ulu sözlüğümüzün değerli yazarlarının, belki; aşıklarının, maphuslarının, delilerinin yazıp içlerini dökmek istedikleri kısa yazılardır.
misal:
Yeni bir güne hazırlanmak üzere yatağına çekilir, giderken de utancından etrafı kızıla boyarken yar, yanımızdan ayrılırken bile servileri ışığıyla küçümser... Giderayak göğü yavuklusuna bırakıp, sönmekte olan bir kor parçası gibi sonsuz bozkırda daha da ufalarak görünmez hale gelir ve en sonunda bizi alaca acunla baş başa bırakır. Kızıl gök yavaştan morarıp laciverte çalmaya başlayınca, yarin çekip gittiği yerde daha sonra yavuklusunu gelip göreceğini ifade eden bir leke belirir. Yarini her zamanki gibi bir kez daha gören yavuklu sevincinden tüm insanlığa en ümitsiz zamanlarında eşlik etmeye karar vermiş olmalı ki yine yanımdadır ve içinin sıcacık olduğunu tahmin edip de damında oturduğum kerpiçten yuvamı gökteki bir fener gibi aydınlatır...
keşke kalbimin toprağını başkasının hortumuyla sulayabilseydim ama olmuyor, başkasının suyu içimdeki ağaçların yapraklarını döküyor.. senden başkası bana hep sonbahar oluyor..
sen göremedin, farkına bile varamadın bunun, haberin bile olmadı..
laf uzuyor keder kilo alıyor, hadi git..
seni hapsettiğim kalbimden azat ettim, açtım kafesi uç diye..
gerçi kalbimin kafesinin telleri ellerimi kesti ama olsun, akan benim kanımdır..
artık ben;
sevdasını yele vermiş ve rüzgarın kaldırdığı toz bulutundan göz yaşı imal eden yaralı birisiyim..
insan sevmeye mahkumdur. Sevmeden yapamaz. Doğru ya da yanlış birini sevmek, sevilmek ister. Ekmek kadar su kadar önemlidir sevmek onun için. Çünkü tutunmak ister bu acımasız dünyanın hırçı dalgalarına karşı. Tutunmak... Öyle herkesin başarabileceği bir iş değildir. Paran vardır, mevki sahibisindir, canının istediği herşeye sahip olma imkanın vardır ama bunlar tutunmayı başardığın anlamına gelmez kimi zaman. Hani bazı zamanlar olur ya canın hiç bir şey istemez yemek istemez, gezmek istemez, diğer zamanlarda canın sıkılmasın diye yaptıkların sana tat vermez ya, içinde bilmediğin sebepsiz bir sinir edici sıkıntı vardır. Hani o gün ölsen gam yemezsin gibi gelir. işte böyle zamanlarda sevgiye muhtaç kalırsın, Çölde vaha gibi okyanusta bir ada gibi... işte böyle zamanlarda Ey sen, insanoğlu! Seni rahatlatacak bir sevgin yoksa tutunamayansın, kaybedensin... Korkma sen de bizdensin, Yalnız değilsin. Gel otur bi çay içelim.
bazen denize girip, suyun dibine dalıp da hiç çıkmayan bir solungaçlı olmayı istemek; senin güzel yüzündeki dağları, ovaları çizerken kaybolmak gibi geliyor. göz çukurundaki kraterlere biriken yaşların, omzunla boynun arasındaki üçgende biriken şarabın tadı ve sırtından akan teri lıkır lıkır içmenin tadı hiçbir şeyle değişemez. sen yoksan her şey noksan.
Hayatı cennete döndüren de,zehir eden de insanlardır.en büyük kötülükler de bu insanlardan gelir, en büyük iyilikler de.boyle olduğunu herkes bildiği halde neden bu yaşadığını burnundan getirme uğraşı.karşındakine dişlerini gülümseyerek de gösterebilirsin.
bir bara oturduk, 6 kişiydik. yanımızda daha önce hiç içmemiş bir arkadaşımız vardı.
grubun en gevezesi konuştu.
seni şimdi sarhoş edip konuşturcaz. sırlarını öğrenicez.
içki bakiri çocuk yanıtladı.
ha evet başlayalım. küçükken beni siktiler.
herkes güldü. ben gülmedim. çocuk da gülmedi.
sonra çocuk da güldü. ben gülemedim.
Gitsem...tuna, kerem ve eda orada mıdır? Ali paşa Parkı'nda kuka, ya da bakkalın yanındaki sokakta yakan top oynayabileceğim birileri var mı hala? karlı günlerde mermeri kızak yapıp kaysam bayırdan? kandillerde ip tutsam atarinin orada...
zillerini çalıp kaçtığımız evlerde aynı insanlar mı oturur? çocukluğum 15 kilometre uzakta olabilseydi...bekleseydi hep beni çocukluğum... her zaman ziyaret edebileceğim eski bir dost gibi, ne zaman istesem gidip sığınabilseydim...
zehir zemberek ağızlarımızda sadece leblebi tozunun tadı kalsaydı...
Sabah ezanı'nın okunmasına daha bir
saat vardı.
Aniden çalan bir telefon, kadını
uykusunun en güzel yerinden etmişti.
kalktığında eşi yanında yoktu. Adam,
gece arkadaşlarıyla eğlenmeye gitmiş, ona da : "beni bekleme sen yat"
demişti.
Mahmur gözlerle koştu telefona.
"Alo" dedi ürkek bir sesle.
"Ayşe hanımla mı görüşüyorum?"
"Evet" derken tarifsiz bir korku basmıştı vücudunu.
"Başınız sağolsun eşinizi kaybettik!"
Adam ne kadar da kolay demişti öyle.
"eşinizi kaybettik" diye.
Kaza yapmıştı kocası. Alkol gene şişede
durduğu gibi durmamış, bir ölümlü kazaya daha sebep olmuştu. Hemde bu
sefer ölen, yedi ve on yaşındaki iki
çocuğunun babası, dünyadaki tek
dayanağı, biricik aşkıydı.
Kadın, şimdi bu iki çocukla bir başına
mı kalmıştı? Ne yapacaktı? geçimini nasıl sağlayacaktı? En önemlisi de
Çocukları baba sevgisi göremeden mi
büyüyecekti? Kadın ağlıyordu. Birlikte
geçirdiği oniki yıllık eşi artık yoktu.
Demek o'da sevdiği insanı alkole
'kurban' vermişti. Inanamıyordu. Adam, 'şişenin dibine vururken' bunları
hiç düşünmemişti halbuki. Kadın
düşünüyor, düşündükçe kahrediyor,
kahrettikçe de ağlıyordu. Onunla
tanıştığı ilk gün geldi biranda aklına; bir cafede
görmüşlerdi birbirlerini. Ahmet onun güzelliğine dalmış, elini çaya çarparak,
arkadaşını yakmıştı. Ama O artık yoktu.
horozlar ötmeye başlamıştı yavaş
yavaş.
"Allahu ekber" diyerek başlayan ezanı
duyduğunda, besmele çekerek güç bela doğruldu yattığı yerden. Sağına
soluna baktığı zaman anlamıştı rüya
olduğunu. Eşi gelmiş sessizce yatmıştı.
Doya doya baktı sevdiceğinin yüzüne. Ayşe
hanım rüya görmüştü.
YA RÜYA GÖRMEYENLER NE OLACAKTI ?
(bkz: yesar)
depremle sarsılıyor benliğim
bu defa şiddeti sen.0
merkez üssü gidişin...
hazırlıksız yakaladın beni
daha artçılarınla çatlayan duvarlarımı
onaramamışken...
kaplayamamışken
sensizliğimde açılan delikleri...
şimdi bir enkazdan ibaretim,
kaldırılmayı bekleyen.
havayı kaplayan toz bulutunda
hayallerim saklı, bulanık.
rüzgara yenik düşmüş...
benden bir ben daha çıkar mı bilmem,
şimdi her yer bana bir hastane odası
soğuk ve ruhsuz...
işim mucizelere kaldı artık
yada ziyaretçi defterine ismi çok önceden yazılmış
son bir nefese...
O, sıcak Ankara gününde, Ulus Atatürk
heykelinin sağ tarafında, sağ kolunu başının altına koymuş, kalabalığa rağmen uyuyordu. Yaşı tahminen yetmiş ile seksen arasıydı. Yüzü buruş buruş olmuş, derisi kemiklerine yapışmıştı. Sol elinin altında, içinden dışarı taşmış kuru ekmeklerin olduğu çantanın kulpu ve kendi asası vardı. Kalabalığa rağmen uyuyordu ama aynı
kalabalık onu yok sayıyordu. Heykelin önünde resim çektirenlerin, güvercin besleyenlerin umurunda bile olmayan bu adam acaba kimdi? Nereliydi? Neden burada yatıyordu? Acaba bir ailesi var mıydı? Ona neden sahiplenmemişlerdi? Bütün bu soruların bir cevabı vardı mutlaka. O, belki de bütün ailesini kaybetmişti. Hayatta tutunacak tek bir dalı kalmamıştı. O uyuyordu; belki de bütün acılarını biran ve biraz olsun unutmak adına. Uyanınca gene aynı yerden devam edeceği acılarına daha ne kadar sabredecekti?
Ve işte kış geldi. Ankara, kışın çok çetin geçtiği şehirlerimizden biriydi. O, soğukta ne yapacaktı? Belki devletin (kışa özel) hazırladığı statlardan birinde kalacaktı. Belki de çöpten bulduğu bir battaniyeye sarılıp, gene aynı yerde uyumaya çalışacaktı. Son uykusunu uyuyordu kim bilir. Kimsenin fark etmediği o, cesedi kokmaya başlayınca fark edilecekti belki de.
Yoldan bir çocuk geçiyordu. Sağ eli ile annesini çekiştiriyor, sol eliyle onu göstermeye çalışıyordu. Belki de daha yedi yaşında olan bu çocuk, kimsenin görmediği, görmek istemediği bu adamı görmüştü. Fırsat bulsa, "O amca neden orada yatıyor anne?" diye soracaktı. Ama annesi kimden bahsettiğini bile bilmeyecekti maalesef.
Görmeliydik halbuki onu. Ne derdi vardı öğrenmeliydik. Ana haber bültenlerinde "soğuk yine can aldı" sözüne vah tüh etmeden yapmalıydık bunu. O, yaradan tarafından bir ibret timsali olarak oradaydı. Belki benim geleceğimdi, belki sizin. Kaldıramıyorduk perdeleri. Beşinci boyuta geçemiyorduk. O, manevi alemden insanlara bir imtihan olarak gönderilmişti. Kazanamadık. Göremedik gerçekleri. Sadece bazımız kafamızı çevirip baktık. Ve yolumuza devam ettik.
Özür dilerim seni göremedik. Ne derdin olduğunu soramadık. Hakkını helal et diyemedik.
Hakkını helal et, eey belki de çoktan
hakkın rahmetine kavuşan kişi.
Hayir. Gülüyorum. Affettim bile bana yapılanları nefret veya sevgi duymuyorum artık beni kıranlara karşı. Biraz burukluk var sadece. Özlem duyuyorum evet bu doğru ama ona karşı değil; eski günlere. Alıştım yani kabullendim bazi şeyleri. Hiç beklemezdim ama çabuk atlattım. Hayat üzülmek için çok kısa. Karamsar ve mutsuz olmamak lazı,m affetmeyi bilmek ve kin, nefret duymamak lazım bence. Yüreğim de acımıyor artık. Kabullendim çünkü ve acım geçti.
herkes doğuştan diplomalı oyuncu sanki. büyüdükçe sınıf atlıyorsun. kabul görmek, sevilmek, yer edinmek... hepsini elde etmek için birçok role bürünüyorsun. muhatap olduğun tüm şahıslar da rol kesiyor çünkü. aslında herkes mucizevi bir anda bu kesişmeden vazgeçse de artık kendi kişiliklerimizi yaşasak. zira özledim keratayı...
"beyaz yalan, arkadaş hatrı, aman kalbi kırılmasın, o ne der, idare ediver canım" derken kendi hayat oyunumuzda başrolden silinmişiz. yönetmen koltuğunu kaptırmayalım bari diye düşünmeyin çünkü ona da "anne-baba, arkadaş, eş- sevgili, patron, ev sahibi, hatta devlet yöneticileri" kadrolanmış. çubuğun zaten iki ucu malum b. ka bulanmıştı, ortadan tutalım dedik. ama tüm ortalar ikinci bir emre kadar kaldırılmış. her zaman bir kutbu seçeceksin denildi, a yada b... a+b olmaz, olamaz denildi. bu noktada matematiksel zekanızı da devre dışı bırakın lütfen. zeka mı o da ne?! senin düşünmeye, kendini yormaya hele hele sorgulamaya ihtiyacın yok. zira hepsini senin için birileri yapıyor zaten...
-lütfen gel otur şöyle, ayaklarını da uzat.
+ama iç sesime engel olamıyorum, sürekli konuşuyor.
-onu da düşündük. al sigara iç, alkol al, para da verelim alış veriş yap. sen zaten bu amaçla seçildin bu sahneye.
+aman öldüğümde haber verin de bari gömüldüğümü bileyim...
sessizce yatağında uzanıyordu. gözleri uykuya küs, aklı yok, ruhunun tarihi geçmiş. o an gelip de sabahın körüne gözlerini açsın diye. uykuya bayılıyordu. zamanda yolculuğun tek yolu da buydu.