sözlük yazarlarından öyküler

entry125 galeri1 video1
    51.
  1. Postacı (Postman)

    Sabah : 07.15 Çarşamba
    Yine her sabah Maltepe deki evinde yaptığını yapıyordu, ilk sigara ve zift gibi bir sadece kahve. Ama bir gün bu illeti bırakacak ve sağlıklı bir yaşam a geçecekti. Malum polis olmak hiç kolay değildi ayrıca polis şefi her gün daha da sert işe geliyor sıkıntı yaratıyordu. Bugün gününde değildi tartışma olmayacaktı. Yoksa trafik polisi olmak hiç hoşuna gitmezdi. Sofrada bulunan kaşar peyniri ve vişne reçelinden bir dilim ekmek yedi, evin önünde bulunan Renault marka aracına binerek bostancı polis karakolunun yolunu tuttu.

    Aslında Cengiz Han. 32 yaşında. Hiç evlenmemiş ve evlenmeyi de düşünmüyor. Yeteri kadar sorun olduğu kanısında. Annesi eski savcılardan babası ise emekli bir albay. Annesi ve babası Mardin de ikamet ediyorlar. Zaman buldukça onları görmeye gidiyor. Ama hiç zamanı olmuyor sadece yapabildiği önemli günlerde telefon ve mail atmak. internet hayatın her alanını kapsamış durumda. Cengiz Han ise asayiş büro da çalışmaktadır fakat işler kendisine yavan gelmeye başladığı için cinayet büroya geçmek istediğinin amirine belirtmiş amirinden ters bir bakışın alâsını almıştır. Bu büroda çok iyi dostlukları oldu. Kimi zaman ortakları bayan kimi zamanda erkek olmuştu ama en rahatının her zaman tek olduğunu düşünürdü. Apartmandaki postacı da olmasa mektuplarını faturalarını hiç takip edemez duruma gelecekti. işte en sonunda büroya gelmişti. Yine şef bas bas bağırmakla her şeyi tamamlıyor ortalık durulmayacak gibi gözükse de bir fincan kahve iyi olacaktı.

    -Günaydın şef
    -Nerdesin lan sen ?
    -Anca geldim malum sahil trafiği.
    -Tamam sen cinayet büroya git. Serkanlar sana bir dosya verecek. Birazcık karmaşık duruyor. Ayrıca kahveyi de az iç. Dişlerin sapsarı.
    -Hemen gidiyorum.

    Perşembenin geleceği Çarşamba dan belli olurmuş. Gerçekten bugün yoğun olarak başlayacak. Cinayet büronun bana verdiği adres Fikirtepe Zekeriya Sokak. Apartmanın önünde üç polis arabası ve iki tane polis memuru durmakta ama gördüklerinden midir bilinmez renkleri atmış gibiydi. Apartmanın içerisi olay yeri inceleme ve yakınlarından kalabalık, hıçkırık sesleri apartman boşluğunu yalıyor kulaklarından girip beynine işlemişti. Kapıdaki görevliden izin isteyip içeri girdi, ama tanımadığı bir sürü siluet vardı. En nefret ettiği kabalıkta her şeyi çözmeye çalışmaktı. içerdeki kızın üstündeki çarşaf kalkınca kollardaki her biri yarım santim genişliğindeki yaralar, burnun kırık olduğu, boynundaki bir el tarafından sıkıldığı belli olan izler vardı. Normal bir cinayet gibi gözüküyordu her şey muntazamdı. Sadece katil ortada yoktu bulmakta bizim işimiz oluyor diye geçirdi içinden. Yerdeki çantada mektuplar vardı. Postacı mektup getirmiş ve kat a geldiğinde kapının açık olduğunu, kapıyı ittirdiğinde gördüğü manzara karşısında hemen polis i aramıştı. Şu anda da aşağıda geçirdiği şok için yardımcı olunuyordu. Kapıyı kontrol etti zorlama izleri yok, direkt içeri alınmış biri olduğu belliydi. Postacının ise alt kat a uğradığına dair şahitleri vardı. Ceset adli tıp a gidip otopsi yapılacaktı. Acaba Alper halen orada mı çalışıyordu. Alper i 3 senedir tanıyordu çok kafa dengi olmasına karşın çok gevezeydi bir türlü susmak bilmiyordu. Ertesi gün Alper in yanına gitti. Alper oda ya girdiğinde rapor elindeydi. Kızın kanında yüksek dozda baz morfin bulunmuş. Aşil tendonları kesik, sağ el işaret parmağı yukarıyı gösterecek şekilde dikilmişti. Ayrıca şah damarının 1 cm altında şırınga izi vardı. Katil uyuşturucuyu direkt enjekte etmişti. O yüzden apartmandaki kimse çığlık duymamıştı. Kız olduğu yerde uyuşturucuyu alınca yıkılmıştı. Ayrıca küçük bir not kâğıdı kızın burun deliğinden geniz e kadar itilmişti. Kâğıdı açtığında bir adres yazıyordu. Diğer ekip arkadaşını aradı ve oraya gideceğini söyledi. Adres Moda manolya sok 138 numara 3’ncü kat. Modayı çok beğenirdi en sakin ve sessiz semtlerden biridir. Moda sahil e arkadaşları ile az gitmemişti. Güneşin batışı doğuşu hepsinin ayrı bir güzelliği vardı ama bu sefer hiç biri için gitmiyordu. Belki içine gireceği şey den hiç mi hiç haberi yoktu. Apartmanın kapı otomatiği bozuk olduğu için direkt açtı kapıyı. 3’ncü kat a koşarak çıktı. Kapıyı bir iki omuz darbesi ile açtı. içerdeki koku dayanılabilir derecede değil öksürme ile direkt kokunun geldiği odaya doğru gitti. Bir erkek cesedi 25–26 yaşlarında adaleli yapıya sahip. Yatağa bağlanmış halde gözleri iğne ile kaşlarına tutturulmuştu. Yanaklarında derin kesikler, elleri bağlı olduğu için mosmor, diz kapakları ise çekiçle parçalanmıştı. Yaklaşık 2 gün olmuştu.

    Saat 14:20

    Yemek yerken bir yandan da gördüklerini analiz edip ne olacağını düşündü. Amiri düzgün bir rapor istemişti ama bu olanları yazmak bile mide bulandırıcı olduğu besbelli. Tamamını okuyamayacağını biliyordu. Gelen telefonla irkildi. Arayan amiriydi.

    -Nerdesin Cengiz.
    -Yemek yemeye çalışıyorum. Yoksa bir anda kusacağım.
    -Tamam yedikten sonra mutlaka büroya uğra. Çünkü konuyu temiz e çekmeliyiz. Sanırım bu iş karışık biraz daha.
    -Önce adli tıp a uğramam gerekiyor şef bakalım bunda ne çıkacak.
    -Önce büroya gel dedim Adli Tıp raporu buraya gönderir.
    -Mesaj alındı.

    Şef in odasının perdeleri kapalıydı ama içerdekileri tahmin edebiliyordu. Emniyet müdürü, bir iki baş komiser, cinayet büronun amiri ve ben dedi içinden. içeri girdiğinde sigara dumanında hiç bir şey net değil, yoğun dumandan gözleri sulandı. Herkesi selamladıktan sonra konuyu anlattı. ilk cinayette gördükleri ile ikincisi arasındaki farkları. Mantar panoya asılı resimleri inceledi. Biri 24 yaşında bir kız, diğeri ise 26 yaşında bir erkek cesediydi. ikisi de hunharca katledilmişti. Şef bu cinayet ikilisini Cengiz in ve yanına vereceği iki dedektifin incelemesini istiyordu. Cengiz cinayet büro da çalışmadığını dile getirecek oldu ise de amiri hemen sözünü kesip işe başlamalarını istedi. Ona ise sadece evet demek kalmıştı. Kapıya çıktığında bir yığın gazeteci vardı hepsi bir cevap bekleyen sorularla dolu olduğunu düşünürse uzun işti ve uğraşacak hiç zaman yoktu. Diğer ekip elemanları daha cinayet büro da yeni başlamışlardı. Birisi fatih 27 yaşında 1 sene olmuş mezun olalı diğeri kağan 28 yaşında ve 1,5 senelikti. ikisi de uzaktan bakıldığında polis gibi değil de aksine club çocuklarına benziyordu. Küpeler, düşük bel pantolonlar converse spor ayakkabılar. iyi kötü bir şey olur dedi ve el sıkıştılar. Oda da ki toplantı akşamın geç saatine kadar sürdü. Görev paylaşımı yapıldı, fatih cesetlerin aile yapıları ve nüfus kayıtlarını kontrol edecekti, kağan ise okullarına gidip bilgi alacaktı. Ben de adli tıp a gitmeliydim. Maalesef rapor halen gelmedi. Alper i görünce sevindim ama o beni gördüğüne pek sevinmedi. Çünkü çıkartılan raporda hiç de iç açıcı bir durum olmadığını anlamak için suratına bakmak yeterdi. Alper in odasına geçtik önce raporu göz ucuyla okudum. Alper in verdiği bilgiye göre olayı yapan doktor olmalı, ceset üzerinde yaratılan kesikler neşter kullanılarak ve el titretilmeden yapılmıştı. Tam anlamıyla bir ustalık vardı. O yüzden kağan a okuldan sonra moda ve istanbul da işten ayrılan / atılan doktorların listesini almasını söyledim. Ayrıca bir not daha vardı ortada. Bu seferki kurbanın boynuna ufak bir kesikten sonra oraya sıkıştırılmıştı ve ince fark edilmeyecek şekilde dikilmişti.. Kahretsin kurbanın boyun kısmına bakmak aklıma gelmemişti yoksa çoktan gözüme çarpardı. Notta ise sadece;

    OYUN YENi BAŞLADI.

    Yazıyordu.

    -2-
    Fatih o zaman kadar bütün nüfus dairesinden alabildiğince bilgi almış ama göze çarpan herhangi bir aksaklık yoktu. Kağan ise akşam 35 sayfalık bir liste ile gelmişti. istanbul da doktorluktan ayrılan ölen ve atılan bir sürü doktorun listesi vardı. Yaklaşık olarak 350 kişiden oluşan bu listenin tamamını gezmek ayları alırdı ama ne o kadar zaman vardı ne de o kadar kişiyi sorgulamak için polis memuru mevcuttu. iş tamamen omuzlarındaydı. Amirleri cinayetlerin failinin hemen bulunmasını artı dosyanın kapatılması hususunda acil olunmasını emretmişti. Emir demir i keserdi yapacak bir şey yok. Fatih, Kağan ile sabah a kadar yaptığım incelemede hiçbir kural dışı durum yok. Her şey kuralına göre düzenlenmiş belki de bu listeleri bile almak saçmaydı. Ne kızın ne de adamın hiçbir suçu olmadan öldürülmesi çok fazla şaibe içeriyordu. Ortada sadece iki not vardı. Grafoloji uzmanları yazıyı aynı kişinin yazdığını çıkarmışlardı. Çünkü harflerinin yazımından kullanılan kaleme kadar her şey aynı düzeydeydi. O zaman durum aynı kişi tarafından yapılan cinayet olduğu gün gibi ortadaydı.

    Sabah: 10:30
    Yer: Bostancı Polis Karakolu

    -Kağan nedir elimizdeki son bilgiler?
    -Şu an sadece işi yapanın doktorlukla yakından ilgisi olduğudur. Beden üzerindeki kesikler muntazam sorunsuz yapılmış.
    -Fatih?
    -Bu tür ustaca işlemler yapan bir sürü doktor var her birini sorgulamak saçma olur. Aralarında ayrım da yapılamaz. Türk Cerrahlar artık çok iyi konumdalar eskidendi kötü işlemler yapıp insan hayatlarıyla oynayan doktorlar yok artık.
    -Doğru o yüzden ölen adamın evine bir kere daha gideceğim. Belki görünmeyen başka bir şey vardır.
    -Sorun olacağını sanmıyorum.

    Eve girdiğimde hala yatağın üzerinde kanlı çarşaf duruyordu. Elbiseleri de alınmamış ya da unuttular mı ? Pantolonun cebinde bir şeyler olabilir mi neden olmasın? 100 lira bir adet zippo marka çakmak ve camel sigarası hiç bir şey alınmamış ceplerden. Çakmak cebinde bir kâğıt parçası var. ‘’ Susuzluğunu gidereceğim hayatım sevgilerle Bülent tel no: ‘’ Bülent !? Bir bakalım kimmiş bu Bülent?

    Saat: 13:50
    Yer : Taksim

    Zil de Bülent diye bir isim yok. Herhangi bir zil e basınca çıkan kadın Bülent in bir alt katta oturduğunu söyledi ama şu anda evde yokmuş akşam a gelir dedi. Olsun beklemek için zamanı vardı. Zaten o da Beyoğlu’ndaki grafoloji kurumuna uğraması gerekmekteydi. Rapor da çok önemi olmasa da cinayetlerde kullanılan kalemin markası için bilgi alabilirdi. Artık bu bir kurgusal düzen almaya başlamıştı. ister istemez bu düzensiz düzene girecek ve sonuçlarıyla artık ne olursa olsun karşılaşmaya başlayacaktı. Rapor da, kalem hakkında hiçbir bilgi yok eskiden kırtasiyelerde satılan hokka – divit ikilisini kullanılmış. Bu tür cinayetler aslında Türkiye de fazla olmuyor aksine Avrupa ülkelerinde bu türden cinayetler daha fazla. Çünkü Türk insanı daha merhametli çok fazla damarına dokunulmuş olması gerekiyor ki bunu yapabilsin. (Rapor sonrasında yine Bülent in evine gelir)

    —iyi akşamlar Bülent bey mi?
    —Evet Buyrun?
    —Komiser Cengiz Han (kimlik çıkartılır gösterilir) Konuşmamız gerekiyor sizinle. Birkaç sorum olacaktı. Bir gün önce öldürülen Zeki. (Cebindeki notu çıkartır gösterir) Bunu siz mi yazdınız.
    —Lütfen içeri girin apartman da bunları konuşamam. (içeri alır)
    -Zekinin cebinde sizin cep telefonu numaranızın yazılı olduğu bir not kağıdı çıktı. Aranızda eşcinsel bir yaşam mı vardı ? Ya da erkek arkadaşın mıydı? Aranızdaki münasebet in derecesi nedir?
    -Sadece şişli de bir ev partisinde görüştük orada tanıştık. Onunla yakın olmak istedim ama o başkasını tercih etti. O akşam tanımadığım biri ile evden çıktı. Sonrasında ben zaten burnumun ucunu bile göremiyordum. Not u verdim o kadar.
    -Nasıl biriydi evden çıktığı kişi.
    -En fazla 35 yaşlarında. Saçları çok kısa aynı üst düzey sert subay tiplerindeydi. Sadece gelişini hatırlıyorum. Ama sonrasında alkol ün de etkisiyle yumuşamış olabilir.
    -Onu tanıyan birileri var mıdır sence?
    -Bilmiyorum kimse ile konuşmadı bende sormadım kimseye.
    -Şişlideki evin adresini ver bana sahibi ile konuşmam gerekiyor.

    Fatih;

    -Merhaba cinayet bürodan geliyorum size kızınız hakkında birkaç soru sormam gerekiyor.
    -Buyrun ama eşimin konuşacak hiç hali yok yeterince acı çekiyor.
    -Tamam sizinle konuşurum o zaman. Kızınız Dilara’nın hiç sıra dışı hareketine rastladınız mı ? Yani size alışılmadık gelen. Uyuşturucu yada eve çok geç gelmeler. Sizinle tartışmalar filan?
    -Hayır
    -Peki bir erkek arkadaşı var mıydı?
    -3 ay önce ayrıldı. Çünkü evlenmek istiyordu kendisinin ailemize uygun olmadığını söyledik bu sebeple de ayrıldığını anlattı. Çok üzülmemişti fakat ara sıra ağlama seslerini duyuyordum.
    -Tamam peki onun adresi telefonu var mı ?
    -Belki telefonunda olabilir. Bir saniye. işte telefon numarası adı Serhan.
    -Teşekkür ederim.

    10 dakika sonra!!

    -Alo şef. Kızın 3 ay önce ayrıldığı bir erkek arkadaşı varmış. Adam için ailemize uygun değil demiş kız babasına. Ama başka sebep söylememiş.
    -Ben de Zekinin erkek arkadaşına ulaştım. Eşcinsel bir şeyler yaşamış. Ölmeden önceki akşam şişli de bir evde yapılan gece partisinden 30–35 yaşlarında kısa saçlı asker görünümlü biri ile çıkmış. Ev sahibi ile görüştüm ama. O da tanımıyor. Kağan ne durumda?
    -Bilmiyorum şef.

    1 saat sonra!!

    -Cengiz!!
    -Efendim?
    -Acil olarak ikitelli başak şehir e gelmen gerekli. Sanırım bir cinayet daha var.
    -1 saat e oradayım.

    Başak şehir, şehir merkezine çok uzak olmasına karşın kendi içersinde yeterince imkanı sunuyor. Ev in önündeki kalabalık zaten tüm dikkatleri çekiyor. Kalabalığı sevmiyorum. 12’nci kat a doğru asansörle gidelim. Her zaman ki gibi. Yukarı çıktığımda olay yeri inceleme uzmanları işlemlerini tamamlıyordu. Fotoğraflar çekilmiş parmak izi aranıyordu. içerdeki 21 yaşında bir kız. Adı Zuhal. Üniversite öğrencisi. Ailesi tarafından çok seviliyor sorunu yok aksine çok sevecen ve sıcakkanlı bir kız. Odasında Led Zeppelin posteri, eski 45’lik plaklar standart bir kız çocuğunun odası işte. Duvarda ders programı. Kapıda yine hiçbir zorlama yok. Annesi babası şehir dışındaymış. Tek başına yaşayanları yakalıyor bu katil. Şu verilen eşkale uygun kişiyi bulabilirsek onunla konuşma şansımız olacak daha fazla ama lanet olsun ulaşamıyoruz kimseye. Ama otopsi yapılmadan önce ben bakmalıyım bu cesede.

    -Evet beyler bayanlar herkes dışarı. Kimse kalsın istemiyorum.
    -Şef daha bitmedi işimiz :?
    -Tamam bitince size haber veririm gelirsiniz yine. Sadece 10 dakika istiyorum sizden.
    -Yine ne çeviriyorsun Cengiz!
    -Güle güleeeeee.

    Bakalım ne varmış şimdi. Hımm yaklaşık öleli 2 saat olmuş beden hala sıcak. Bileklerde baskı yapıldığına dair izler var. Bayağı güçlü biriymiş katil. Ayrıca ayak topukları bacaklarına dikilmiş bir halde sanki namaz kılar biçimde bırakılmış bu kız. Topukları pudralanmış, pişik kontrolü yapılmadığına göre bakalım temizleyelim şurayı. ( yerdeki ıslak bezle ayak tabanlarını temizler kızın ) Yine mi bir adres!! Fethi paşa korusu. Ne bu lanet olsun ağaç ev de mi yaşıyor.

    —Fatih?
    —Evet şef.
    —Yanına birkaç kişi al ve fethi paşa korusuna git hemen acil.
    —Hemen yola çıkıyorum.

    Bakalım ne var. Yerde bir postacı çantası mı? Aynı çantayı ilk cesedin evinde de görmüştüm. içi bomboş. Bu işin iyice boku çıkmaya başladı. Ve ve ve bir not daha.

    -
    -
    -
    - iNSAN HAKETTiĞiNi ALIR-

    Arghhhhhhhhhhh lanet olsun pislik orospu çocuğu!!

    -3-

    Evet bu tür partilere gelmeyeli çok oldu. Eşcinsel olmasam da buradan uygun olan bir sürü seçenek var. Hatta şu anda bana bakan çocuk. Belli ki kendisine çok güveniyor. Ayrıca alkol de sınırını aşmış. Bu benim için uygun. (Zeki gelir yanına)

    -Bu ev partileri çok daha rahat oluyor. Herkes birbiri ile daha kaynaşıyor. Sence de öyle değil mi?
    -Bilmem genelde kafamı dinlemek için çok rahat ediyorum. Senin ki gibi bir analiz yetisine sahip değilim.
    -Yok yok gerçekten öyle. Adım Zeki.
    -Nejat.
    -Subay mısın?
    -Hayır sadece o tarz saç stilini seviyorum. ( Gülümser )
    -Seni daha önce görmedim.
    -Ben seni çok gördüm ama.
    -içki içelim mi? Ben sadece tekila istiyorum kısa ve öz.
    -Acayip sıcak burası neden çıkmıyoruz dışarı.
    -Tamam çıkalım ama bana gidelim ne dersin?

    Biraz daha içeride dursaydık eğer vazgeçip tekrar başka yol arayacaktım. Bu insanları anlamıyorum nasıl kişiler bu kadar boş vakitleri var. Daha faydalı uğraşları olmalı. Eve geldiğimde direkt üstümü çıkardım. Zaten çok fazla sıcak var ve terlemekten nefret ediyorum. ( Zeki gelir odaya )

    -Sıcak gerçekten. Temmuz ayı bu sene daha sorun olacak herhalde.
    -Olsun önemi yok.

    Zeki alkol ün de etkisiyle yakınlaşır Nejat a doğru. Nejat saçlarından tutar onu ve yanındaki enjektörü direkt şah damarından içeri pompalar. Zeki onu iter ama alkol ün etkisiyle ayakta duramıyordur, Nejat ona doğru bakarken yavaş yavaş görüntü gider.

    3 saat sonra…

    Etrafta bir sürü mum var. Ama! Gözlerini kapatamıyordur Zeki. Gözkapakları yukarı çengelli iğne ile tutturulmuş, arada bir suratına su atıyor. Zeki yalvarmaya başlar. Zeki elinde tuttuğu bıçakla önce susması için her iki yanağını da kesti. Artık konuşamıyordu böylesi daha iyiydi.

    -Sizi anlamıyorum kendi cinslerinizden ne zevk alıyorsunuz!! ( Çok derinden puslu bir ses ile konuşmaya devam eder .) O kadar güzel şeyler vardı ki burada. Sizler tam anlamıyla sapıksınız. Aileleriniz sizleri bu şekilde mi yetiştirdi!! Sizler yaşamayı bile hak etmiyorsunuz. Bu dünya da oksijen tüketiyorsunuz ben ise pislikleri temizlemenin huzurundayım. Vicdanım rahat. Eline aldığı çekiçle önce sol bacağı diz kapağına vurur ve acıyla inlemesini izler. Çünkü o acıyı çekerken cezasını verdiğinin düşünüyordur. Aynen o kız gibi. Sigarasından son dumanını üflerken elindeki çekiçle bu sefer sağ diz kapağına asılır. Her iki diz kapağı da dağılmış durumdadır. Zeki acıyla inlerken yavaş yavaş gücünü kaybettiğini anlamaktadır ama bağıramamaktadır çünkü yanaklarındaki kesiklerden kan akmaktadır. Acısının hafiflemesi için ikinci kez enjektörü eline alır son dozu da verdikten sonra cebine koyar. Elindeki eldivenler çok sıcak yapıyor ellerimi der ve cebinde bulunan donanım çantasından neşter i çıkartır. Boynuna ufak biz çizik atar ustaca ufak not kâğıdını oraya yerleştirir, kanın pıhtılaşması için eliyle tampon yapar.

    Dilara, belki de ailesi onun için ne hayaller kuruyordu. Ama onun umurunda değildi. Onun tek düşündüğü yattığı erkeklerden aldığı paraydı ve bu iş için kendi evini kullanıyor olması da çok büyük sorun oluyordu fakat iyi para sağlıyordu. Her zaman ki gibi onun bu işi yaptığını kimse bilmiyordu ama bir şekilde düzene oturtmuştu. Şu okul a bir haftadır gelen adam onun dikkatini çekmişti hatta okuldaki kızlar onun gibi bir erkek arkadaşı olsun isterdi lakin bu durumda hiç mümkün değildi. Okul rektörlüğünden sınavları ile ilgili yazıyı aldıktan sonra yine aynı yere gidip ava çıkacaktı. (rektörlük binasına gider binanın kapısı kaplıdır daha sonra gelinmesi söylenir. O sırada küfrü basar.

    -Piçler..
    -Bu kadar sinirlenme, mutlaka açılacaktır yarın halledersin.
    -istemez!! alsınlar başlarına çalsınlar bırakacağım okul u bu yüzden. ( adamla beraber yürümeye başlarlar )
    -Bırakılmaz okul bu sebeple. Hangi bölüm okuyorsun ?
    -iktisat.

    Otobüs durağına kadar yürünür beraberce. Sonrasında aynı otobüs binilir. Muhabbet haliyle ilerlemiş ara sıra espriler yapılır ortam şenlikli olsun diye.. Kız, hayatın zorluklarını anlattıkça anlatıyor gözleriyle yeni tanıştığı adamı süzüyordu bir yandan. ( Akşam için müşterisinin hazır olduğunu düşünmeye başlamıştı. ) Çıktıklarında sadece akılarında olan muhabbetin düzeyiydi. Her şekilde yakınlardı adamın gözlerinin içindeki gülümsemeyi kız görüyordu fakat adam kıza baktıkça daha seviniyordu bu kadar kolay olacağı kimin aklına gelirdi ki . Kız devamlı omzuna dayalı çantasını soruyordu içine bakmaya çalışıyordu ama izin vermemişti. Özeldi onun için, eve gidince içeriğini göstereceğini söyleyip konuyu geçiştirmekte fayda buldu. Eve girdiler önce öpüşmeye başladılar hararet en yüksek e çıktı, birbirlerinin dudaklarını ısırmaya başladılar. Adam elini direkt kızın boynuna doladı, kız sert bir sevişme yapacağını düşünüyorken iğnenin acısıyla adamı geri itekledi. Sıcaklık çok yakınından geçiyordu. Bir anda kalp atışları hızlanmaya başladı. Sonrası ise hissizlik oldu. Gözlerini açtığında durum kötüydü. Karşısında oturuyordu o adam.

    —Neden?
    —Ne neden? Çöz beni.
    —Daha geçerli bir talepte bulunmalısın. Sorularıma cevap vermeyip bir de istekte bulunmak sence de haksızlık değil mi?
    —Ne yaptım ben sana ne dedim çöz beni ailem var benim. Annem babam onlar çok üzülürler.
    —Üzülmek mi? işte sana bunu sordum neden diye? Neden o insanların hayallerini yıktın. Sadece senden okumanı istemişlerdi. Sen ise bedenini kullandın insanların kullanımına açtın yazık oldu sana. O insanlara yazık oldu. Şimdi geri dönüş yok bu yoldan. Mutlaka silinmelisin bu diyardan.
    —Yapma yalvarırım yapma.
    —Bana gerek yok. Bedenine enjekte ettiğim morfin zaten seni yavaş yavaş alacak.

    ilk kesik ayak tendonlarınaydı. Önce sol ayak ve sonrasında sağ ayak. Aşil tendonlarından süzülen kan yatağı kırmızıya bulamıştı. Neşterin ufak bir hareketi yetmişti ayırmaya. Ama kız bağıramıyordu. Sadece uyuşturucunun etkisi ile yarım yamalak konuşmaya çalışıyordu. Sağ elinin işaret parmağı yukarıyı gösterecek şekilde dikmişti. Kendi bedenin yaptığı saygısızlık için bu ceza azdı ama her seferinde bu ızdırab artacaktı sadece yakalanmamsı gerekiyordu. Posta çantasındaki el izleri nedeniyle çantayı ıslattı ve orada bıraktı. Pudra döktü parmak izi var mı diye baktı, bulamadı. Son olarak not u da yerleştirdikten sonra arkasını dönüp gitti. işi bitmişti artık şimdi kapanıp ağlaması gerekiyordu. Bunu sonlandıramayacaktı sonu yoktu. Evi çok güzel değildi fakat kendi iyi döşemişti balıkları ve kuş u vardı. Bu konu da maddi olarak desteği aldığı kişiyi tanımıyordu. Ona ulaşmıyor aksine o buna ulaşıyordu. Adres ve verileri veriyor, bilgileri, kişiye nasıl ulaşacağı hakkında bilgileri eksiksiz veriyordu. Maddi finansman da sağlanıyor, ev ve diğer kolaylıklar onun için tamamlanıyordu. Ama bunu neden yapıyordu. Yani bu kişi neden insanları cezalandırıyordu. Bir süre sonra telefonunun çalmasıyla soru sormayı bıraktı.

    -Evet.
    -Ne yaptın?
    -Kız ve erkek tamam ama kız biraz daha zorlayıcı oldu. Sanım vicdan hesabı çekmek istemedim.
    -O zaman işini çabuk yap vakit kaybetmek bize göre değil. Bir akıllı polis konuya dahil oldu engelleme çabalarıma rağmen. Sen sadece verileni yap gerisinin bana bırak.
    -Sorun yok maskemi takar vazifemi yaparım.
    -Şimdi Gebze de vereceğim adrese git. Orada işini biraz daha kısa tut ve kesin olsun. Artık bu iş seri ye bindiğine göre fazla uğraşmaya gerek.
    -Peki.

    Ve yine başladı aforoz işlemi..

    Dilara, kendi hainde gözüken alternatif giyimli bir kızdı. Daha çok okul a gidip gelirken arka yol da üzerinde askeriyenin önünden geçerdi. Fotoğraf çekmeyi sever ayrıca çok da konuşkan biriydi. Bir erkek arkadaşı vardı adı Serhan. Onunla da fotoğraf makineleri için açılan panelde tanışmıştı. O da fotoğraf çekmeyi seviyor ama nedense buluştuklarında hep Dilara’nın fotoğrafını çekiyordu. 6 ay olmuştu Serhan’la birlikte olalı. En sonunda onu ailesi le tanıştırmış annesi Serhan ı beğenmese babası kızının iyiliği için ses çıkarmamıştı. Ama annesi çok ters çıkmıştı. Bir gün annesi ve babası günü birlik şehir dışına çıktığında Serhan ı evine çağırmıştı. ilk olarak sevdiği adamla yalnız sadece onlara özel bir gün olacaktı. Her şey hazırdı yemek masası, onun için iç çamaşırı almıştı, evdeki çarşafları değiştirmiş. Annesine yardım etmediği kadar bugün sabahtan beri çalışmıştı. Ve saat 15:00 gibi her şey tam dı bir tek eksik Serhan’dı. Saat 16:30 gibi kapı çaldı, kapıyı açtığında karşısında bir adam duruyordu.

    -Dilara ŞEN ?
    -Buyrun? ( Adam genç göstermesine karşın ses tonu hiç de genç gibi değildi. Gözleri çok keskin bakıyordu. )
    -Size bir mektup var şuraya imza atmanız gerekiyor.
    -Elbette.( Gülümsedi. )

    Bir anda acı ile kıvrandı. Karşısındaki adam elini ağzına koymuş, boynunda içeri bir şey enjekte ediyordu. (Gözler kapanır.) Gözlerini açtığında bağlıydı. Bir tezgâh üzerinde duruyor ayakları ise pedal gibi bir şeye bağlı ve elleri de bağlıydı. Adamın sesini nefes alışını duyuyordu ve çok sakin olduğunu anlayabiliyordu. Kendisi ise korku içersinde panik tak yaşıyordu. Hızlı nefes almalar, hızlı atan bir kalp ve kollarındaki iplerin sertliğinden dolayı parmaklarından aşağı kandamlalarının izini hissediyordu. Pedalı çevirmeye çalıştı ve ağzına takılı bir oksijen maskesini hissetti. Pedalı çevirince oksijen tüpünün pompası yukarı aşağı iniyor temiz hava geliyordu. Dilara ciğerlerinin açılmasını sağlamak amacıyla biraz daha biraz daha derken bir omzundan gelen acıyla kıvrandı. Şimdi üstü ıslanmıştı ve acısı da 5 kat daha artmıştı. Bir ses tüm her şeyi bozdu.

    -Evet Dilara sanırım düzeneği anladın.
    -Kimsin ?
    -Tanımanın bir anlamı olacağını düşünmüyorum.
    -Ne yapıyorsun benim evimde? Ne ne ne? ( kucağına gelen resimlerle şok olmuştu)
    -Bunları nerden buldun? Sen nasıl ele geçirdin?
    -Bu kadar ağır bir suç un hafif cezası olur mu sence? ( Sesi iyice sertleşmeye başlar)
    -Bunlar bana ait değil. Yalan söylüyorsun. ( ama ses kesilmiştir.)

    Sonrasında burnuna gaz kokusu gelmeye başlar. Nefes almak için pedal çevirmek zorundadır ama pedal çevirdikçe de arkadaki silahın ayarlı pim i gerilir ve silah ateşlenir. Dilara ağlamaya başlar Tamamen işlerin bu boyuta geleceğini düşünmemiş usulca kaybolacağını düşünmüştür. Pedalı biraz daha çevirir ve BAM!!, omzundan aşağı almıştır yarayı inlemeye çalışır ama oksijeni bitiremez. Artık her iki şekilde de öleceğini bilmektedir. iyice asılır pedallara, son kurşunda girer sırtından içeri. Gözyaşları artık yağmur olmuştur ama neye yarar son kez odasına bakar son kez annesi babasının resmine bakar..

    -ÖZÜR DiLERiM iHANET ETTiM-

    Der ve iptal olur..

    -4-

    Cengiz, Dilara konusunda çok gariptir. Kızın kucağında buldukları resimlerde hep askeri birliklerin resimleri çekilmiş halde ve belirli saat aralıklarında gözükmektedir. Bir anlam çıkartamaz. Neden der? Neden Dilara bu resimleri çektin? Neydi amaç? Serhan a ulaşalım bakalım.

    2 saat sonra Kurtuluş.

    -Merhaba Serhan ZiRKOPYAN ın evi mi ?
    -Evet?
    -Polis konuşmamız lazım.
    -Sebep? Sizinle herhangi bir işim olmaz benim.
    -Belki de eski kız arkadaşın Dilara’nın vardır. Ne dersin?
    -Gidin o zaman onunla konuşun benimle ne işiniz olur ki.
    -Öldü kahrolasıya geri zekalı adam . Aç kapıyı yoksa daha çeşitli içeri girme şansımızda vardır zorlam şansını istersen. ( Kapı açılır ve içeri girer )
    -Tamam tamam başımın derde girmesini istemiyorum.
    -Başın dertte zaten bunu düşünme.

    Sorgulama başlar. Kağan ve fatih, Serhan a baskı kurdukça kurarlar fakat adam çok sakin gözükmektedir. Burada gerekli uygulama olamayacağı için merkez e götürme kararı alırlar. Zor olur ama götürülür. Direkt sorgu odasına sokulur sorguya Cengiz Han girecektir. (Bir hızla girer odaya. )

    -Sevgiline ne olduğunu biliyorsun değil mi?
    -Duydum detayını bilmiyorum. ( masaya önce kızın resimleri koyulur, sonrasında diğer resimler ortaya atılır, direkt sorulara geçilir)
    -Çok kötü gerçekten. Peki diğer fotoğraflar ne için ?
    -Sana sormalı!! Kız arkadaşının evinde sana gönderilmek üzere hazırlanmış zarf ın içinden çıktı. Bu tür bilgiler pek iyi değildir bilgin olsun. Sen T.C vatandaşısın bunlar hainlik kapsamına girer. ( Der ama zorlayıcı birkaç bilgisi vardı )
    -Bakın hiçbir şekilde bilgim yok. Biz ayrıldık o zaten fotoğraf çekmeyi seviyordu. Sanırım orada burada her ne varsa çekmiş. Bunlar aralarına sıkışmış olan.
    -Oyun mu oynuyoruz lan burada. Kimi kandırıyorsun sen. Oğlum neden bunlar sana verilecekti. Konuşsana lan. Ülkeni mi satıyorsun yoksa kız arkadaşını mı satıyorsun müşteri resimleri mi bunlar. Ne lan ne ne ne!! ( geri odaya gider kameranın kapatılmasını ister )
    -B-i-L-M-i-Y-O-R-U-M dedim ya sana ( der ve tokat gelir)
    -Söyle lan söyle bana veriyordu de bilgi sızdırıyordum de.
    -Kanıt yok elinizde. Ayrıca benim başımı belaya atmak için de o zarfın üzerine ismim yazılmış olabilir.
    -Ama ufak bir ayrıntı var. Zarfın üzerine yazıyı yazan Dilara değil, başka biri. Karakterleri kontrol ettik. Seni boşu boşuna almadık buraya. Bizim de kendimizce yöntemlerimiz var değil mi.?
    -inanmıyorum (der ve bir tokat daha yer.)
    -inan bence seni başka bir yerinden yakaladık çocuk. Katil olmasan bile terörle mücadele kapsamında seni içeri attırmak için çok fazla kanıt var elimizde..

    Fatih, Kağan ve Cengiz toplantı odasında en ufak ayrıntıları bile değerlendirmeye başlamışlardı. Panoya asılan resimler arasında bağlantı kurulmaya çalışılıyordu ama olmamıştı.. Ayrıca tüm bağlantılardan bilgi alınmış ufak tefek bilgilerden çember tamamlanınca her şey bitecekti…

    -Evet arkadaşlar son bilgileri de birleştirmek gerek. ( tahtada 3 resim 3 nün de altında tüm detaylar var. )
    -Şimdi millet konuşalım her şeyi ortaya dökelim. Fatih?
    -Araştırmalar sonucunda hepsi özle olarak seçilmiş gibi. Fiziksel benzerlikleri yok fakat hepsi araştırıldığında detaylar farklı çıkıyor. (Cengiz dikkatli dinliyordu ama bir eksiklik vardı) Bu ölen 3 kişi de merkezi Karaköy de bulunan Ortodoks kilisesine bağlılar.
    -Yani hepsi Hıristiyan cemaatine bağlı doğru mu ?
    -Aynen öyle üstad . Oraya gidilmeli bence belki bilinen farklı şeyler vardır. işin diğer tarafı bu üçünün de topluma dair yüz kızartıcı ya da hainlik gibi gizli suçları var. Sanki bu katil onları cezalandırma yapıyor gibi. Hani Brad Pitt in 7 (Seven) filmindeki gibi. Obezlik açlık …vs ama toplumdaki kirli olanları arındırıyor çamaşır suyu ile değil öldürerek. Farklı bir ritüeli yok bilinenin dışında onları çok rahat ağına düşüyor bu da ikna kabiliyetinin çok yükse olduğunu göstermekte.
    -Tamam fatih, o zaman sen kiliseye git. Orada bulunan papazla konuş bakalım. Belki bilinen bir şeyleri vardır.

    Karaköy yılların eskitemediği bir semt. Alışveriş dükkanları, balık lokantaları, saatçiler, çok şey vardır orada. Haliç köprüsü her zamanki gibi balık tutanlarla dolu sabahın erken saatlerinde gelip akşama kadar balık tutulur. Yenilir mi yenilmez mi tartışılır ama aralarındaki dostluk güzel gözüküyor. Sakin bir hayat herkes için en iyisi. Yoksa bu kadar stres altında herkes bir gün erkenden öbür tarafı boylayacak. (Arabasını Karaköy kat otoparkına parkeder.). Mumhane caddesini takip etmeye başlar önce hesap uzmanlarının oradan geçer, sonra su kompresörleri satan dükkanları geçti Ara sokaktan girince karşısına gelen bina ‘’ Aya ionnis Kilisesi’’, eski tarihlerden biri orada olan ayrıca Anadolu Ortodoksları Baş Piskoposluğunu temsil etmektedir. Hafta sonları Pazar günü ayinlerinde çok yoğun olur onun dışında sade nezih bir dini mekandır. içeri girdiğinde kapıdaki görevliye papaz ya da peder ile görüşmek istediğini belirtti. 5 Dakika kadar kısa süreli bekleme sonucunda kendisi gelmişti. En fazla 35 yaşında gibi gösteren ayrıca yapılı, saçları elleri bakımlı , giyimi modern ama bakıldığında huzur veren tarzda bir din adamı karşımdaydı. Adı Ayhan. Kimliğimi göstermem neticesinde içeri davet edildim ve odasına çıktık. Oda beyaz saten boya, duvarlarda güzel ama maharetli bir ressam ın elinde çıkmış olduğu belli olan tablolar, bir adet haç ve birkaç çift taraflı evrak dolabı bulunmakta. Odanın sessizliğini , karşısında bulunan Fransız geçidindeki alış veriş yapan tüccarların sesi bozmaktadır ama oda tam anlamıyla oturup huzur a ermek için tasarlanmış bir durumda. Peder’e elimdeki 3 resmi uzatıp tanıdığı olup olmadığı hakkında bilgi almak istedim.

    -Bu 3 kişi arasında tanıdıklarını var mı?
    -Evet, 3 ü de her hafta sonu düzenli olarak gelirler ve ayrıca her gelişlerinde günah çıkarmayı da ihmal etmezlerdi.
    -Peki bu günah çıkarma kabinine siz mi giriyorsunuz?
    -Hayır, o konuda başka bir papaz daha görevli o ilgilenir. O bana göre daha sakin bir anatomiye sahip. Salyangoz misali tepkisiz sadece merhamet odaklı.
    -Peki bu kişilerin ailesel bilgileri var mı sizde?
    -Hayır yok, bu çocuklar bildiğim kadarıyla bizim dinimize sonra da geçtiler yani asil değiller hani denir ya imitasyon işte ondanlar.
    -Yani şu şişli deki masonluk, incil in arasında 100 dolar verilmesi gibi diyorsunuz.
    -Yok öyle değil. Onun gibi bir kandırmaca ne bana ne de cemaatimize uygun bir davranıştır. Öyle olsa şu anda bile kapımızda yüzlerce insan olurdu. Biz daha çok konuşma ile çağırıyoruz ama Müslümanlar dinlerine çok bağlı din değiştirmeleri için çok çok büyük bir kandırmaca gerek ama oda dedim ya bizde mevcut değil. Zaten bize gelenler daha ziyade kendi istekleri ile geliyorlar, istenilen de o değil midir? Din de zorlama olmaz olursa o din olmaz bence zulüm olur.
    -Peki giyimleri kuşamları davranışları hakkında bilginiz var mı ?
    -Konu hakkında diğer papaz arkadaşım yani Dimitri biliyordur. Çünkü ben ayini yönetirim, o ise günah çıkarma odasında yardımcı olur. Kendisi de 1 saat e kadar gelir isterseniz yemek yiyelim aşçımız gerçekten çok marifetlidir ve müslümandır kendisi.

    Müslüman olması bir kenara bu cinayet davasına girdi gireli çok yemek yiyordu fatih. Sigara ve alkol kullanmıyordu ama çok fazla yemek yiyordu. Kilo almaması içten bile değil, aksine su bile içse yarıyordu.

    dip not: hala devam ediyorum tamamlamak için.
    0 ...
  2. 52.
  3. kadının yüzünü iki elinin arasına aldı ve ona, onun gözlerine doğru eğilerek "hiçbir şey için üzülme olur mu?" dedi. sanki o anda o kadından başka insan yoktu kocaman dünyada,gözlerinin hiç kimseyi görmediği o kadar da belliydi ki yüreğinden. ruhundan akan bir selle söyledi bu sözleri "hiçbir şey için üzülme olur mu??"... öylece baktı kadın gözlerinin içine, kaldı bir müddet. ne diyeceğini şaşırdı. belki de hiç kimse ona böylesine içten ve böylesine büyük bir aşkla bakmamış ve onun üzülüp üzülmemesi için öğütlerde bulunmamıştı.

    "hiçbir şey için üzülme..."

    bırakamadı onu, onun avuçlarının içinde kalan yüzü hep o avuçlarda kalsın ona hep o baksın istedi ama gitmek için biriktirdiği upuzun yolları vardı önünde. "üzülmem" dedi fısıltıyla çıkan bir sesle. "üzülmem"...dünyanın en büyük yalancısıydı. insan seline kendini bıraktı ve gökyüzünden inen yaşlara yüreğini... ilk adımını attığı anda başladı üzüntüsü. "hani üzülmeyecektim ben üzülmem demiştim ama" dedi. artık o, kontrolü kendinden çıkmış bir deliydi. o upuzun yolu gökyüzünde kendine eşlik eden ağıtlarla birlikte kısacık bir zamanda yürüdü. yolun sonunda onu bekleyenler vardı. onlara boş, anlamsız ve ruhu çekip koparılmış bir bedenle yürüdü. o kadar derin bir çukura düşmüştü ki onu bu çukurdan kimselerin kurtaramayacağını da o gün anladı. konuşuyordu yanındakilerle yürürken, gülüyordu arada hatta oturup içti ama bunların hiçbirini kendini bilerek yapmadı. o, yüzünü avuçlarının arasına alıp hiç bir şey için üzülme olur mu diyende kalmıştı. bunu diyenin kendinin gözlerine bakarak güç aldığını ve aslında bu sözü aynı zamanda kendine de söylediğini biliyordu.

    "hiçbir şey için üzülme..."

    çok üzüldü. o kadar çok üzüldü ki kendine şaşırır oldu çoğu zaman. o an aklına geldiğinde "üzülme!!" denildiği halde ve kendisi de "üzülmem"... dediği halde söyleneni tutamadı sözünde de duramadı.

    şimdi durduk yere hem de hiç alakasız zamanlarda gözlerinden kan gibi sıcacık yaşlar aktığında "sebebini bilmiyorum ki niye ağladığımın" diyor. oysaki tek sebebi ona hiçbir şey için üzülme diyebilen bir çift göz.

    aslında üzülmek değildir üzüleni üzen
    o üzüntüye sebep olanı özlemektir
    üzülmem dese de sözünü ağlaya ağlaya bitirmektir
    üzülmek değildir
    üzülmek belki de geçicidir diye düşündüren
    ama geçmeyeceğini anladıkça
    içten içe kahreden...
    aslında üzülmek değildir üzüleni üzen
    özgür bıraktığın iradeni
    yine yüreğinde hapsetmek istemen...
    üzülmek mi üzücüdür yoksa "hiçbir şey için üzülme"
    diyeni bir çırpıda gözlerinde kaybetmek mi?
    üzülmek, sevinmektir
    eskiden ağlayamayan gözlere...
    üzülmek, yeşil bir denizdir
    mavi olması gereken yerde...
    aslında üzülmek değildir insanı üzen,
    ağladıkça ağlanası gelen garip bir kuştur
    uzaklarda silinen...

    hiçbir şey için üzülme olur mu denildiği günden beri kendine gelemeyen.
    0 ...
  4. 53.
  5. yine zamanın bir yerindeyim...zamansızlıkta, bilinmezde veya bilememezlikte...

    birkaç kuşun, bir kanat çırpısı kadar bir vakitsizlikte kapatmak istiyorum gözlerimi usulca, kirpiklerimi dahi ürkütmeden, sevinçlerimi hiç ürkütmeden. tutup yakalasam diyorum bir ucundan hayallerimi karanlığın verdiği cesaretle görünmezliklerinden, yapamıyorum. boğazımda bir çift kocaman el, sımsıkı bağlanmış yakamıza bırakmıyor. belki yalvarıyorum belki ağlamaklıyım - bırak, diyorum. - bırak, biraz sevinip, çocuk olup geri döneceğim, söz. yine senin dediğin olur, yine sen kazanırsın, kırarsın dökersin, ne olur bırak. bırakmıyor. ben de açıyorum gözlerimi, göz göze gelmeye cesaretim yok ama o da ne, onun gözleri bile yok! benim birkaç kanat çırpıp vakitsizliğe dair olan kuşlarım oymuş gözlerini, seviniyorum.

    -hadi, diyorum biraz cesaret. göçlerden, kaçlardan, utançlardan, açlardan geçtin sen, biraz cesaret. ileride akasya ağacı bekliyor bizi, ne güzel kokar ah. vardığım akasyanın gölgesinde yüreğimin çocuklarını oynatıyorum, bir ara biri gözden kayboluyor, korkuyorum. hep mi korkutur kayıp çocukluklar?
    neyse ki döndü. hatırıma olmayan çocukluğum, zindanlarım, kayboluşlarım, daha önce kaybettiğimi sandığım küçük bir umudumu nereye sakladığım bile geliyor, bu yola neden başladığımız gelmiyor! nedensizlikler de bir neden sayılamaz mı?

    yüreğimin çocukları huysuzlanıyor, benim sevincim olmaları yetmez, onlara da sevinçler bulmalıyım. yola koyulmalı artık. gövdesi yaslandığım akasya ya veda zamanı, kalkmalıyım.
    kıpırdayamıyorum, nasıl olur? ayağa kalkmak gerek ama olmuyor. ayaklarım akasyanın gövdesinden köklerine dolanmış, o olmuş.
    şimde ne ben akasyayım diyebiliyorum, ne de o ben de senim diyebiliyor, biz olmayı öğrenmek zaman alacak.oysa hatırlamıştım bu yola neden çıktığımızı... şimdi sen, bize yeni umutlar, yeni oyunlar, yeni yürümeler bul. ben burdayım, çocuklar da. akasyanın altında...

    not: sözlük yazarlarının hikaye denemelerinden zira (delirmeli denemeleri) üzerine bir yazıdır.
    0 ...
  6. 54.
  7. başlık; (bkz: kayıp özne)

    yine miskinlikle geçen bir günün ardından, uykuya dalmak üzere kendi tabiriyle "mezarına" doğru yol aldı. yatağını kendince mezar olarak tanımlıyordu. kimilerine göre bir rahatlık ve huzur membaı olan bu alet, ona göre bir tembelin sığınağından farklı bir şey değildi. işin gerçeği bunun gibi birçok lüks ve sefa aracından nefret ederdi hatta tiksinirdi. nefret ve tiksinme… ne zaman bir pahalı alete sahip olsa veya lüks bir mekâna adımını atsa bu duygular belirirdi içinde. ne var ki insan mizacı konfora karşı duramıyordu.

    bundan yıllar önce henüz küçük bir çocukken bir aile sohbeti sırasında hacı amcasının ağzından nasıralı nebi' nin şu sözlerini duymuştu; "asıl mutlu açlardır, zira doyacaklar. asıl mutlu çıplaklardır, zira giyinecekler. asıl mutlu zulme uğrayanlardır, zira adalete kavuşacaklar."

    bu sözler aklına geldikten sonra bir yakup kadri edasıyla mırıldanırdı; "biz ki tokuz, biz ki giyinmişiz, biz ki adalet dağıtanlar arasındayız... ruhumuz bin türlü gamla doludur."

    bütün günü miskinlikle geçirmenin yarattığı can sıkıntısı, onun bu düşünceler arasında uyumasına neden oldu. isa nebi' nin her kelimesine hak veriyordu.

    uyumak için gözlerini kapattı. gerçek şu ki yüzünüz hangi yöne dönük olursa olsun, gözleriniz kapalıyken gördüğünüz tek renk siyahtır.

    uyudu, saatlerce uyudu. ardından, hiç ummadığı bir anda kendini manevi bir dünyada buldu. suyun içerisinde dağılan lacivert renkli mürekkebin benzeri bir görüntüye büründü gökyüzü. bulutlar ise suya atılan pamuklardı, zamanla mürekkepli suyu çekip, renkleri koyulaşacaktı.

    karanlığa alışan gözleri bu yeni dünyaya adapte olmakta zorlandı. mamafih bir zaman sonra çevresini daha iyi görmeye başladı. kıyılarında ördeklerin eğleştiği bir gölün tam ortasındaydı. bulutların ardına gizlenen güneşe çapkınlığa tövbe etmiş bir don juan nazarıyla baktı. hayret ki suyun üzerinde, dimdik ayakta duruyordu. çekingen bir adım attı. ne ilginç ki gölün içerine düşüp boğulmamıştı. bir adım daha attı, suyun üzerindeydi hatta suyun üzerinde yürüyordu ama ıslanmıyordu. bu, hoşuna gitmişti.

    yürüdü, kıyıya kadar yürüdü. en sonunda yaban ördeklerinin hemen yanından geçerek, çakıllarla kaplanmış sahile ulaştı. işte o sırada dikkatini çakılların üzerinde duran bir kitap çekti. heyecanla kitabı eline aldı. bu; üzerinde yazarının ismi olmayan, yeşil kapaklı, isimsiz bir kitaptı.

    gogol' ün ölü canlar' ından, shakespeare' in hamlet' inden, dostoyevski' nin
    suç ve ceza' sından, namık kemal‘ in vatan yahut silistre’ sinden, mehmet akif' in safahat' ından ve daha pek çok eserden alıntılar... hepsi de gerçekten ustalıkla yazılmış kült eserlerdi. bütün bu yapıtları imrenerek ve hayranlıkla belki de defalarca kez okumuştu...

    sayfalara hızlı bir şekilde göz attı. birkaç sayfa daha çevirdikten sonra bir sayfada kalakaldı. ne inanılmaz bir şeydi! kitapta kendi ismi de yazıyordu. isminin hemen altından ise bir şiir başlıyordu...

    işte tam da bu anda varlığı, istemli olmaksızın kendini gerçek dünyada buldu. ne yazık ki bütün bunlar hoş bir hayalden ibaretti. üstelik isminin altında yazan şiiri okuyamadan uyanıvermişti.

    ay, nöbeti güneşe devretmeye hazırlanıyordu. toprak da henüz def etmemişti üzerinden gecenin karanlığını, yine de gündüze ulaşacak olmanın sevinciyle heyecanlanıyordu. yaban otlarının arasından bir gül; güneşin doğup da yüzüne güleceği an için sabırsızlanıyor, güneşe güzel görünebilmek için hazırlanıyor, süsleniyordu. komşu bahçelerin birinden, cengâver bir horozun boğuk sesi işitiliyordu. mahalle camisinin ince sesli müezzini, insanları ibadete çağırıyordu.

    güneş tam manasıyla kendini belli edip gökyüzünü ışığıyla kaplayana kadar, yatağından doğrulmadı. hareket dahi etmeden, gözlerini tavana doğru dikip öylece bekledi. tavandaki beyaz badana uzun zamandır yinelenmemişti, yer yer küf izleri ile kaplanmıştı. o, bazı günler -bugün de olduğu gibi- gözlerini tavana doğru diker, küf izlerinden çeşitli nesneler, suretler tahayyül ederdi. bugün ise bu hayali siluetler, onun dikkatini çekmeyi başaramadı. biraz önce gördüğü rüyanın etkisinde kalmıştı.

    hareketsiz durduğu uzun dakikalar boyunca düşündü. rüyasında gördüklerine bir anlam yüklemeye çalıştı. nasıl oluyordu da değersiz ismi, bütün o görkemli yazarların isimleriyle bir arada geçiyordu? onu shakespeare' le, gogol' le, dostoyevski’ yle, namık kemal ve mehmet akif' le yakın tutan şey neydi?

    bir müddet bu sorulara kendince cevaplar aradı, bir takım fikir yürütmelerde bulundu; shakespeare, eserlerinde erdemliliği övmüştü. gogol, adaletin yüceliğini anlatmıştı. dostoyevski, gururu resmetmişti kalbimize, namık kemal; hürriyet ve vatan sevgisini, mehmet akif ise azmi, cesareti ve inancı aşılamıştı bedenimize...

    işte o an bu değerli insanlara bir kat daha fazla saygı duydu. kahramanlığı övenlere, adaleti isteyenlere, muhtaçlara yardım edenlere... nasıl saygı duyamazdı ki? kararını verdi, o da onlar gibi olacaktı. masumu zalime karşı savunacak, cehalete karşı cephe alacak, geceyi gündüze ulaştıracaktı.

    sonra bir burukluk musallat oldu kalbine. istemeden de olsa, aklına chuck palaihnuck' un o meşhur romanı fight club' tan bir tirat geldi. suratında pinekleyen tebessüm yerini kaygı duyan bir ifadeye bıraktı. belki de bütün bunlar basit bir ilk gençlik ihtirasından başka bir şey değildi. kim bilebilir belki o da günün birinde mevzubahis romanın başkarakterine özenip bir süper kahraman olamayacağını anlayan tyler durden misali isyan edecekti...

    canı sıkılmıştı. buna rağmen üzüntüsü uzun sürmedi, müsterih oldu. netice itibarı ile yapması gereken bir işi vardı. yıllardır görmediği kuzeni, bugün istanbul' a gelecekti. ona ise kuzenini otogarda karşılama görevi verilmişti. yatağından doğruldu, duvarda asılı duran dedesinden kalma antika duvar saatine baktı. ayağa kalkıp, hazırlanmaya başladı. özenle giyindi ve süslendi. en sonunda tastamam hazır olmuştu.

    kuzenini karşılamak üzere yola çıktı. yarım saate yakın bir süre sonra otogara vardı. zaman kaybetmeden kuzeninin yolculuk ettiği seyahat firmasının yazıhanesine gidip, kuzeninin ne kadar bir süre sonra otogara varacağını öğrendi. aceleci davranıp, kuzeninden yarım saat önce gelmişti.

    sonrasında, kahvaltı yapmadığını hatırlayıp, yakınlardaki bir ekmek fırınından poğaça ve simit aldı. yazıhanenin önündeki boş banka doğru yürüdü. bir nebze olsun açlığını giderip, kuzenini beklemeye koyuldu. oturduğu yerden hem yazıhanenin içerisini hem de otobüslerin park edip, yolcu indirdikleri yeri görebiliyordu. park eden her otobüsün içerisinden sürü sürü insanlar iniyor ve bu insanlar derhal otobüsün bir yanında toplanıp, otobüsün genç muavininden kendilerine ait valizleri, çuvalları ve kolileri alıyorlardı. bazı yolcuları karşılamak üzere heyecanlı insanlar bekliyor, bekledikleri yolcu otobüsten indiği zaman bir sevinç gösterisi başlıyor, hasret çekenler birbirlerine sarılıyordu. otobüslerin içerisinden buram buram memleket kokusu geliyor, insanlar birbirlerine hediye olarak valizler dolusu sevgi getiriyordu.

    o, bütün bu manzaraları seyrederken, yazıhaneden içeri kolu sargıya alınmış bir ihtiyar girdi. bol pantolonu, kırışmış gömleği ve yamalı ceketiyle bu ihtiyar, bir dilenciydi. dilenci, yazıhanenin kapısında belirir belirmez seyahat firmasının görevlilerinden biri, ayağa kalkıp ihtiyarı gerisin geriye dışarıya gönderdi. ihtiyar bu duruma alışkın olmalıydı ki ardına bile bakmadan yoluna devam etti.

    bütün bunları oturduğu yerden dikkatle izledi. hakikat o ki ihtiyara karşı içinde bir anlık bir muhabbet meydana geldi. ayağa kalktı, cüzdanından on liralık bir banknot seçti. ihtiyarın ardından telaşla bağırdı;

    "beyefendi, paranızı düşürdünüz!"

    ihtiyar, bu haykırışa kulak asmadı, "beyefendi" hitabını üzerine alınmadığı aşikârdı. bunun üzerine bir hızla soluğu ihtiyarın yanında aldı. biraz önceki haykırışını biraz daha sakin bir şekilde yineledi. banknotu ihtiyarın eline tutuşturdu. bütün bunları, ihtiyarın gözlerinin içine bakarak yaptı. sonrasında, biraz evvel oturduğu banka doğru yürüdü. yürüdüğü mesafe boyunca ihtiyarın bakışlarını üzerinde hissetti. yaptığı işten dolayı mutluluk duydu, tekrardan yerine oturdu.

    kuzeni kadir, istanbul' a ilk defa geliyordu. üniversiteyi istanbul' da okuyacak, bir yurtta kalacaktı. o, uzun süredir kadir ile görüşememişti. kadir, belki de çok değişmişti, bunu bilemezdi. işin gerçeği, onu göreceği zaman tanıyabileceğinden bile şüphe ediyordu. bir müddet sonra, biraz önce ihtiyarla konuştuğu yöne doğru baktı. dilenci, çoktan gitmişti.

    kuzenini beklerken sabah gördüğü o hoş rüya aklına geldi, keyiflendi. bu rüya, onun küçüklüğünden beri benliğinde bastırmış olduğu şiir aşkını alevlendirmişti. o, iyi bir şair olmalıydı. iyi bir şair ise kendini ilmiyle, cesaretiyle ve sağlam karakteriyle belli ederdi. şu halde, o da iyi bir insan olmalıydı; zalime karşı duran, güçsüzü savunan, fakire yardım eden...

    o, bu düşüncelere dalmışken kuzeni kadir, otogarda başıboş bir şekilde elindeki çek çekli valiziyle kendisini karşılamaya gelen kuzenini arıyordu. bir müddet dolandıktan sonra yazıhanenin önünde beklemeye karar verdi. kadir yazıhaneye vardığında, kuzeni halen daha dalgın bir şekilde sabah gördüğü rüyayı düşünüyordu. kadir, otogarın içindeki başıboş seyahatinin verdiği yorgunlukla ilk müsait gördüğü yere, nasıl bir tesadüftür ki kuzeninin oturduğu bankın yanındaki banka oturdu.

    bir müddet kadir' in geldiğini fark etmedi fakat sonra rüyanın etkisinden kurtulup da etrafına bakınmaya başladı. kuzeni kadir' i ilk gördüğü anda tanıdı. kadir adeta hiç değişmemişti. halen daha o tombul yanaklı, parlak çocuktu. derhal kadir' in yanına gidip, kendini tanıttı.

    kadir ise biraz önce çektiği çile sebebiyle şakayla karışık sitem etti ve ardından kuzeninin çok değişmiş olduğundan ve onu tanıyamadığından bahsetti.

    o ise kadir' e cevap olarak zamanın herkesi değiştirdiğini söyledi, yüzündeki tebessümle. bu ilk yüz yüze gelme seremonisinin ardından bir süre daha hasbıhal ettiler. bu kısa ayaküstü sohbet sırasında farkına vardılar ki ikisi de gerçekten çok acıkmıştı. bir lokantaya gidip karınlarını doyurmaya karar verdiler.

    gidecekleri lokanta onun için tanıdık bir yerdi. bir zamanlar orada çalışıyordu, ardından daha iyi bir iş bulduğu için oradan ayrılmış ve sonrasında bugüne gelince, işsiz kalmıştı. işin gerçeği halinden memnundu ve artık çalışması da gerekmiyordu.

    yürüdükleri yol boyunca kadir' in gideceği üniversite hakkında konuştular. iyi bir bölüm kazandığı için kadir' i tebrik etti. pek kısa bir süre içinde lokantaya vardılar.

    lokantanın isminin yazılı olduğu tabelayı gördüğü an bazı hatıralar, gözünde canlandı. burada aylarca çalışmıştı. nedendir bilinmez, uzun zamandır buraya gelmiyordu. ardına kadar açık olan cam kapıdan geçtiler ve seçtikleri bir masaya oturdular. beyaz gömlekli bir çocuk elindeki sarı temizlik beziyle masayı sildi. çocuğun hemen ardından gelen garsona siparişlerini verdiler.

    hem garson hem de masayı silen çocuk, onun tanışık olmadığı yüzlere sahiplerdi. siparişlerini beklerken bir yandan kadir' le sohbet ediyor bir yandan da tanıdık çehreler arıyordu. ne var ki artık burada onun çalıştığı zamanlardan kimse kalmamıştı. bu tip işletmelerde eleman değişikliği sıkça rastlanan bir durumdur, işe girip çıkan elemanların haddi hesabı yoktur. bu yüzden şaşırmadı. bir müddet sonra masayı silen çocuk elinde getirdiği çatal, bıçak ve kaşıkla masanın yanında belirdi. uzun siyah saçlarından ter damlıyordu, çok yorulmuş olduğu belliydi. masaya servis açtı. bu, siparişlerin çok kısa bir süre sonra masaya servis edileceğinin alametiydi. anlaşılan o ki çocuk, bu işe yeni alınmıştı. bunu çatal, bıçak ve kaşığı masaya yanlış dizmesinden anladı.

    çocuğun yorgun halini gördükten sonra kendi çalıştığı zamanları bir kez daha hatırladı. o da aynı bu çocuk gibi bütün gün boyunca çalışır ve yorulurdu. çocuk tam sırtını dönüp gitmek üzereydi ki çocuğa önce ismini, sorusuna cevap aldıktan sonra da burada ne kadar zamandır çalışıyor olduğunu sordu. yanılmamıştı, çocuk bu işe yeni başlamıştı.

    biraz önce siparişlerini verdikleri garson, elindeki tepsinin içindeki yemekle dolu tabakları kuzenlerin masasına servis etti. kuzenler bir yandan açlıklarını bir yandan da birbirlerine olan özlemlerini giderdiler. yemek sırasında pek çok konu hakkında konuştular. konu son yıllarda artan ülkelerarası gerginlik ve savaşlara gelince bilinçsizce ama içinden gelen bir konuşmaya başladı;

    "bak kadir, eskiden insanlar ellerini vicdanlarına koyarlarmış. davalarda adaleti gözetirlermiş, ülkelerine adaletle hükmederlermiş. geçmişimizdeki sultan süleyman mesela, nam-ı diğer muhibbî... sonraları insanlar ellerini alınlarına koymaya başlamışlar, yanlış anlama hasta oldukları için değil, hem asker selamı diye de bir şey var değil mi? örneğin mustafa kemal... günümüzde ise insanlar ellerini göbeklerine koyuyorlar... herkes göbeğini büyütmenin derdinde! örnek vermeme gerek yok sanırım, zaten sen de görüyorsun her gün..."

    sözlerini bitirdikten sonra yan masada oturan yaşlı bayanların gülüşmelerini duydu. sözlerinin beğenilmesi hoşuna gitmişti. sözlerini kendisi de beğendi, ileride bir gün herhangi bir yazısında kullanmaya karar verdi.

    işin gerçeği, bir cümleye başlarken, cümleyi nasıl bitireceğini düşünmezdi. cümlesinin en kırılgan bir noktasında sözüne çok kısa bir es verip, derin bir nefes alır ve cümlesine devam ederdi. bunu bir alışkanlık olarak edinmişti. o, platon' un kelimeler ile ilgili teorisine destek veriyor hatta kurduğu cümleleri bu teorinin ispatı olarak görüyordu. onlara göre, bir cümleye başlarken etraflıca düşünmeye gerek yoktu. kelimeler, bir şekilde hükmederdi zaten dile.

    çocuk, kuzenlerin önlerinde pinekleyen boş tabakları almak üzere geri geldi. mühim bir haber yakalamak telaşında olan muhabirlere benzer bir tavırla, çocuktan çalışmanın nasıl bir duygu olduğunu söylemesini istedi. çocuk, buna cevap olarak geceleri rahat uyuyabildiğinden bahsetti. ardından, bir müşterinin ona seslenmesi üzerine yeni görevlere atanmış bir asker edasıyla işine devam etti.

    bunun üzerine, isa peygamber' in sözüne kendince bir eklemede bulundu; "asıl mutlu yorgun düşenlerdir, zira dinlenecekler!"

    çocuğun bu bir tek cümlesi, onun ruhundaki kabuk bağlamış olan bir yaraya dokunmuştu. geçmişini hatırladı, sabahları erkenden işe gidiyor, bütün gün çalışıyor, koşuşturuyor, yoruluyordu. gece evine dönerken, yol üzerinde gördüğü mesut insanları kıskanıyordu. bir yaz gecesinde, sevdikleriyle beraber sahil şeridinde yürümenin ne denli büyük bir lütuf olduğunu herkesten çok o biliyor, ne var ki bu zevki tatmaya fırsat bulamıyordu. ancak yine de o yorucu günlerin gecelerinde uykusundan tarifsiz bir lezzet alıyordu. gerçek şu ki vicdan rahatlığı pek büyük bir nimettir.

    bütün bunlar hatırına geldikten sonra, şimdiki miskin günlerinin rezillikten ibaret olduğunu düşündü. bulunduğu lüks lokantadan tiksindi. yüreği; kendine karşı acımayla süslenmiş bir nefret duygusuyla doldu.

    masanın üzerine ücreti ve bahşişi bırakıp lokantayı terk ettiler. kadir' i dinlermiş gibi yapıyor, gerçekte ise kendi miskinliğine lanet okuyarak, etrafını boş vermiş bir şekilde yürüyordu.

    hiçbir şey, rüyasında gördüğü gibi olmayacaktı hiçbir zaman... onun ismi, o değerli yazarların isimlerinin yanında geçmeyi bile hak etmiyordu.

    dalgın dalgın yürüdüğü bu dakikada, bir çarpışma onun önce sendelemesine sonra da kendine gelmesine yol açtı. bir şarap şişesinin yerde yuvarlandığını gördü. kafasını kaldırıp, çarpıştığı kişiye baktı. bol pantolonu ve yamalı ceketiyle bu birkaç saat önce otogarda gördüğü ihtiyar dilenciydi.

    şaşkınlıkla bir an kadar kıpırdayamadan yerinde durdu. sonrasında kadir' in kolundan çekiştirmesiyle hızlı adımlarla oradan ayrıldı.

    bu sahtekâr adama kendi isteğiyle kandığı için kendinden utandı. ne kadar saf olduğunu anladı. adaleti dağıtanların mesleklerinde isabetli kararlar vermeleri gerektiğini hatırlayıp, bu meziyetin kendisinde olmadığına karar verdi. üzülmüştü, oysaki o herkesin iyiliğini istiyordu. bu zamanda kimi kimden koruyabilirdi ki? her insan bir diğerinin menfaatçisi olmuştu!

    yazarların ve şairlerin eserlerinde uzun uzun anlattıkları erdemli ve ideal insan, ne yazıktır ki günümüzde kalmamıştı...

    dilenci, yere düşen şarap şişesini yerden almaya çalışırken biraz önce çarpıştığı adamdan, bir el marifetiyle çaldığı cüzdanı yere düşürdü. o sırada, tesadüfen caddede bulunanlardan hem çarpışma anına hem de dilencinin cüzdanı yere düşürmesine şahit olan bir genç, vaziyeti anladı. tehlikesine aldırmadan, dilencinin üzerine atıldı. ufak çaplı bir boğuşmadan sonra cüzdanı ele geçirip kuzenlerin yürüdüğü yolu takip etmeye başladı;

    "beyefendi! durun, cüzdanınızı düşürdünüz!”
    1 ...
  8. 55.
  9. “hayatımda hiç bu kadar umutsuz ve olumsuz olmamıştım. hiçbir beklentim kalmamıştı bu evrenden,insanlardan,kendimden. boş yere çırpınıyordum dünya denen bu koca mezarda. hep küçük mutluluklar elde ediyordum, sonrasında ise büyük umutsuzluklar, mutsuzluklar kalıyordu gözümün önünde. başarı denen şeyi bilmiyordum. bilmiyorum ama o başarı denen şeyi bilenler hep mutlu oluyorlardı. silik,beceriksiz,başarısız bana uyan en bariz sıfatlardı. neye elimi atsam elime yüzüme bulaştırıyor ve o bulaştırdığımı hiç temizleyemiyordum. gereksiz olduğumu düşünüyordum yani olmasam da olurdu. ne sevenim vardı ne sevdiğim. sevdiğim oldu ama sevdiklerim tarafımdan sevilmedim bir türlü. sevdiklerime karşı hep hata yaptım,başaramadım,beceremedim sevmeyi. bildiğin gereksiztim işte. tek çözüm vardı “umudumu dürtmek umutsuzluğu yatıştırmak” diye düşünürken umut limitimin dolduğunu farkettim. en iyisi ölmekti. tek umudum ölmekti. ulan o bile umuttu ama dürtebileceğim tek umuttu. öldürülsem çok iyi olurdu ama kim öldürürdü ki beni. ne bileyim idam edilsem,ipi boynuma geçirseler, sehpaya bir tekme atsa cellat ve sallansam darağacında. en güzeli faili meçhule gitmekti ya da meçhule giden bir gemiye binip gitmekti. “azrail gelse de alsa canımı” derken kapı çaldı.kapı bir daha çaldı ,sonrasında tekmelere,yumruklara maruz kaldı kapı. kapıyı açtım.karşımda platonik aşık arkadaşım vardı. “abi niye açmıyorsun kapıyı” dedi ve daldı içeriye. “yeni başladığım romanın bir paragrafını okuyordum o yüzden geç kaldım” dedim. “ulan hala mı o kıçıkırık roman. beceremezsin,bırak gitsin kendini yorma” diyerek umut aşıladı bana.geçtim oturdum karşısına “ne oldu yine” diye lafa girdim. “abi ben bu kızı seviyorum” diye lafa girdi, aşkını aşık olduğu kişiye söylemeyen platonik aşık. bunu söylerken başını eğdi,kızaran yüzünü sakladı benden. “ya kıza deliler gibi aşığım ama bir türlü o gül cemaline söyleyemiyorum hissettiklerimi. o ay gibi parlayan yüzü,selvi gibi boyu,yay gibi kaşları,pamuk gibi saçları yok mu beni benden alıyor” diyerek divan edebiyatı ve halk edebiyatı’ndan bir resital sundu bana. “pamuk olmadı abi” dedim.” anlamadım ne dedin” dedi. “yok bir şey” dedim.üzmek istemedim platonik aşığı.ben ölmeyi düşünürken, saçmasapan şeyler dinliyordum şu an. “bırak aşkı filan hepsi boş işler. kazandığını sanarsın ama kaybedersin hep aşkta,yorulursun,tükenirsin en sonunda bıkarsın ve umutsuz,mutsuz biri olursun” desem bir şey değişmeyecekti, ben de sustum. “sen bu kızı seviyorsun,git açıl kıza. git yüzüne karşı “ben seni seviyorum” de. bence böyle yap yani” diyerek yeryüzünün başlangıcından beri platonik aşka tavsiye edilen klişeyi savurdum yüzüne. “çok sağol ya, ben hiç düşünmemiştim bunu.manyakmısın lan sen. bu mu yani vereceğin tavsiye” dedi. “ulan ne bekliyordun ki benden. don juan mıyım, kazanova mıyım ben pezevenk,sen zaten yine gitmiş boktan birine aşık olmuşsundur.” diye çemkirdim yüzüne. sinirlenmiştim.” ne diyon lan sen,aşık olduğum kız hakkında öyle konuşamazsın ulan” diyerek karşı çemkirme yaptı. “ulan kızın senden haberi bile yok,tipsiz herif. akıl veriyoruz onu da geri çeviriyorsun defol lan evimden” diyerek kovmaya çalıştım platoniği. üstüme yürüdü ben de onu mutfağa çektim. tezgahın üstündeki bıçağı kapmamla platoniğin böğrüne böğrüne yürüdüm. “tamam abi sakin ol gidiyorum indir şu pıçağı lütfen” diyerek yalvardı. kapıyı açtı ve çekti gitti. romanıma devam etmek için masaya geçtim. romana baktım “ulan harbiden bok gibi oldu, benden yazar filan olmaz” diyerek buruşturdum iki(2) paragraf bulunan çizgisiz dosya kağıdını ve çöpe attım. o sırada “ulan acaba kavak yelleri’nin 169.bölümünde neler oluyor” diye iç geçirdim sonrasında elime kumandayı kapar kapmaz kavak yelleri’ni açtım.işte hayat buydu. kavak yelleri. ne dizi be.
    1 ...
  10. 56.
  11. ankarada bir avm de acayip alışveriş yapıldıktan sonra otoparkta arabanın yeri unutulmuş ve kişilerin takati kesilmiş şekilde araba aranmaktadır. b13e yaklaşılır.

    + b13 müydü? emin misin? bu sırada gri renk araba bile yok!
    - yok ya e65ti.
    + o senin telefonunun markası. 7/24 mesaj yazmaktan kafan bulanmış senin.sen şu tarafa git, ben de bu tarafa. önce bulan telefon etsin.
    - tamam (kafayı ekrandan kaldırmamış,hala mesaj yazıyor)

    ayrılırlar.

    (kendi kendine konuşur, tabi ellerindeki poşetlerin ağırlığı her adımda artıyordur)
    + heh buldum, metalik gri focus. 15 metre daha yürür. plaka tanıdık değil. püh...
    + ne vardı sanki kredi kartının limitini dolduracak? açıkta mı kaldık. ellerim kesildi lan, ne almışım bu kadar?
    + tamam işte buldum arabayı. (heyecanla son gücüyle koşar) offf yine olmadı.
    (karanlık, ara sıra arabaların farlarıyla aydınlanan otoparkta yürümeye devam)
    + ahaaa buldum. (koşturarak) bak bu tabelayı da hatırladım. yine olmadı.
    (allahım taksi mi çağırsam, dayanamıyorum derken)
    + valla buldum, bak yanında honda vardı parkederken.
    (sonunda bulmuştur, hemen poşetleri bagaja atar ve kuzeni arar.)

    + buldum ben arabayı, geliyorum. nerdesin?
    - bilmiyorum ki, dur bir bakayım. b13müş.
    + hönk!

    (b13 bulunur. bakılır ki kuzen hala sevgilisiyle mesajlaşmakta. bulunduğu yerden kıpırdamamış bile.)

    + kızım sen manyak mısın? şu ellerime bak, yarım saattir deli dana gibi arabayı arıyorum ben.
    (hala gözler ekranda)
    - e bulmuşsun işte. bagajı aç, poşetleri koyayım.
    + ne bu umursamazlık ya!
    (hala gözler o kahrolası ekranda)
    - kızım haticeye değil neticeye bakacaksın, bulmuşsun işte. dır dır yapma.

    (bu esnada arkada üç araba birikmiş ve kornayla hakaret ediyordur. bagaj açılır. kuzen elindekileri bagaja koyup, kapağı kapatır. + siniri tavan yaptığı için, kuzene ders vermek ister. kuzen hala delicesine mesaj yazıyordur. sağ cam açılır ve mesajın sonuna beni ... avm nin otoparkından al yaz, b13teyim demeyi unutma der ve gaza basar. giderken dikiz aynasından kuzene bakış atılır. kuzen gözlerini ilk kez ekrandan ayırmış mal mal + nın gidişini izlemektedir.)
    3 ...
  12. 57.
  13. 58.
  14. ...kapıyı açtı bir umut, fakat yine bir meme göremedi...

    evet. görseydi hikâye biterdi burada.
    1 ...
  15. 59.
  16. "yarın bir sınav varmış. bizim bu şaşkın da sınava hiç çalışmamış, kalmış."**
    1 ...
  17. 60.
  18. küçük bir çocuğun gülümsemesi, annemin sesi, ilk aşkımın nefesi, yeni doğmuş ev kedisi. keşke şimdi iki bira alıp gelse monaco prensi.
    2 ...
  19. 61.
  20. sözlük dışında yazmaya da meraklı olan uludağ sözlük yazarlarının, başlarından geçen veya kurguladıkları ve kendileri kaleme aldıkları hikayelerini paylaştıkları yer olmaya adaydır.

    Açılışı bir örnekle yapayım: (hikaye biraz uzun ama değeceğini düşünüyorum) swh

    HAKi HIRKA

    ayaklarım sanki beynimden bağımsız hareket etmekteydi. en zayıf yavrusunu boğan kara mamba yılanı gibi, en gereksiz düşünce yığınından vazgeçip rahatlamak istiyordu beynim artık...ancak, bu kararı vermek için bile yeterli senkronizasyonu sağlayamamışlardı kendi varlığından habersiz kalbimle... ve gözlerim kapının yaklaştığını bana haber verdiler. durdum... kapının, o olduğuna emin gibiydim..kapının gövdesi, sanki 10 yıl önce gördüğümden bu yana boya kokusuna bile mahrum bırakılmıştı. sökülmüş ahşap parçalarının, sözleşmişcesine, her 5 santimde bir diziliyor oluşu, kapıya adeta ürkütücü bir giyotin havası katmıştı. ama, eşikler tozlu değildi, belli sıkça kullanılmaktaydı bu oda. kapı tam kapanmamıştı. i̇çeriden süzülen cılız, yeşil ışık tam da mezarlıkları hatırlatmışken, kapı kolu, kapıyı açmak için kolumu uzattığımda, "ne kadar yaşlanmışsın ihtiyar" dercesine bana el sallayan görüntümü göstererek benimle oyun oynadı adeta...sahi, bu kapı kolu da neyin nesiydi; alabildiğine parlak, son derece kaliteli gözüküyordu... sonradan tamir gördüğü belliydi, ama bu denli sırıtıyor olması kapının tüm görkemini yok etmişti...

    ellerim, hayatında ilk kez cinayet işleyecek bir aslan yavrusunun ürkekliğiyle titriyordu. kapıyı açtığımda, neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. öğrenme şansım vardı, ama ben öğrenme yerine yaşamayı seçtim. bu belki, gerçeklerle tek başıma yüzleşecek kadar cesur olduğum içindi... belki de korkağın tekiydim, kötü haberi almaktan korktum, mümkün olduğunca erteledim... sanki bir yere kaçabilecekmişim gibi. al işte, yine kaderin ellerindesin, senin elindeki tek şey içerisinden nasıl bir haberin çıkacağını bilmediğin odanın kapı kolu...

    kapı açıldığında, gözüm "camsız pencere"ye ilişti... ama artık camsız değildi. üstelik önünde, 10 tane ufak saksı vardı. saksıların içi boştu; sanki bir yazar kağıdı kalemi hazırlamış, ama yazmaya bir türlü başlayamamış gibi; birisi saksılara çiçek ekmekten vazgeçmişti. buraya en son geldiğimde, sevmediği misafirin kucağına işeyen bir bebek gibi pis yağını üstüme döken, onu tutan borulardan bir tanesi kopmuş, fırtınalı bir son bahar akşamında düşmemek için inatla ağacın dalına sarılan yaprağın tükenmişliğiyle sallanıp duran kalorifer de artık yoktu. evet, burada birçok şey değişmişti... bu, iyiye işaret miydi peki?

    bir an, bir ürperme geldi... gözlerimi sola çevirdiğimde, yatağın eskisi gibi, aynı yerinde durduğunu görebiliyordum. belki, aynı yatak değildi, ama üstünde, "ben buranın en kıdemlisiyim." havası vardı. öyle ki, yatağın kenarına bağlı serum şişesi ve komidin "acaba bir şey söyleyecek mi" diye ağzının içine bakıyorlardı. yatak boştu, tertemizdi, uzun süredir kullanılmamış gibiydi.. belli ki bu odada artık kimse kalmıyordu. demek ki o artık yoktu... görmeyi istediğim şey bu değildi, belki de kendimi bununla yüzleşmeye hazırlayabilecek kadar olgunlaşamamıştım... artık, bedenim özgürlüğünü ilan etmişti, beynim ne yaptığımı sadece fark edebiliyor, ama kontrol edemiyordu... bacak kaslarım, rüyamda her yüksekten düşüşümde yaptıkları gibi beni yarı yolda bırakmışlardı. dizlerimin üstünde olduğumu fark ettim, ancak kısa sürmedi dizlerimin de bana ihanet etmesi... zar zor kafamı kaldırdığımda, siyah bir tekerlekli sandalye gördüm. tekerleklerinden biri, sanki evin yaramaz çocuğu, diğerki de onu dizginlemeye çalışan ağabeyi gibiydi. bir tanesi sürekli yalpalanıp yanlış yöne dönüyor, ama diğeri kardeşini doğru yola sokmaktan asla vazgeçmiyordu. aniden durdu...

    üzerinde, 80 li yaşlarında bir kadın oturuyordu. gülümsemesi, hayata ve yaşına meydan okurcasına diri ve gençti. dişlerinin olmayışı, onu bir canavar değil, tam tersine sevimli bir yunus balığı gibi göstermişti. yüzünde yer yer döküntüler vardı, kırçıllı bir kediyi andırıyordu adeta... ama, pek de aldırış ettiği söylenemezdi.. saçlarının bir kısmı dökülmüş, diğer kısmı ise hani o kalorifer gibi inatla yaşamaya çalışıyorlardı. yer yer gri, yer yer sarı olan bu saçları o kadar yağlı ve o kadar birbirine geçmişti ki; insan kafasında görmeyen biri bunu heralde kötü dikilmiş bir kazağa daha çok benzetirdi. kadının gözlerinden biri hiç hareket etmiyordu. diğerinden hayat akıyor oluşu, dünyanın ne kadar tezatlar üstüne kurulduğunu kanıtlar nitelikteydi. i̇ki bacağı da yoktu, ama o hepimizden hızlı koşmaktaydı sanki... üzerindeki haki rengindeki hırka, yerini öylesine sahiplenmişe benziyordu ki, ilk bakışta yıllardır kullanıldığı anlaşılmaktaydı... dirsek uçlarındaki yırtıklar, cep altlarındaki lekeler, sökükler... bu kadınla bu hırkanın, beraber çok şey yaşadıkları belliydi; aralarında anlatılamaz bir bağ oluşmuştu. kadının bir eli tekerleğin direksiyonundaydı... diğer elinde, cam bir bardak vardı. i̇çindeki sarı renk sıvının bir ilaç olduğunu tahmin etmek zor değildi.

    bu kadın benim annemdi. 10 yıl önce, doktorlar yaşamalarına çok az şans vermişlerdi, dayanamaz demişlerdi... ben onunla beraber acı çekmeyi göze alamamış, kaçmıştım... onu ölürken görmek istememiştim... yokluğuna alışmaya, onu unutmaya çalışmıştım. ama, son günlerde; her uyanışımda göğsümdeki yumru daha da büyümeye başlamıştı. bunda, her rüyamda annem ile geçirdiğim son günü hatırlamamın etkisi tartışılmazdı elbette.. tüy yumaklarını kusan kediler gibi, kusmak istedim o yumryu; ama onu olduğu yerden çıkarmaya gücüm yetmedi. nedenini anlamaya çalıştım bu rüyaların, ondan buradayım bu gün... yaşıyor olacağına hiç ihtimal vermiyordum, ama buraya gelip gerçeği öğrenmekten hep korktum, hep erteledim... bir yerlerde yaşıyor olduğuna kendimi inandırmak daha kolay ve daha az acı verici geldi belki de... ama, tüm bunlar gereksizdi, o yaşıyordu işte tam karşımdaydı.. bir bakışı, tüm o topaklanmış acı zerreciklerini yok etmeye yetti...

    beni gördüğünde, bir an şaşırdı... elindeki bardak yere düştü... ama, kırılmadı, sapasağlam bir şekilde yerde yuvarlanıyordu. annemin bana sitem dolu bir bakış atmasını bekliyordum. oysa ondan aldığım bakış öylesine sevgi dolu, öylesine gurur duyan bir bakıştı ki; sanki yere düşen bardak gibi, "ben sana hiç kırgın değilim." diyordu.. sanki son on sene yaşanmamıştı, ben dün onu hastaneye bırakmışım, bu gün de dayanamış yeniden ziyaretine gelmişim gibi memnuniyetle gülümsüyordu... "çok yaşlanmışsın ayhanım" kelimeleri döküldü, o ufalmış, yumrulaşmış ağzından. bense, bir yandan annemin yaşıyor olduğunu son bir kez görmenin tarifsiz mutluluğu, bir yandan da yıllardır onu görmeye gelmeyişimin ve onun bunu insanüstü bir olgunlukla kabul edişinin utancı içerisindeydim... ama ben onu öldü sanıyodum, öyle inandırdım kendimi, acı çekmemek için, kendimi korumak için.. kemik yaşım 55 olabilir belki ama, 5 yaşındaki çocuk kadar yüreksizim ben...

    "fahriye hanımın odasında kalorifer tadilatı var" dedi hemşirenin biri... bu yüzden bizi annemin geçici olarak kaldığı odaya götürmek istedi, ama annem bu günlük kendi odasına gitmek istedi.. bana saksılarını gösterdi. hastanede kaldığı her sene için yeni bir saksı almış ve içine tohumlar atmış... eğer ben gelirsem sulayacakmış, ama ben gelmediğim için tohumlar susuz kalmış. sonra kendini, o tohumlara benzetti. "tohumun hayatı suyu beklemekle geçer, evlat dedi... kendisini çimlendirecek su gelinceye kadar, o bütün zorluklara direnir, suya kavuşabilmek için inatla savaşır. sonra su gelir, tohum çimlenir.. tohum artık gitmiştir, yerine yetişkin bir bitki gelmiştir... bu dünya bizler için bir sınav, bir hazırlık yeri. asıl yaşam öbür tarafta. ben de aynı o tohum gibi, suya kavuştuğum zaman asıl hayatıma geçmeyi bekledim, direndim, mücadele ettim ve kazandım.. tohum için su neyse, benim için de sen osun oğlum, ayhanım... şimdi sen buraya geldin ya, artık gönül rahatlığıyla yolculuğuma devam edebilirim. hiçbirşey beni, seni görmek kadar mutlu edemezdi oğlum..."

    hastalıktan minnacık hale gelmiş bedenine sarıldım... göğsüne kafamı yasladım... fiziksel olarak kaburga kemiğinden ve onlardan ayrılmaya hazır deriden oluşuyordu belki, belki biraz da hırıltılıydı; ama annenin göğsünde ağlamak bunlarla bağdaştırılabilir bir olgu değildi; çok daha başkaydı. her ne kadar ufacık bile gözükse, yasladığın zaman sana güç veriyor ana yüreği, başın sıkıştığında sorgusuz sualsiz yardım elini uzatıyor, sana tutunacak dal oluyor... gözyaşlarım dinmek istemiyorlardı, annemin haki hırkasının üzerinde yeni bir leke oluşturmaya pek hevesli gibiydiler... bir anda hırıltı kesildi... med-cezir misali çalışan o ufak kas hareketi de artık duyulmyordu. bunun ne demek olduğunu biliyor gibiydim... ama kafamı kaldırıp emin olmak istemedim. o bana hala o "tohum" hikayesini anlatıyordu ve ben hala onu dinlerken göğsünde ağlıyordum... hatırlamak istediğim buydu, ve olabildiğince uzun yaşamaya çalıştım...

    şimdi o haki hırkasını hala yatağımın başucunda tutarım, canım sıkkınken onu koklarım, korktuğumda ona sarılır uyurum... sanki o hırkaya dokunduğumda, kaçırdığım o on yılı yaşar gibi olurum.. bazen, karşıma geçip, bana annemle neler yaşadıklarını anlattığını hayal ederim... yaşımdan dolayı çok şey yaşamış görünebilirm, ama ben hala o kaybolan on yılın peşindeyim
    0 ...
  21. 62.
  22. Işık

    Sessizliğin içinden aniden duyulan bir sesle açtı gözlerini. Her insan gibi en garipsediği, sevemediği müzik türü olan garip insanların bağırdığı kafaları salladığı, metal denilen bir müzikle uyanmıştı yine. Gözlerini açana kadar kapattığı telefonunun alarmına baktı, ertelememişti her sabah yaptığı gibi. Farklıydı sanki bugün. Güneş çoktan içeri girmiş, halının üzerine çeşitli desenlerini perdenin aralarından yerleştirmişti.
    Yavaşça banyoya yöneldi. Gözleri hala kapalıydı ama zaten ezberlemişti yolu, kimbilir kaçıncı kez buraya girip önce işeyip, arından şifonu çekecek, sonra yüzünü yıkayıp kendisine kısa süre bakacaktı. Sonra “tipe bak” dedikten sonra gözleri açılmış halde odasına dönüp üstünü başını değiştirme vakti gelmişti.
    Sonra hatırladı traş olması gerektiğini. Banyoya geri döndü. Traş köpüğünden yine gereğinden fazla köpük sıktı. Yüzüne sürmeye başladı. Kokusunu hep sevmişti, hafif tatlı bir kokusu vardı. Traş bıçağını aldı eline. Sol tarafından traş olmaya başladı. Aklına yine babasının söylediği “ her işe sağdan başlamak gerekir” sözü geldi. Hafif omuz silkip devam etti. Yavaş yavaş yanları alıp, adem elmasına doğru geldi. Baktı aynada ki aksine. Dokundu sol eliyle adem elmasına. Kıkırdağı hissetti. Küçük bir ek yerine dokunurken sağ elinde bıçakla derisine yaklaştı. Aklından geçenler;
    “ - Jilet ya kaysa kaza ile.
    - Tam şu eklemi kesiverse?
    - Hem kaza bu intihar olur mu ki?
    - Yok sanmam olabilir… Ama boşver. “
    Şeklindeydi. Düşündü uzun uzadıya ta ki telefonu yeniden çalana kadar. Geç kalmıştı. Çıktı evinden aklında ki düşünce yol boyunca “ Yaşadığım dünyayı değiştiremiyorsam, kendi dünyamı değiştirebilir miyim? “ idi. Kendine yeni bir dünya yaratmak kafasına yatmıştı. Metroya girmeye başladıkoşar adımlarla. Metro gelmemişti. Ekranlara baktı sonraki metronun 6 dakikası vardı.
    Beklerken metroyu, yerde yazan yazı yine takıldı. “ Sarı çizgiyi geçmeyiniz “. Geçen seferde şaşırmıştı. “ Ne olur ki? Raylara mı atlarım? Hem km takip ediyor ki bunu?” Tam bunlar aklından geçerken güvenlik görevlisi sarı çizginin üzerinde yürümeye başladı. Sanki görünmeye bir polis, güvenlik görevlisini alkol testine okuyormuşçasına dikkatle özenle geçti önünden.
    Metronun ışıkları görünüyor uzaktan, raylardan sesi geliyor. Sanki bir ses ismini haykırıyor. Metro neredeyse önünden geçecek bir fren yapıyor yavaşlamak için. Ama önünden geçmesine izin vermeden bir adım atıp sarı çizgiyi geçiyor. Rayların üzerinde onu görüyor. Oraya yatmış ona bakıyor. Bir sonraki adımını sarı çizginin ilersine atıyor ve o anda uçtuğunu fark ediyor. Özgürleşiyor. Aklındaki düşünceler de uçmaya başladı. Yüzünde bir gülümseme oluştu. Mutluluğu bulmuştu. Bir ses yankılandı, ardından tiz bir çığlık, bir yenisi, bir başka haykırış, yere düşme sesleri ve metronun aniden freniyle yankılandı tüneller. Diğer istasyona bekleyenler dahi korktu bu sesleri işitince.
    Bir ışık gördü, gittikçe yaklaşıyor yaklaştıkça gözleriyle bakamıyor. Doğruymuş ışık olduğu. insan bir ışık görüyormuş diye düşünüyor. Onu görüyor bir el uzatmış bekliyor sanki onu. Işık onun içinden geliyormuşçasına parlıyor kalbi. Birisi dürtüyor , ardından bir tokat geliyor ki ne olduğunu anlayamadan bir tokat daha geliyor. Gözlerini açıp bakıyor etrafında toplanmış bir kalabalık var, merakla bakıyorlar. Sonra kapatıyor gözlerini. Yine uçuyor, önce sağından bir şey çarpıyor, savruluyor, kanat çırpmak için uğraşıyor ama fark ediyor aniden kuş olmadığını. Sonra bir yere çarpıyor ve yavaşça yere düşüyor. Işık yeniden parlıyor ve aniden sönüyor.

