraz sohbet etme şansım kendisi hakkında biraz bilgi sahibi oldum kocasından boşanmış bizim memlekete yeni atanmış bir tarih öğretmeniydi.burada pek fazla tanıdığı fazla insan yoktu bu yüzdendir sanırım aramızdaki sohbet bayağı ilerledi.biribirimize telefon numaralarımızı verdik benim gelmediğim günlerde telefon ederdi notlarını alırdım o ise dersleri hiç kaçırmazdı öğretmen olmanın verdiği bir derse saygı ve disiplin geleneğinden sanırım.bir gün sınıfa gittiğimde onu göremedim beklemeye başladım birazdan gelirdi ama hoca sınıfa geldi yine yok.neyse ders bitti telefon ettim derste yoktun bir şey mi oldu diye?bana hasta olduğunu söyledi.kadınların regl im yerine hastayım dediğini bildiğimden fazla kurcalamadım.notları sonra sana veririm dedim zahmet olmazsa eve getirebilirmisin dedi tamam olur dedim evi zaten kursa yakındı kapıyı açtığında dağılmış gözleri ağlamaktan şişmiş halde buldum bu regl döneminin getirmiş olduğu duygusallık ve yeni bir hayat kurmak için çabalarkenki çaresizliğindendi adeta hayata malup olmuş gibi hüsranla doluydu gözleri.notları verdim bir ihtiyacı olup olmadığını sordum seni buraya kadar yordum gel bi nescafe içelim dedi.dertleşmek istediği belli oluyordu kabul ettim içeri girdik.beni salona geçirip nescafeleri yapmak için mutfağa gitti bu arada bende odayı inceliyordum fazla eşya yoktu ama yinede şirin döşenmiş küçük bir evdi.nescafeleri getirdi ben 3 lü koltuğun en sağına oturmuştum oda yandaki tekli koltuğa oturdu anlatmaya başladı lisedeyken ailesini bir trafik kazasında kaybetmiş bir süre teyzesinin yanında kalmış 18 ine basıncada ailesinin evine yerleşmiş. üniversitede asistanlarından birine aşık olmuş ve üniversite bitince evlenmişler.bu arada kpss yi kazanmış ve tarih öğretmeni olarak liseye atanmış.ilk yıllarda evlilikleri çok güzel gitmiş fakat sonra adamın kendisini aldattığını öğrenmiş boşanmış ve tayin istemiş geçmişini arkasında bırakmak istemiş yeni bir başlangıç yapmak istemiş ağlayarak anlatıyor ben anılarımdan kaçsamda anılarım beni bırakmadı.konuşması bittiğinde gece yarısına az kalmıştı.aslında birazda şaşırmıştım çünkü yeni tanıdığı birisine hayatının bu kadar detayını anlatmasına.ve birazda gururlanmıştım bana güvendiği için.kendisine veda edip karanlığın arasından yürüyerek eve döndüm.ertesi dün derse geldiğinde biraz mağrur bir ifadesi vardı sanırım kendisin o kadar çaresiz görmemden kaynaklanıyordu.bende kendi hayal kırıklıklarımı anlattım bu yolla bir güven ilişkisi oluşturmak istedim faydalıda oldu.bundan sonra sık sık evine gitmeye başladım birlikte film izliyor ingilizce çalışıyorduk ben gitarımla ingilizce şarkılar çalıyordum sonra birlikte çeviri yapmaya çalışıyorduk.fakat aramızda duygusal bir şey yoktu ondan etkilenmiştim fakat ona hiç bu şekilde yaklaşmadım çünkü biliyordum kadınlar kendilerinden küçük erkeklerle birlikte olmazlar ben 20 yaşımdayım o 30.fakat o gün bir şeyler değişti ilk kıvılcım çaktı.birlikte bir romantik komedi izlerken birden kız arkadaşın var mı? diye sordu ben beklemediği anda sözlüye kaldırılmış öğrenci gibi donup kaldım dilim tutuldu.o da hemen söylediğinden pişman olmuş gibi özür dilerim gevezelik ettim dedi bende hayır önemli değil sadece bir anda sorunca şaşırdım dedim ve ekledim hayır kız arkadaşım yok.o gün eve geldikten sonra gece yarısına kadar onu düşündüm evet o da benden etkilenmişti.o günden sonra ilişkimiz farklı bir boyut aldı birlikte pikniklere gittik akşam yemeklerine gittik.bir gün evinde oturmuş hem içiyoruz hemde müzik dinliyoruz the beatles dan something çalmaya başladı kafalar hafif çakırkeyf beni elimden tutup çekti ve dans etmeye başladık 3 dakikalık şarkı sanki sonsuz gibi geldi sonra birazda alkolün verdiği rahatlıkla dudağına bir öpücük kondurdum ve dudaklarımı çektim ama bedenlerimiz biribirine adeta kenetlenmişti.sonra o dudağıma yapıştı tutkuyla öpüşmeye başladık nefes nefes nefese kalmıştık bu aradada biribirimizin bedenlerini okşuyorduk ben elimi bluzünden içeri soktum ellerini havaya kadırdı bir hamlede bluzünü çıkardım ve oda benim tshirtümü çıkardı artık tenlerimizde biribirine değiyordu.dolgun göğüslerinin bir körük gibi şişip inmesini görebiliyordum.ikimizde zevkten inlemeye başlamıştık kucağıma aldım ve yatak odasına götürdüm yatağa uzattım soyunduk dudaklarından boynuna göğüslerine ve göbeğine kadar öperek indim onun zevk aldığını görmek beni aşırı derecede tahrik ediyordu vajinasına dil darbelerimi vurmaya başladım vajinası zevkten sırılsıklamdı bedeni istemsizce hareket ediyor başımı iki eliyle kasıklarına doğru şiddetle bastırıyordu ve isterik isterik bir şekilde inliyordu sonra hadi dedi pantolonumu indirdim penisim kıpkırmızı olmuştu yavaşça içine girdim ellerini belime doladı ve tek bir beden gibi içinde gidip gelmeye başladım şiddetli bir titremeyle boşaldı.ben boşaldığını görünce içinden çıktım beni sırt üstü yatırdı be penisimi ağzına aldı yalamaya başladı benim iyice zevke geldiğimi görünce eliyle devam etti bende boşaldım meniler göğüslerine sıçradı ben biraz mağrur özür diledim şefkatli bir şekilde gülümsedi.sonra birlikte duşa girdik orada bir kez daha seviştik ve çıplak ve yorgun olarak yatağa girdik başını göğsüme yasladı ve uykuya daldık.ilişkimiz böyle 1 sene kadar devam etti bu arada insanlar durumu öğrenmişti ve toplum tarafından hoş karşılanmıyordu ben ailemden baskı gördüm onun ise durumu daha kötüydü okulunda ilişkimiz kulaktan kulağa yayılmış ve rahatsız edici bakışların ve dedikoduların odağı haline gelmişti.nedense insanlar çocuğu yaşında kızlarla evlenen erkekleri yadırgamıyor fakat kendisinden küçük bir erkekle birlikte birlikte olan kadın toplum tarafından hoş karşılanmıyordu.hatta haddini bilmez velilerden bazıları durumu milli eğitim müdürlüğüne kadar taşımışlardı her ne kadar bundan bir şey çıkmamış olsa da özel hayatının ifşa edilmesi yeterince küçük düşürücüydü zaten.okulların kapanmasına kısa bir süre varken bir akşam bana tayinini istediğini söyledi gözlerim doldu fakat hiçbir şey söylemedim.tek bir noktaya odaklanmış bakıyordum gelip bana sarıldı ve ikimizde ağladık fakat ona gitme demedim diyemedim.çünkü bu ilişkinin böyle devam edemeyeceğini ikimizde biliyorduk.okullar kapanınca eşyalarını topladı ve şehri sessizce terk etti ben ise anılarla başbaşa kaldım ara sıra evinin önüne gidip uzun uzun oturuyorum ve hayallere dalıyorum bir yaz günü başlayan bu hayal yine bir yaz günü bitmişti.
    2 ...
  41. 96.
  42. 97.
  43. Şu ana kadar olamamış ve hiç de olamayacak olan hayali öykülerdir. Öykü değil ama kaybolan senaryolar var 2 tane, o da yeter.
    0 ...
  44. 98.
  45. (bkz: sözlük yazarlarından öyküler)

    yapılmış olan oluşum. dostum zorlamayın, tamam değişik bişeler yapalım istiyorsunuz ama var ki bunlardan? *
    1 ...
  46. 99.
  47. şükelanın farkı
    not1: oyuncular tamamen hayal ürünüdür.
    not2: oyuncular ekmeğe sürmelik çikolatadır.

    günlerden birgün peripella, nutella ve bizim şukela bir markette tezgahta beklemektedir. bir müşteri gelir ve çikolatalara sorar:
    - hanginizi almalıyım?
    peripella:
    - ben bim ürünüyüm yani çok ekonomiğim, beni seç beni seç! der.
    nutella:
    - ben çok kaliteliyim, ilk günden biterim, ünlü markayım. bence beni seç! der.
    sıra bizim şukelaya gelir.
    müşteri:
    -seni bilmiyorum neden almalıyım diye sorar. cevap ibretliktir.

    "beni bilen bilir, bilmeyen de kendisi bilir!" *
    müşteri bu cevaptan çok etkilenir. sonuç bellidir artık. müşteri ve şukela kasaya doğru gitmektedir...

    edit: bu hikayede sanal reklam uygulaması uygulanmaktadır. *
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük