Dünyanın unutulduğu bir günde, daha doğrusu bütün insanların kendi içlerinde kaybolduğu günde bir kedi dünyaya gelmiş..
Öylesine tatlıymış ki bu kedi , sevimliliği ile her derde deva olabilecek bir ilaç gibiymiş..
Aslında her kedi gibiymiş * ..
Ama kaybolmuş dahası evinin yolunu bulamamış..
Derken Sırılsıklam kalmış, öylesine şiddetli bir yağmur yağıyormuş ki üstüne , zaten ufacık olan bedeni tir tir titriyormuş..
Her nefes alışında kalbi parçalanıyormuş..
Derken karşısına bir kız çıkmış, yavru kediyi hemen avuçlarının arasına almış..
Derken yeni bir yerde bulmuş kedi kendini,
farklı bir dünya belki de bir rüyaymış bu gözlemledikleri..
Tek isteği sevmek ve biraz olsun sevilmekmiş aslında..
Kara bata çıka yürürken, soğuğun kestiği kulakları rüzgarın sesini hala işitebiliyordu. Kalp atışlarının ritim tuttuğu kış şarkısının henüz bitmeye niyeti yok gibiydi. Yollar olabildiğine uzun, alabildiğine karla kaplıydı. insan çığlıklarını, silah seslerini arkasına almıştı. Her adımında bir kelebek daha, başının üstünde kanat çırparak O’na eşlik etmeye başlıyordu karla kaplı yollarda. Her bir adım yeni bir nefes gibiydi. Yaşamak, bu zamanlarda büyük marifetti. Ölüm ise pek çoğuna ödüldü.
Uzunca bir aranın ardından sevdiğim kadın karşıdan geliyordu. Gülümsedi. Yıllardır içimde büyüyen koca boşluk bir anda dolmuştu. Ben ne yapacağımı bilemeyip gülümsedim. Ayağa kalktım. Elimi nereye koyacağımı bilemediğimden ceplerime koydum. Bir cebimde 2 lira 30 kuruşum bir cebimde de annemin yolda yerim diye cebime koyduğu kuruyemişten kalan sarı leblebilerim vardı. Eğer bu şanslı bir adamın hikayesi olsaydı az sonra farklı satırlar okuyabilirdiniz. Ama bu benim hikayemdi. Uzunca bir aranın ardından ilk defa gördüğüm kadın, dokunmaya kıyamadığım saçlarını az önce kestirdiğini söyledi. “Çok güzel olmuşsun” diyemedim yanlış anlar diye. Zaten beni hep yanlış anlamıştı. “Sıhhatler olsun” dedim. Yeni kestirdiği saçlarını rüzgarda savurup yine gitti. Ve ben cebinde 2 lira 30 kuruşu ile bir kere daha sevdiği kadının arkasından bakakalan bir adamdım.
Sıradan bir pazar sabahına uyandım. Etrafın dağınıklığını görmezden gelmem imkansız. Aslında etrafın dağınıklığı bütün haftanın stresi ve yorgunluğunu özetliyor diye kendimi avutmaya çalışırken, boş pizza kutusunun salonun ortasında durmasının hüznü kaplıyor içimi. Salonun ortasında duran boş pizza kutusu yalnızlığın sembolüdür, tek başına yenmiş bir akşam yemeğinin acı gerçeklerinden biridir. Boş pizza kutusu, pizza yerken sadece ağzını pizzayı yemek için çalıştırmaktır, tek kelime etmemektir, telefonun ekranının kirlenmemesidir, hatta o telefon nerededir Allah bilirdir.
Unutulmuş mısralar kadar yalnızdı karanlığında ama yine de ilerliyordu..
Bulduğu doğrularla kendi yolunda..
Yorgundu ve hastaydı biraz ve biraz da umutsuzdu bu yolculukta..
Kulakları iyi işitmiyordu aslında,
Ama kalbinin atışlarını duyabiliyordu..
Gittikçe kayboluyordu kendini dinlerken , şüpheliydi aslında
Neden yürüyordu bu yolda Ve neden umutsuzdu..
Sahi kimdi,adı neydi..
Okadar uzun süredir kendisini aramasına rağmen bulabilmiş miydi?
“Bak.” dedi kadın. “Özgürüz. Herkesten uzaktayız. Baş başayız. Biz bizeyiz. Bütün geçmişimiz arkamızda. Tutsana elimi. Sarılsana bana. Kaybedecek neyimiz kaldı ki birbirimizden başka? Baksana etrafına. Hiçbir yalancı dostun yok etrafında. Kimse yok senin hatalarını benim yüzüme vuran. Kimsen yok seni benden vazgeçirecek. Baksana etrafına. En sevdiğin renk mavi değil mi? Tek sevdiğin kadın ben değil miyim? Bak saçlarım biraz kısaldı ama hala sevmiyor musun saçlarımı? Dudaklarım ilk öptüğün günkü gibi kurudu okyanus ortasında. Baksana etrafına. Baksana gözlerime. O çok sevdiğini söylediğin güzel gözlerime. Tutsana elimi çok üşüdü soğukta. Sarılsana bana.”
Soğuk bir Ankara akşamıydı. Ayaz Egemen'in alıştığı, Necla'nın ise pek bilmediği gibiydi. Pavyonların parlattığı sokakların üstünde, şehrin ışıklarını ayaklarının altına almıştı ikisi de. Ayazın en güzel tarafı Necla'nın kıpkırmızı olmuş burnuna bakıyor olmaktı Egemen için. Havada aşk kokusu vardı belki de ama kimse havayı koklayacak kadar nefes alamıyordu.
"hafif esen bir rüzgar, seyrek seyrek yüzümüze çarpan kum taneleri, şehrin gürültüsünü bastıran
dalgaların sesleri ve birbirini dolunayda takip eden ayaklarımız… şu an nerede olmak istersiniz
sorusundaki olunacak yerdeyiz, hatta nerede ölmek istersiniz sorusundaki ölünecek yerde. aylar sonra
elleri ellerimin arasında, başını omzuma yaslamış, saçlarının kokusu burnumdan akciğerlerime doluyor."
işi dolayısıyla çok yorgundu öyle ki saati bile düşünemeyecek kadar. hava yağmurlu ve etraf karanlıktı. bir kaldirimda elleri cebinde, başı eğik ve adımlarını izleyerek yürüyordu.
Eve vardığında sağ cebinden anahtarı çıkardı, anahtarı tam kapıya soktuğunda evden bir şeyin kırılma sesi geldi. bunun komidinin üstündeki antika mavi çicek desenli vazodan geldiğini anlamıştı. hızlıca anahtarı çevirdi. kilidi açtı kapıyı sol eliyle geri doğru itti. ilk fark ettiği şey olan cam sürgülü balkon kapısı sonuna kadar açıktı. ve yerde annesinden tek hatira kalan antika vazo param parça haldeydi.
Amigo marka kabak çekirdeğini çikarmak için çantasina yeltendi fikret; ambalajın hışırtısıyla çimlerde oturan kimseye rahatsızlık vermek istemiyordu.
Güneş dağların arkasina saklanmaya hazirlanirken çimlerin suya doygunlugunu kıçında hissediyordu. Yağmur günlerdir yağmiş yarım gündür yeryüzunu rahat birakmisti. toprağın soğuklugu, samimi olsun olmasın günün batışını müştereken izleyen insanların sıcaklığı onu cereyanda bırakıyordu.
"Yalnızlıktan hastalanmam umarım" diyerek amigosunu çıkardı çantasından, kimseye rahatsızlık vermemişti; ne çantaya uzanirken ne çantadan paketi çikarirken.
Korkuyordu fikret, birine zarar vermekten, birinin kulagini tırmalamaktan poşet sesleriyle, çiftlerin bahtiyarligina çekirdek çitleyerek ara vermekten de çekiniyordu. Kendi kendine söylendi: "keşke fıstık alsaydım çekirdek çok ses yapar şimdi"
Ikinci aşamadaydı artık, paketin agzini açmak görevi. Elleri titriyordu paketi kavrarken, o cıkan ilk ses cesaretini kırdı. Yüzü düstü, umutsuzluk bir anda hakim oldu çimlere, yeryuzune. "Yapamayacağim" dedi. Ve yapamadi.
Çantasina tekrar da koyamadı, ya ses cikarsa. Oylece çimlere birakti paketi.
Sağ ve sol taraflarindaki çiftleri, tekleri, köpekleri seyretti bir süre. Korkak yaradilısina sövmek hakkiydi fakat bunu yapmadi, arakasindaki ağaca yaslandı. Çekinceleri onu yaşamaktan alikoyuyordu buna da isyan etmedi.
Güneş kayboldu ardindan. Ağaca yüzünü döndü fikret.
Ona zarar veremeyeceğini biliyordu. Ağaçla hasbihal etmeye basladi.
Ve devam etti.
Yeni günün, koluna yansıyan turuncu ışığıyla kurtardı gözlerini uykudan.
ve kolunda yürüyen ufak bir karıncayı izledi bir müddet nefes bile almadan, gözleriyle yaprakların dansına eşlik etti.
Öylece bir kayanın üzerine oturup kurumuş ağaçların birbirleriyle sohbetini dinledi sonra, neşe dolu kuşların şarkılarını.
Hayat yoktu aslında ona göre doğada. Doğa kendisine can katanlarla yaşıyordu, onlarla yoğruluyordu.
Büyülenircesine seyretti bu tenha kalabalığı. -ya da tıka basa boşluğu-
Öylece saatlerini geçirdi bu koca sessizlikle. Bir annenin evladına, masmavi bir kazağı; özenle, ilmek ilmek örmesi gibiydi sessizliği.
ilmek ilmek.
Ne bekledi, ne de gitti. Sadece seyretti öylece akıp gitmesini karşılıkların.
Birden koca çalıların arasından gelen bir sesle irkilerek geldi kendine.
Kirpi miydi? Belki şansı varsa bir ceylan bile olabilirdi.
merakla, heyecanla kendini göstermesini bekledi; seyretti.
Çok bekletti bu belirsizlik onu, sesi hep geldi ama kendisi epey gecikti.
Ve nihayet görünen bir eldi. yara bere içinde kalmış; hem muhtaç, hem de yardım etmek için yanıp tutuşan bir el.
Bu gariplikten hiç ürkmemiş olmanın şaşkınlığı; onu çıkarmak, ona ulaşmak için dolup taşan isteğiyle birleşince, uzattı elini çalılıkların arasına.
Arada metreler vardı oysa ki; ağaçlar, çalılar ve bataklık. Yine de çekti kendine, çekildi ele.
Ve karıştı renkler birbirine, örtüldü doğanın üzerine.
Uzun zamandır onulmaz bir umut bekleyişinin karşılığıydı bütün hepsi.
Karıştı doğaya sessizce.
"Seçmece mi bunlar hocam" sesiyle irkildi. Usul usul düşen yağmurun satmaya uğraştığı hikayeleri ıslattığını gördü; özenle dizmişti onları. Kizmadı ama gökyüzü tanrisina. Umursamiyor gibiydi.
Su damlacıkları yerlerini yadırgıyordu, sayfada durmuyor ıslak bir intiba bırakıp tezgahtan akıyorlardı. istenmediklerini de bilmiş gibiydiler.
Hikaye satıyordu hikmet; kırklı yaşların sonunda olduğu suretinden, sükutundan anlaşıliyordu. Pazarlarda domates, biber yerine kitap satıyordu. her perşembe kurduğu tezgahı vardı. Perşembe hikayecisi diye anilırdı zaten, haftanin bir günü de olsa bir sıfati vardi. Hayatı hikayeydi, hikayeden para kazanırdı.
Kalan altı gün hikaye yazardı: On yirmi sayfalık hikayeler...
"Hepsinin fiyatı aynı, buyrun" dedi 'bir hikaye 5 lira' etiketini göstererek. Tam o sirada elinde yüklü miktarda mandalina bulunan bir çocuk yanasti tezgaha: "5 liralik şu hikaye kaç para amca". Gülümsemek icin bir neden bulmustu perşembe hikayecisi. "Sana 4 lira" diye poşete koyup uzattı.
ilk müsteri 'buyrun' kelimesinin davetkarı olmuştu. Eline almadik hikaye birakmadi, tezgahta okuyup gidecek hali vardi, yandaki tütüncünün bakışiyla. Hiç umrunda değildi hikmetin, tekrar kafasini eğmiş bir seyler yaziyordu. Yine bir irkilme onu hayat döndürebilirdi.
Müşteri elinde siyah kapakli bir hikayeyle: "bu -ayna ve ben- hikayesinin ilk sayfasını okudum..."
Duymuyordu hikmet. Tezgahin etrafini dolanip omzuna dokundu hikayeyi gözüne sokarak.
Hikmet :" evet kendimi yazdım orada" dedi başı eğik.
"Evinizden cikarken aynaya selam mı veriyorsunuz evde, ilginç değil misiniz siz?" deyiverdi hikayesever çocuk, gözlüğünü burnunun üzerine kondurarak.
"Hayır değilim, dalgınim, yalnizim..."
Sessizlik hakim oldu bir süre.
"5 lira sizinki" aceleye getirerek.
Cocuk hikayesini alip uzaklasti.
Hikmet yazmaya devam etti.
“Sekiz yaşındaysanız ve aşıksanız hayat çok güzel.” Cedric
Peki ya yirmi sekiz yaşında ve evliyseniz? Hatta yirmi sekiz yaşında, evli ve bir çocuk babasıysanız? Hatta ve hatta yirmi sekiz yaşında, evli, bir çocuk babası ve hala çocuksanız?
Hiç acelesi olmayan insanlara eşlik eden hafif bir Ankara esintisi eşliğinde aceleyle yürüyorum. ilkbahardan eser yok. Güneş Ankara’yı terk etmiş ya da birileri kaçırmış ve şuanda işkence ediyor. Güneşin sevgilisi bulutlar ise bunu haber almış ve ağlamamak için kendini zor tutuyor. Ama bunu uzun süre sürdüremeyince bulutların gözlerinden ağır ağır süzülen yaşlardan bir tanesi tam kafama düşüyor. Bu süzülen bir damla; birazdan gelecek sağanak ağlayışın, hıçkırıkların, karanlığın habercisi. içimde buruk bir hüzün var, bulutları teselli etmek ve edememek arasında kalmış durumdayım. Ben henüz düşüncelerimle meşgul iken bulutların ağlama krizi sağanak halde başladı. Artık kendimi teselli etmem lazım, içimde büyük bir sızı.
Kara bata çıka yürürken, soğuğun kestiği kulakları rüzgarın sesini hala işitebiliyordu. Kalp atışlarının ritim tuttuğu kış şarkısının henüz bitmeye niyeti yok gibiydi. Yollar olabildiğine uzun, alabildiğine karla kaplıydı. insan çığlıklarını, silah seslerini arkasına almıştı. Her adımında bir kelebek daha, başının üstünde kanat çırparak O’na eşlik etmeye başlıyordu karla kaplı yollarda. Her bir adım yeni bir nefes gibiydi. Yaşamak, bu zamanlarda büyük marifetti. Ölüm ise pek çoğuna ödüldü.
“Üçüncü sınıf bir Amerikan filmini bol lanet olsunlu dublajıyla izliyordum. Şehir, elinde son teknolojik silahlar olan teröristler tarafından ele geçirilmiş durumda. Ama o lanet olası başları hiç tahmin etmedikleri eski bir CIA ajanı ile birazdan derde girecektir. Kahramanımız tam teröristleri tek başına birer birer alt ederken arka koltuklardan birinde bir bebek ağlaması koptu. Kulaklığımı çıkarıp kafamı arkama döndürmeden bir bebek daha ağlamaya başladı. Benimle beraber otobüsteki bütün yolcular kafalarını arkaya çevirdiler. Bebekler karşılıklı ağlıyor, anneleri de onları susturmaya çalışıyordu.
Ben şoförün hemen arkasındaki tekli koltukta oturuyordum. Hava zifiri karanlıktı. izmir’den başlayan yolcuğumuzda bize huzurun eşlik ettiği saatlerde Salihli’yi az evvel geçmiştik. Otobüsün ön camından yolu izlemeye koyulduğumda şoförün radyosundan Selda Bağcan’ın muhteşem sesi yükseliyordu.
Ağaçlar çiçek açtı, ayrılanlar kavuştu
Dön gel bir tanem dön gel…"
her sabah erken uyanıyordu. hayattaki en azılı düşmanı çalar saatti. telefonu alıp duvara vurdu. sonra gömleğini giyip her zamanki gibi işe gitmek için yola koyuldu.
"Hava zifiri karanlıktı. izmir’den başlayan yolcuğumuzda bize huzurun eşlik ettiği saatlerde Salihli’yi az evvel geçmiştik. Otobüsün ön camından yolu izlemeye koyulduğumda şoförün radyosundan Selda Bağcan’ın muhteşem sesi yükseliyordu.
Ağaçlar çiçek açtı, ayrılanlar kavuştu
Dön gel bir tanem dön gel…"