    Ç.
    1 ...
  23. 63.
  24. Elinde tepsiyle giderken tökezlersin ve tepsideki bir bardak sallanmaya başlar...
    Onu kurtarmak için hamle yaparsın, ancak bu sefer diğer bardaklarda sallanır;
    Bu kez'de hepsini kurtarayım dersin, hepsi birden düşer tuz buz olur...
    işte aynen öyle,
    Şu an aynen böyle...
    2 ...
  25. 64.
  26. Aylar önce attığı bir msja denk gelmenle anlarsın;
    telefonunu eskisi kadar sık eline almıyorsan ya da telefon faturan eskisi kadar kabarık gelmiyorsa; ay sonu gelmesine rağmen önceki ay aldığın paranın %80'inin cebinde olduğunu görünce anlarsın; şarkı, şiir yazarken eskisinden fazla ilham geliyorsa ya da daha fazla acı varsa yazdıklarında; ayna'ya baktığında uykusuzluktan göz altları morarmış, sakalları uzun bir adam görürsen anlarsın; damarlarında kan yerine alkol dolaşmaya başladığında anlarsın... daha dengesizsindir artık, daha alıngan, daha duygusal... kendine bile söyleyemeyeceğin bir sırrın vardır artık, özlemişsindir onu...
    2 ...
  27. 65.
  28. "-Ne kadar çok şey yazıyorsun sen öyle" dedi...
    Sessizce dinledim...
    "-Peki gerçek mi o yazdıkların, içinden gelerek mi yazıyorsun, düşünüyormusun ne etki vereceğini" dedi...
    Derin bir nefes aldım tek nefeste söyleyebilmek için cümlemi:
    "-insan düşünmeden konuşabilir, ancak düşünmeden yazamaz" dedim...
    Bu sefer o sessizleşti:
    "-Daha çocuksun" dedi...
    "-Ben hep kendimden büyüklere aşık oldum zaten" dedim...
    Yüzü kızardı...
    "Utanmana lüzum yok" dedim...
    "Utanmadım sadece şaşırdım" dedi...
    3 ...
  29. 66.
  30. hikaye, garip kelime. gün olmuş anlamı genişlemiş, uzun hikaye, roman gibi hikaye. gün gelmiş, daralmış anlamı hikayenin; hikaye anlatma bana, olmuş.

    bence hikaye edebi yazıda zor olanı, belki en zoru.
    roman uzun koşu, maraton, tökezlersen bile biraz, ilerleyen satırlarda toparlarsın, belki.

    hikaye, mültefit değildir. başlarsın, kopar bağlam, nafile saatler, günler.
    bazen deneme, anı hikayeye karışır ama hikaye başkadır.

    kalamışta salaş kahve. pejmurde masalar, ayakları çakıl masalar. dengesiz hayatlar gibi yalpalıyordu yine. lodos çığlık. miskin. muşambanın kirli yapışkan, eski çayların hatırası, masayı esir almış sanki. sinek dolaşıyor, yalnızlığın farkında. kollarım dirseklerim, düşünmeye dalmak dayanmak için sabırsız. çaycı ali gözükmedi hala. sevmem seslenmeyi; hey ali bir çay getir demeyi. çok uzun, uzun zamanlardır gelirim buraya. müdavim derler ya, öyle işte. köşedeki sandalyeyi çekiyorum yanıma, kollarım iskemlenin askısında. gözlerim lodosun mor dalgalarında. martılar sanki kayboluyor çıkıyor ortaya. martılar lodos kadar çığlık dalgalar. abi hoşgeldin, ansızın kopan film makarası misali dağıldı bakışlarım, hatıramı unuttum. merhaba nerelerdesin ali, sigaram sabırsız haberin olsun. hep böyle mi söylerdim, yoksa bu sabahın ayrımıydı özelliği cümlelerde. ali önce masayı sildi, ne eski çaydan iz, ne belki bir kadının dirseği, uçtu sanki martının kanadında dalgalı köpükler, gibi yorgun sahillere vuran..
    ah ali dedim içimden tabi, beni de silecek misin masanın muşambası misali solmuş çiçek resimlerine karışan hüznümü. masalar hep muşamba kaplı. muşamba kaplı masalar anlamıyorlar niye. tahtamın günahı, batıp çıkan, dengesiz ayaklarım mı. oh nihayet çay geldi. havada hafif esinti, çayımın rengi güzel de, hep baka kalırım serin esintide kaybolan çayımın titrek buharının ardından. oysa çayı koklayarak içerim, severim. burnumu dayarım bardağımın rengine, sarhoş olurum. birden, bir yudum bile içemeden buharı firari çayımdan, bir yudum bile içemeden daha, bir el omuzum da, omuzum daki eli tanıyorum yumuşaklığından. hafifçe kalkıyorum sandalyemden, çakıllara takılıyorum, bir an tutunamıyorum sanki, merhada değişine dayanıyorum. merhaba, gel otursana diyorum. elindeki kitapları masaya bırakırken, ben, gözlerimin beni, kocaman kirpikli gülen yüzündeyim hala, oturamadan bile, bir yudum çaydan mahrum....

    dostlar bu hikaye alıp başını gidecek. iyisi mi bir ara, belki başka fasılda.
    1 ...
  31. 67.
  32. bir gün içiyoruz arkadaşlarla falan baya içmişiz dedim ya baya içmişiz devamını hatırlamıyorum.
    1 ...
  33. 68.
  34. ilgili bazı başlıklarda paylaştığım, (#13470432) (#13470235) parçalar halinde sunduğum hikayemin, tam metni (henüz bitirmediğim, yazımına devam ettiğim) aşağıdaki gibidir:

    Savaş her zaman var olmuştur. Bunu sadece fiziksel dünyada algılamamak gerek. Savaş, ruh ve fizik dünyasında zıtlıklar ile birlikte dünyaya gelmiş insanoğlu ile hep var olmuştur. iki gerçek ya da iki hayal arasındaki farkları anlamaya çalışmak, iki kuram arasındaki benzerlikleri tespit etmeye çalışmak, iki problem ya da soru hakkında çözümler ve cevaplar aramaya çalışmak; savaşın başladığı nokta ise hangi iki gerçeğin, hayalin, kuramın, problemin ya da sorunun baskın olduğuna karar verme noktasına gelinmesidir.

    Kalbin ve aklın savaşı ise, hayatında hep ikilemler içinde kalmış ve karşılaştığı zor durumlardan hangisini kullanarak kurtulmaya çalışacak insanın vardığı noktada başlar. Mantık ile sorulara cevap arayan bir bedenin vereceği tepkiler ile kalbi rehber atayarak cevaplar aramış bir bedenin vereceği tepkiler arasındaki karşılaştırmalar ivmeleri iki farklı noktalara çekecektir.

    Mantığın gücüne inanıp hayata bakış açısı yaratmak ile her metafizik gerçekliğe inanıp bir hayat görüşü yaratmak noktasında başlar savaş ki; bu inanç savaşıdır. insanın kendisi ile hangi iki değer arasında inancını şekillendireceği sorunu ile karşı karşıya gelmesi ve durumu savaş haline sokacak kadar çaresiz adımlarla çıkmaz sokaklara doğru sürüklemesidir inanç savaşı. Mantığın yarattığı veya yaratacağı gerçekliklerle nerelere kadar gidilebilirin, kalbin direktifleri ile beden ve zihnin hangi kapıları açabilirin savaşı. Öyle ki her iki yolda engel teşkil edebilecek şüpheler, paranoyalar, yaratımsal evrede oluşabilecek her türlü pürüz ve dilemmalar, seçim savaşını kızdıracak etmenlerdir. Savaşın başlangıcının temel nedeni insan zihni ve kalbi olduğu gibi gidişatı da zihnin ve kalbin yarattığı ya da yaratacağı ikilemler, soracağı sorular, iteceği uçurumlardır. Kaybedilerek gelinmiş bir sonuç ise en baştaki inanç ya da mantık seçiminin sorgulanmasına ve savaşın başlangıcına dönüp yapılmış seçimlerin değiştirilmesine sebebiyet verir.

    Materyalist seçimler ile gelinen noktada hüsrana uğramak. Sonrasında fizik ötesi ile çözüm aramak. Kalp rehberi, insanı karanlık bir ormana sürükledi ve karşı tepelerde Araf'ı gösterdi. Öyle ise makul gerekçeler merdivenine tırmanıp aydınlığa doğru yükselen bir adamın, böyle bir savaşın gidişatını, sonucu görmeden değiştirmesi kolay değildir. Kimse seçmiş olduğu yoldan geri dönme cesaretini, öz güvenini ve insanların kendine bakış açısını değiştirme ya da kaybetme korkusundan ötürü gösteremeyebilir. Seçtiğinin sonucunu görmelidir. Doğru seçim yaptığını zaten sorunları bir bir çözebilmesinden anlar. Çıkmaza girip başının belada olduğunu fark eden biri ise sonucu tahmin edebilir ve oraya varmadan çok önce seçimlerini gözden geçirmeye koyulur. ikinci davranışı göstermek insanın kendisi ile olan bir başka savaşını kazanmasına bağlıdır.

    Seçilen seçenek ile yola çıkmak ve birçok şey yaşamak. Şimdi ise pişmanlık ve gerçeklik dışılık teşkil edebilecek bir noktaya varmak. Durumu gözden geçirip diğer şık ile yola devam etmek ya da baştan başlamak, seçilmiş olunan şık ile buraya kadar gelinen onca yolu gerçek dışı mı kılacak? Bu sonuç tüm o gerçekliği birdenbire siliyor mu? Gerçek ile gerçek olmayan arasındaki farkı idrak edememe gibi bir yerde yaşamaya başlamak ne çeşit bir cehennemi andırır, ürkütücü.

    Tüm bunların aksine insanın savaşa ne zaman girdiği değil nasıl iştirak ettiği daha ön planda durmaktadır. Yeni doğan bir bebeğin doğum boyunca geçtiği evrelerden ve gelişim sürecinden yola çıkmayı doğru buluyorum. Öyle ki; anne rahminde neler yaşadığının bilincinde olmayan, ıslak bir ortamdan kuru bir ortama geçtiği anda üşüdüğünü hisseden, gözleri ile ışığa ilk defa şahit olan bir bebek canlanıyor zihnimde. irin ve belki kan içinden çıkan, çıkar çıkmaz ciğerlerini ilk soluduğu oksijen ile yakan ve neticesinde gözlerinden yaş döken bir bebek. Dünyanın ilk saniyeleri fiziksel olarak kendisini etkilemiş, çok da temiz olmayan oksijen ile ilk kire bulaşmış, gözlerinden ilk damlalarını duygusallıktan çok öte bir sebeple dökmek zorunda kalmıştır. içine çektiği oksijenin, akıttığı gözyaşlarının ve anne rahminden çıkarken ki yüzleştiği zorlukların verdiği yorgunluk ile hayatındaki ilk uykusuna dalar günün sonunda. Henüz rüya görebilecek kadar günlük olaylara tanıklık etmemiştir gözleri. Beyni henüz analiz yapıp bunları rüyasında bambaşka boyutlara taşıyacak kapasitede değildir. Kimler hatırlar bilemem ama belki de uykunun en tatlı olduğu bir dönemdir bebeklik dönemi. Temiz, saf, uçsuz karanlık.

    Şimdi ise on yaşında. Yaşamın en temel zıtlığı olan iyi-kötü algısının şekillendiği, geliştiği bu yaşta, oyun çağı diye adlandırdığımız bu çağda; çevresinin ve içinde bulunduğu zamanın getirilerinin, zihnine yüklediği görsel ve işitsel verilerinin, hayal dünyası ile gerçek dünyasında doğru-yanlış, kaba-nazik, tehlikeli-tehlikesiz, riskli-risksiz, ahlaklı-ahlaksız ölçütlerinde yargıladığı, değerlendirdiği ve çevre etmeni ile öğretildiği bir çağda, ne çeşit bir savaşın içinde olduğunun farkında olmadan yaşamaktadır. Her gün verdiği etik olan ile olmayanı öğrenme kavgası, ya da deneme ile tecrübe etme aksiyonu, yaşının verebileceği pişmanlıkları da beraberinde getirmekte. Sosyal çevresinin üzerinde kurduğu baskı ile yaşamanın yanı sıra, temelleri yıllar önce atılmış, bu günlere dış kabuğunda değişerek ancak aynı mayayı koruyarak gelmiş ahlak değerleri ya da sözüm ona kuralları ile yüzleştiği günler, aylar ve önemseyip muhasebesini yapacak yaşta olmadığı için nasıl geçtiğini fark etmeden bitirdiği yıllar boyu keşfedip de yarı korku yarı merak içinde farklı, belki çocuksu belki çocuk olmasına rağmen kirli, belki sebeplerinin dâhili veya harici kötü iz bırakmış psikolojik darbeler veya müdahaleler olduğu tamamıyla zararlı ve yanlış işlenmiş cinsel fikir ve deneyimlere sahip olmuş, ilgisizliğin ve vurdumduymazlığın kurbanı haline gelmiştir. ileriki beş yıl içerisinde hızlı yaşamanın ve çok şey görmenin vermiş olabileceği unutkanlık belki yaklaşık bir on yıl sonrasında kendisini terk edecek ve daha on yaşında iyi-kötü zıtlıklarından kötü kısmına daha çok tanıklık ettiği ve buna binaen edindiği deneyimleri hatırlayacak, hatırladıkça pişmanlık duyacaktır. Çünkü artık yirmisindedir. Ancak yirmisine gelmiş ve henüz ilginçleşmeye başlamış bu karakterin en önemli ve en kilit yılları olan onlu yıllarını görmezden gelmek, tüm bir analizde ve gözlemde doğru ve eksiksiz sonuçlar elde etmede büyük hata olurdu diye düşünüyorum.

    Bir insanın en önemli dönemleri hangi yaş aralıklarında dense 10-25 ve 25-30 denilebilirdi. Yaşın getirdiği karakter veya içselliğin dereceleri ve kişilikte taşların yerine oturma evresi, süresi ve süreci Batı'dan Doğu'ya ya da soğuk coğrafyalardan sıcak coğrafyalara göre farklılıklar gösterir derler. O kadar uzak yerlere gitmeden de bu farklılıkların -toplumun en küçük ve temel yapısı olan ailelerde de- bariz görüldüğünü söylemek mümkündür.

    Sözü edilen karakter oluşumunun yaş dağılımını kıtalar arasında belirlemek yerine bir toplumdaki anlayışların çeşitliliğine göre karar vermek daha basit ve çözümcü ve doğru bulgular elde etme adına daha sağlıklı bir yaklaşım olacağı kanaatindeyim. Hayat görüşü ve yaşam tarzı birbirinden farklı iki ailenin çocuk üyeleri ebeveynlerin tutumlarına ve eğitimlerine göre farklı dönemlerde farklı karakter yapıları göstermekte olup, karakter oluşumu denilen süreci farklı yaş aralıklarında tamamlayabilirler. ideolojik açıdan farklı iki ailenin öğretici üyeleri konumunda olan anne babaların öğrenen konumunda olan çocuk üyelerine aşıladıkları ideolojik öğretileri, çocuğun fikir dünyasında bir yapılanmaya kapı açıp, bu yapılanmayı bir ahlaki sistemin temelinin oluşmasına sebebiyet verir. Çocuk iyi ya da doğruyu haklı ya da haksızı kendisine empoze edilmiş ideolojik fikirlerin kendince çıkarımlarında arar. Yargılama mekanizması vicdanın rolünü geri plana atıp ideolojinin getirileri ile çalışmaya başlar.

    A ideolojisini benimsemiş X ailesinin çocuğu A ideolojisine göre bir hayat yaşamaya başlamış ve hayatının önemli dönemlerinde karakter oluşumunu temeldeki bu dayatmalar ışığında tamamlama sürecine girmiştir. Diyelim ki bu A ideolojisine sahip X ailesinin A ideolojisi ile yetiştirdiği çocuğu, ailesinden aldığı bu temeli üzerine sosyal veya eğitim hayatında da eklemeler yaparak kendisine bir hayat tarzı ve görüşü oluşturdu ve bunu tamamladığında 18-19 yaşlarında idi. B ailesinin Y ideolojisi ile yetiştirdiği çocuğun da aynı evrelerden geçtiğini -aile-çevre-eğitim- ve kendine bir hayat görüşü ve yaşam tarzı oluşturduğunu ve bunu başardığı yaşın da 25-29 arasındaki herhangi bir yaşta olduğunu varsayalım. işte bu bir hayat görüşü ve tarzı 19 yaşında şekillenmiş bir genç ile 25-29 yaşları arasında şekillenmiş bir yetişkinin hayata dair tecrübeleri ve hayattan aldıklarının nicelikleri arasında büyük farklar olabilmektedir.

    Hafıza. Beynimizde görsel açıdan bulanık olan hatıraların, içerikte gayet şeffaf olduğu ilginç depo. Ve yaşanmışlıkları hatırladığında insan içgüdüsünün hemen sebeplerine odaklanma arzusu. ilk olanı araştırmanın verdiği sonuçlar, hem sağlam hem analiz açısından sağlıklı olamayabilecek ama gerçeklik bazında şüphesiz kesinliğe sahip sonuçlardır. Meydana gelmiş bir olayın bir zincirleme olaylar bütünü olduğunu görüp bu zincirin ilk halkasına gitmektir sebep arayışında bize yardımcı olacak unsur. Tek olayın, bağımsız ancak, etkileyici özelliği olması da bir diğer gerçek. Hafızasında aslında görsel açıdan bulanık olmayan, fakat, sebeplerini anlama konusunda yeterince bulanık olduğu anılar canlanıyor bir zamanlar onlu yaşlarında olan bebeğin zihninde, yirmili döneminde.

    Varsayım gibi sunduğum, aslında tamamen gerçek olan, bahsini ettiğim bebek hakkında anlatacaklarım ne ustaca oluşturulmaya çalışılmış bir kurgu, ne de bir edebi kalıba sığdırılmak amacı ile betimlenmiş bir karakterdir. Bahsini edeceğim karakter, kendisinin hala içinde bulunduğu şaşıfelek çıkmazında bir çıkış kapısı arayan, ışıkları söndürülmüş ve anahtarı sanki bir büyü ile yok edilmiş odada, elleri duvarlarda gezinir bir şekilde korkak ve çaresiz adımlarla ilerleyen, Dante'nin cehennem tasvirinde kibrinden göğsü kabartılmış ve başı fiziksel zorunluluktan ötürü yukarı bakar şekle bürünmüş ve manasız kelimeler mırıldanarak dar bir çukur içinde sıkıntı ve kasvetle yürümeye mahkum edilmiş insanlar gibi bir eylem içinde bulunan karakterdir. Hayatının ilk yarısını doldurmaya az bir zaman kala geçmişini sorgulayan, geçmişinden gününe sahip olduğu insanların ve o insanların kendisine olan etkilerini sorgulayan ve bu sorgulama içinde sıkışıp kalmış bir karakter.

    Erkek. içnde bulunduğu yaşa (23) paranoya yaratabilecek kadar "bulanıklaşmış" bir takım anılara sahip, karamsar. Bu bulanık paranoya sebeplerinden birisi olan küçük yaşta geçirdiği pnömoni (zatürre) hastalığı, kendisinin sosyal hareketliliğini baltayan etmenlerdendir. Yine kendini kandırarak mı, yoksa gerçekten aklında tasarlıdığı gibi mi, kendisi bile şüphelenerek başladığı nikotin bağımlılığını aşmasına rağmen, varolması gereken sosyal hareketliliğinin önündeki handikap olarak hissettiği eski haslatığını besleyici etmen olarak görmekte ve bunu ruh dünyasını etkileyen bir sebep olarak belirlemektedir. Sağlıklı bir vücudun ruhu da beslediği söylenir. Vücuda egzersiz yaptırmanın ruhu her zaman dinç tutacağı bilinir. işte ruhunun çürüklüğüne bulabileceği ilk ve en basit sebep, küçüklükte geçirdiği hastalığın hala etkilerinin devam ediyor olması paranoyası idi. Her ne kadar paranoyasını haklı çıkarmak için hastalığını araştırmış ve kalıcı etkisi var mı yok mu öğrenmeye çalışmışsa da, yarım yarım elde ettiği bilgileri de zamanla bulanıklaştırarak yine inanmak istediği şeye inanıyordu. Tabi bunda hayatı boyu fiziksel veya biyolojik bir takım sorunlar yaşamış ve bu sorunların kendilerini inanılmaz birer yazar yapmış olduğu gerçeğine sahip ünlü yazarlara olan kıskançlığı ve gıpta ediciliğinin de etkisi oldukça büyük. Acı çekmeyi asla bir insanı farklı gösterebilecek iyi bir etmen olarak görmediği, aksine insanı yaşamaktan alıkoyan ama yaratmaktan alıkoyamayan bir basamak olduğunu gayet iyi bildiği gerçeği ile kendisine de bir elbise giydirmeye çalışıyor ve en çok istediği şey olan "yaratma" nın vereceği o hazzı tatmayı amaçlıyordu. Eğer ki iyi bir yazar olmanın yolu yaşamamaktan geçiyorsa idi, acıyı evine misafir edecek kadar gözü kararmıştı. Öyle ki bu gözü kararmışlığın sebebi bir hırs değil, yaratmanın vereceği zevk idi. Yani genel manada kullanabileceğim hırs kelimesini kendi içinde hazza ulaşma hırsı olarak yontuyor ve manaya yeni bir boyut kazandırıyordu. Sonradan fark edeceği gerçek ise hırsın insan ile varolmuş bütün duygulara bir kene gibi yapıştığı ve zehrini aşıladığı idi. Evet hırs, zevk alma arzusuna da sahipti, haliyle kendisine yeni bir boyut getirilmiyordu, o boyut aslında yeniden keşfediliyordu. insanın kendisi ile ilgili keşfettiği her yeni şey, bu dünya içi keşfedilmiş yeni bir şey olarak algılanmaktadır. Bunun sebebi bir insanın kendisi için önemli olan birşeyin herkes için önemli olmasını istemesidir. Ben merkezli bir dünya yaratıyor ve içine diğer insanları yerleştiriyoruz. Merkez noktaya kendimizi koyduğumuz dünyanın atmosferine yerleştirdiğimiz insanlar.

    Erkek. 23 yaşında, öyle bir zihin karmaşası yaşıyordu ki, geçmişini dahi sorgularken bir düzene sahip olamıyor, ışıklar belirli belirsiz gidip geliyor, daha çok karanlığın hakim olduğu kötü anılar ise bir bir beynini kemiriyor, kendisinden nefret ettiriyordu. Birine kendisini, hayatını, geçmişini açmak istese, notaları karışmış bir şarkıyı çalan senfoni orkestrası kadar anlamsız ve gürültülü sesler çıkaran bir profil sergilerdi şüphesiz. Bunu kendisinde bir eksi olarak görüyor, zihin karmaşasını yenmenin çarelerini arıyordu. Bunu istiyordu çünkü şuan içine sıkışmış olduğu birçok sorunun temelinde bu karmaşanın kendisine aşırı seviyelerde var olması yatıyordu. En azından yine kendisi buna inanıyordu. Bu noktada, zihin karmaşasınının ne derece ileri boyutlarda olduğunu da fark ediyordu sonradan. Öyleki çözüm olarak sunduğu maddeleri bile sonradan "inanıyorum ki bu böyle" seviyesine çekiyor, ürettiği çözümlerden bile emin olamayacak kadar çaresiz kaldığını açığa çıkarıyordu. Nitekim bu böyledir demek ile bunun böyle olduğuna inanıyorum demek arasında büyük bir fark var. Buna özgüven dersek yanlış söz etmiş olmayız. Evet. Zihin karmaşasının da aslında sıkışık olduğu sorunların en temeli olmadığını da anlıyordu bir sonraki adımda. Asıl neden özgüvendi. Ve bu özgüven eksikliğini kabul etmek de, sorunlarının neden bu seviyelere geldiği sorusuna bir cevap olacaktı. Bu cevap, zihin karmaşasını da giderecek, anlatmak istediklerini karşısındakine kronlojik olarak anlatmasını başarabilecekti. Ve erkek, artık tek bir şeye ihtiyaç duyuyordu. Kendisini dinleyecek birisine. Var mıydı? Evet, vardı. Yine kendisi.

    --devam edecek--
    0 ...
  35. 69.
  36. adaletin mizanı ateş ve su üzerine kuruldu,

    sağ kefe ağır bastığında suya değecek toprak yeşillenecek merhamet ama zalim bir merhamet belki boy verecek erkenden ve vakitsizce

    sol kefe ağır bastığında yürek ateşe değecek yanacak kül olacak ama bu sefer yeşillenecek olan yerler topraklar değil...
    0 ...
  37. 70.
  38. --spoiler--
    ben bir götoğlanıyım, evet. bunun pek çok sebebi ve sonucu olduğu gibi, bir o kadar da sebep-sonucu var. ama bu sebep-sonuç’ların en serti de, tartışmasız, benim bir götoğlanı oluşumdur. bu ise sanırım ebedi bir kaybediş anlamına geliyor benim için.
    lisedeyken, sevdiğim kızla ara sıra baş başa buluşma fırsatım olurdu. ona âşıktım, demekle yetinerek duygusal teferruatı bir kenara bırakayım şimdi. i̇lişkimiz bir ‘sevgililik’ ilişkisi değildi. ama tam anlamıyla bir reddedilme de değildi. ona âşık olduğumu biliyordu bilmesine ya yine de bunu ona her fırsatta hatırlatarak götoğlanlığımı perçinliyordum. ersan diye bir oğlandan hoşlanıyordu o sıralarda, yani ersan’a hayrandı desem yeridir. ersan’dan söz ederdik bol bol. ersan’ın eski sevgililerinden, popülaritesinden falan. ersan’ın karizması baş başa geçirdiğimiz vakitlere damgasını vurmaktaydı. israrla söz konusu ediyorduk ersan’ı. bazen ben bile derin derin ersan’ı düşünürken yakalardım kendimi. ne diyebilirdim ki? sevdiğim kız ersan’a hayran olurken ve biz var gücümüzle bunun detayları hakkında görüşmelerimizi sürdürürken ersan’dan nefret ederdim
    --spoiler--

    http://otantik-kahraman.b...om/2011/09/gotoglani.html
    0 ...
  39. 71.
  40. jimbo adlı küçük kaplan daha ilk geldiği günden herkesin sevgilisi olmuştu. tüm mahalle halkı onun yırtıcı bir hayvan olmasından korkmak şöyle dursun, en yaşlısından en suratsız olanına dek herkes ona ilgi gösteriyor, kimi tüylerini okşuyor, arada sırada geçen biri ona kemirebileceği birşey veriyor, bu da küçük kaplanın hoşuna gidiyordu.
    1 ...
  41. 72.
  42. ''edilgen bir uyumsuz''

    boynu bükük zarif sardunyaların sarktığı balkonun gerisinde herşey titriyor ve iki sakat gözün içine düşecekmiş gibi onları izlediğinden habersiz kavga tüm şiddetiyle sürüyordu. eline ne geçerse fırlatıyor, eşyaları önem farkı gözetmeksizin kırıp döküyordu. içine müthiş bir korku saplandı: ya o'na da birşey olursa? üstelik ne zamanlar geçirmişti onunla; uzak, uyku gibi sessiz ama derin, çok derin...tek sahip olmak istediği şeydi o. beyaz soğukluk. ama sakinleşti herşey. rahat bir nefes aldı, kazasız atlatmıştı işte. her zamanki gibi aniden. arkasına döndü. yemeği soğumuştu. unutkanlık. bu aralar sık geliyordu başına. bugün biraz farklı olsaydı diye geçirdi içinden; her gün aynıydı onun için; tabuta benzeyen bir odada ve herşeyden fazlasıyla tecrit edilmiş. derin bir soluk aldı. birden garip bir şekilde içinde hissetti bir şeyin olacağını. havada keskin bir çığlık dansetti ve yokoldu! rüzgarı küçük bir beden yardı ve hışırtıya benzer tuhaf bir fısıltı yayıldı. boğuldu herşey aniden ve yaşam şaşırdı olanlara. tam da o an arkasını döndü. ürkek, yabani...tüm sesler eğildi olanların önünde...yokoldu...ve buz gibi betona çarpan ''çirkin'' in parçalarından binlerce yusufçuğun havalandığını gördüm...
    2 ...
  43. 73.
  44. üzerinde mont, kafasında şapka, altında eşofman; salondaki 8 kişilik yemek masasının en başındaki deri sandalyeye bağdaş kurup oturmuş düşünüyordu kadın, kültablasındaki yarım sigaralara bakarak, içinden ''bu nasıl hikaye'' dedi.

    24 saattir açık olan ama sesi hep kapalı olan televizyona baktı, sonra gözü yerdeki kedili terliğe takıldı, sonra koltukta pinekleyen ite, sonra her yere saçılmış sigara küllerine, sonra çalmasın diye söktüğü kapı zilinin kutusuna, yerdeki kurumuş kusmuğa, moraran koluna, masanın üzerindeki biber kavanozuna, mumlara, makasa, nerden aldığını hatırlamadığı kartvizite, kıytırıktan bir kağıda kıytırıktan bir gece kıytırıktan yazılmış farsça bir nota bakıp, içinden ''bu nasıl bir hikaye'' dedi. ve yine içinden ''kıytırıktanmış'' dedi.

    sonra dönüp olanları düşündü, o güne kadar ne olduysa hepsini. bu kez sesli olarak ''bu nasıl bir hikaye lan'' dedi pencereye dönüp gökyüzüne bakarak.

    sesine koşup gelen köpeğe baktı ''git hadi, canım seni bile sevmek istemiyor'' dedi. sonra köpeğin bozulup gidişine baktı. en iyi yaptığı şeydi sadece bakmak. gidenlerin kaçanların ardından bakmak. izlemek. hayata da uzaktan baktın sen hep zaten dedi. sonra, sessize aldığı için sürekli zın zın öten telefonuna baktı.

    telefonu eline aldı, arayan numaraya baktı, içinden telefonun kapağını cart diye ayırmak geldi ama yapmadı. açtı

    x- nerdesin sen
    z- burdayım
    x- delirtme insanı 3 gündür ulaşamıyorum yoksun nerdesin
    z- ben daha uzun süredir yoğum aslında, sen yeni mi farkettin
    x- içtin mi sen? ne içtin lan sen? nerdesin
    z- hikaye yazıyorum
    x- ne hikayesi
    z- tırışkadan nameler
    4 ...
  45. 74.
  46. muhsin amca. pompacı. lastiğe "hava", arabaya " benzin" pompalar. 7/12 pompalar. çok mutlu bi adamdı muhsin amca. fazla şekerden sol ayağını kestiler, naçar kaldı. mutsuzlaştı. lastiklere ve arabalara pompa yapmaktan bıktığını farketti. cami önünda kolonyağı pompalamaya başladı. 3 senedir limon kolonyağı pompalıyor cami önlerinde.
    1 ...
  47. 75.
  48. talebelerden birisi, hocası deri montlu de jong hoca ya sormuş:
    — insan açlığa ne kadar dayanabilir?
    deri montlu de jong hoca da cevap vermiş:
    — ölünceye kadar.
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük