(bkz: son teslimat)
okunması gereken bir hikaye. evet bir amerikan filmi gibi ama sadece tasvirler için bile okunmalı. evet tonla tasvir var ama bir sürü de cevapsız soru olduğu için size hayalgücünüz ve yaratıclılığınızı kullanarak "burda ne oluyor acaba" sorusuna cevap bulmaya da itiyor.
--spoiler--
hikaye sonunda yüzbaşıyı kurtarmaya kimse gelmiyor. şarapnel kelimesinden dolayı sanırım ikinci dünya savaşı sıralarında geçen olay yüzbaşı üzerinde kimin ne deneyi yaptığını anlayamadan bitiyor. tahminimiz yüzbaşıyı iyileştirmeye çalıştırdıkları değil de bir şekilde ondan istihbarat sağlamak için kafasını iyice bulandırmaya çalıştırdıkları. ama böyle olmayabilirde.
--spoiler--
herkes okumaya baştan başlıyor diye sondan başladım.
siz de öyle yapın ve yirmi beşinci kısım'ın hikayesini kaçırmayın.
Yazı ağır spoiler içermektedir. okumadıysanız hikayelerin tadı kaçar.
_________şairin hayatı öyküye dahil(yirmi besinci kisim)__________________
aslına bakılırsa hikayede bi şey yok. yalnızlığa ve hatıraların ağırlığına daynamayan bir adamın hayatına son vermesinin hikayesi. bir klişe desek ağır mı olur yooo olmaz. ama bi dinle acele etme.
hikayeyi tadından yenmez yapan o cümleler. ah o cümleler. yemin ediyorum aklımı başımdan ne kadınlar alıyor ne arabalar ama güzel, kifayetli bir ifade gördüğüm zaman kıskanıyorum.
bu hikaye beni neden vurdu söyleyeyim önce. ben şiir hastası biriyim. yo yo gerçekten hastasıyım. belli aylar nükseder bu hastalığım tekrar tekrar okurum, cdlere çeker arabada yolda orda burda dinlerim. okurken dinlerken hissettiğim en temel duygu kıskançlıktır. valla hayatımda iyi bir dize kadar kıskandığım hiçbir şey olmadı.
ee öyküden bahsetmeyecek misin? bahsediyorum ya. öykü nesir şeklinde yazılmış koca bir şiir gibi. zaten büyük bölümünde büyük şairlere göndermeler yer yer onların en can alıcı dizelerinin yer aldığı bölümler. dizeler...
ancak yirmi besinci kisim nickli arkadaş bunu o kadar güzel yapmış ki adeta bütün o büyük şairlerde beni bir gezintiye çıkardı.
haa beni bilenler de bilir kimseyi boşu boşuna pohpohlamam aha işte bak geçmişte yazdığım kol gibi kaç tane eleştiri yazısı orda duruyor.
yazarı bunca tebrik etmemin sebeplerinden biri de geçişlerde kendisinin kurduğu cümleler var haliyle ama hiç sırıtmamış o güzel dizelerin arasında. hatta çok şık olmuş.
bak ne diycem sana yirmi besinci kisim. hikayenin başında adam yalnızlığını da masanın üstüne koyunca masa şöyle bi sendeliyordu ya. hikayenin sonunda da adam hatıraların ve yalnızlığının ağırlığına dayanamayıp yıkılıyor, intihar ediyor.
ve o bölümde bir şey daha dikkatimizi çekiyor masa ve daktilonun kapı önüne konması. bence son bölümde o masayı dışarıya kırık yıkık bir halde çıkartmaları gerekirdi. masa da dayanamamış yıkılmış olsundu. ama bunu öykünün tamamında olduğu gibi naif bi geçişle hissettirmeden yapsaydın keşke dedim. sadece yıkılmış bir masadan bahsetsen ben onun niye yıkıldığını bilirdim.
off ulen.
yazar cümlelerine baktığımda çok daha iyi öyküler yazar diye düşünüyorum. bir dahaki sayıda öykünün olay örgüsü ve kalitesini de konuşmak isterim.
neyse daha çok övmeyeyim akraba sanırlar.
öyküyü tavsiye ettiğim bir yazar arkadaşın öykü ile ilgili yorumunu da o yazarın affına sığınarak ekleyeyim buraya:
"Tavsiye ettiğiniz öyküyü okudum, teşekkür ederim, oldukça beğendim. Dili güzel kullanmış, tasvirleri, kişileştirmeleri,benzetmeleri abartıya kaçmadan fevkalade güzel oturtmuş."
söykü'de yer almamasına karşın hikaye türünün ilginç bir örneği olması nedeniyle adambovary'nin eski daktilo'suna da yer vermek istedim.
'rap' gibi new york'un gettolarında doğmuş bir başka akım da 'underground men of letters'* olarak isimlendirilen, çoğunluğu protest amatör edebiyatçılardan oluşan ve başta amerikalı best seller yazarlar olmak üzere dünyaca ünlü edebiyatçıların eserlerini ti'ye alan kitaplar yazarak yasadışı yollardan yayımlayan gruplardır.
'Judith McNaught', 'Nora Roberts' gibi dünyaca ünlü amerikalı aşk romancılarının eserlerindeki en romantik anları, beşinci sınıf birer sokak pornosu halinde hikayelere dönüştürerek okuyucuya sunarlar. "ben, orijinal shakespeare romanını yalar-yutarım" diyecek kadar ingilizceye hakim olduğunu düşünen insanlar için bile yüzde elliyi aşan ve çoğunluğu harlem'e özgü argo sözcükleri ayıklayıp anlamlarını çözebilmek sıkı ter dökmeyi gerektirir.
hikayede geçen;
"...bazen dermansız kaldığımda tutunacak son daldı, bazen de hatunu katır kutur fofeynklerken lop götünü koyabileceğim tek yerdi..."
"...karşımda adriana lima bile çırılçıplak olsa fofeynkleyecek derman yoktu belimde. halbuki küsküyü 10 kere versem bile son atımlık kurşunum olurdu her daim..."
şeklindeki bol argolu, hancereden anlatımlı eski daktilo da ilk bakışta bu tarz bir eser izlenimi veriyor.
başarısız mı hayır! değil elbet. ancak, bu tür eserlerin okuyucusu pek fazla olmuyor. nedeni ise malum; örneğin erkekler için cüretkar bir dekolteden çıktım-çıkacağım diyen bir meme başı erekte olmak için güçlü bir sebepken, açıkta bıngıl-bıngıl sallanan kadın memesi hiç de çekici gelmeye-biliyor.
yani, çoğunluk her şeyi tadında seviyor. niyetiniz, azınlığa hitap etmekse o sizin bileceğiniz bir iş elbet.
--spoiler--
en büyük sorun sanki ingilizceden türkçeye çevrilmiş havası. yani aslında hikaye sanki türkiye de geçmiyor gibi. diyologlarda da bir yabancılık var. yani mesala bizim kasaba kızlarımız genelde
-Maalesef Melisa dün gece uykusunda kötü olmuş ve bütün haftayı doktor kontrolünde geçirmek zorundaymış. Halen bir sürü testler yapılıyor ve tam olarak neyi olduğunu anlamaya çalışıyoruz.
diye konuşmaz.
şöyle konuşurlar;
-ablamı akşam hastaneye götürdük. annemgil kaldı başında bende şimdi temiz gecelik filan götürüyorum. doktor bırakmıyormuş daha kalacakmış.
(bkz: kör sevdadan topal mektuplar)
gerçekten liberalisticcommunist kadar iyi tespitler yapabilmek isterdim her öykü hakkında. çünkü hepsi bunu tek tek hakediyor ama bunun için "bilmek" lazım.
öyküye gelirsek ben bu öykü ile ilgili sadece şunu söylemek istiyorum adı şu olmalı idi ;
topal dan kör sevda mektupları. ayrıca
--spoiler--
hiç kimse kırık bir cam ile kendi gözlerini oyarak intihar edemez. yazar her nedense topal ı kötü öldürmek istemiş. ama hikayedeki topal aslında huzuru arıyor. adam umutsuz. adam kavuşmak istiyor. neden kötü ölmeli ben anlamadım. neden canı çok daha fazla yanmalı ben anlamadım.
--spoiler--
okurun hikayeyi okumaya başladığı anki psikolojisinin çok değişik olduğunu ve yazarın özellikle giriş bölümüne çok dikkat etmesi gerektiğini sürekli vurguluyorum. bu hikayede çok bariz bir örnek olması nedeniyle bir kez daha vurgulama gereği hissettim.
" bazen sana özeniyorum, biliyor musun baba? oturduğun yerden izliyorsun herşeyi sakin sakin... dışarıda savaş çıksa umrunda olmayacak. " diye söylendi tekerlekli sandalyesinde oturmuş, boş gözlerle yere bakmakta olan adama."
özellikle uzun-uzadıya sürüp giden anlatımlarda devrik cümleler kurmak büyük hatadır. okuyucu, hikaye içerisindeki bu uzun cümlelerin başlangıcı ile sonu arasında bağlantı kurmayla uğraşmaktan hikayenin içeriğine motive olamaz ve kısa sürede sıkılır.
okuyucuya bu zorunluluğu hissettirmek kimi yazarların kullandığı bir üsluptur. ancak, bu tür cümleleri kullanmak ciddi beceri ve tecrübe gerektirir. kantarın topuzu biraz kaçarsa, cümle devrik olmaktan çıkar ve hikayemizdeki gibi okuyanın üzerine yıkılı-verir. hele ki bu hata öykünün hemen başında yapılırsa, okuyucunuzu hiç de beklemediğiniz bir anda kaybedi-verirsiniz.
felçli adam, kızı ve dilenciden oluşan topu-topu üç karakteri olan hikayenin içinde karakterlerin fiziksel özelliklerine hiç deyinilmemesi de bir diğer handikap. örneğin, felçli adam şişman mıdır yoksa zayıf mı? yada kızı; kısa boylu mu yoksa uzun mu? saçları veya gözleri ne renktedir? hiç bir bilgimiz yok!
iğne oyası gibi işlenebilecek güçlü temasına yazık edilmiş izlenimi verdi bana her haliyle.
(bkz: bu daha önce yapıldı abi)
kendi yazdığım öyküdür. herhangi bir yorum yapmak istemiyorum ama gelen yoğun eleştirilerden dolayı bir özür açıklaması yapmak istedim.
derginin editörü yok. bu benim suçum değil. bu derginin formatı. yapılan yazım hataları benim suçum ama dergide bu şekilde yayınlanması dergiyi kuran arkadaşların seçimi. elleşmiyorlar ve biz ne yazarsak o dur diye yayınlıyorlar. belki bir arkadaş da ( seçim ekibinden biri mesala) "edit" lese pek de fena olmaz. bu bir öneri sadece.
konu daktilo olunca hikayeyi direk daktiloda yazmak istedim. iyi bir fikir gibi geldi. sonra sayfa sayfa scan edecek ve resim olarak yayınlayacaktım lakin teknik olarak okunurluluk çok zor olacaktı. bu yüzden daha sonra ve derginin çıkmasından bir kaç gün önce bu sefer teks olarak tekrar düzenledim. ilk nüshalarda türkçe karakterler olmadığından tek tek hepsini düzenlerken bir noktada kendimi sadece bakarken ama okuyamıyorken buldum. yani kendin de yazsan on kere filan okunmuyor. işte bu yüzden pek çok basit yazım yanlışı malesef düzelmedi. tarafımdan düzeltilemedi. bu yüzden özür dilemek istedim.
söykü dergisi sayı 3 daktilo gerizekalı bir insanın anlayabileceği üzere öykülerin konusu daktilo üzerine olmalı ya da mektup gibi şeyler üzerine olmalı. ben gerizekalıyım bu kadar anladım ya da. kusura bakmayın iq seviyem düşüktür.
bu düşük iq seviyemle eksipozitif adlı yazarı daha objektif olarak eleştirebilmek adına yazdığı öyküyü okudum. ilk dergideki öyküden daha okunabilir bir öykü yazmış olsa bile tam anlamıyla daktiloyla uzaktan yakından alakası yok öykünün.
babam ata bindirdi. gece şimşek çaktı çok korktum koynunda yattım babamın. haa düşersem dizimi de o kremlerdi ve hiç acı duymazdım başkası yapsa kıvranırdım yeminle gibi bir şeyler anlatılmış işte.
okuduğum bir başka öyküyü yazmak istiyorum. dergide bulunmuyor kendisi ne yazık ki. dedem ve ben.
tek ricam var. bu öykünün yazarını tanımam. eksipozitif tanımam. yanılmıyorsam 3 bölümdür öyküleri var dergide. her iki öyküyü okuyun. sonra elinizi vicdanınıza koyarak hangisinin girmesinin gerektiğini yazın. ben yazmayacağım ne demek istediğim anlaşılmıştır sanırım.
fiyasko gençler fi-yas-ko!
edit2: dergide bulunmayan isim bulmaca oyunu nitekim diğer öykü gibi dergide bulunması gerekenlerden. arkadaşı tebrik ediyorum.
sanırsam bu dergiye giremeyen öyküleri paylaşsanız daha hayırlı olacak bizim için. en azından ne okuyacağımızı biliriz.
kimilerinde yazar kumaşı vardır. ortaya koydukları eserlerinde basit kurgu hataları, anlatım bozuklukları, yazım yanlışları gözlense de bu eksikliklerini telafi edip kısa bir zaman diliminde kendilerini geliştirebileceklerine yürekten inanırsınız.
hikayelerin kurgulanmasında alışılagelmiş tarzın dışına çıkmak; okuyucunun, hikayenin içeriğine değil karşılaşılan yeni ve ilginç yapısal kurgunun çözümüne odaklanmasını sağlayacağından çoğunlukla tehlikeli bir girişim olarak değerlendirilir. ancak bu örnekte yazarın, karşılıklı diyaloglarla okuyucuyu hikayesinin içerisinde tutmayı başarıyla sağlayabildiğini görüyoruz.
hikayede, verilmek istenen anafikri oldukça net alabiliyorsunuz. kapitalizm ve onun güdümündeki kitle iletişim araçlarında teknolojik anlamda yaşanan hızlı gelişimin globalleşme sürecini olabildiğince hızlandırdığı bir dünyada, bu mekanizmadan beslenen ticari unsurların, yeni fikirleri neredeyse insanın beyninde oluştuğu anda kaparak bundan ticari anlamda kazanımlar sağlayabildiği gerçeği çok çarpıcı bir biçimde dile getirilmiş. bu denli çok yaşanmışlığın ya da yaşanmışlıkların etkisindeki yeni fikirlerin, teknoloji sayesinde belli merkezlerde toplanıyor olması da bir süre sonra engellenemez fikirsel benzeşmeleri mümkün kılıyor, doğal olarak.
kendine has kurgusu ve vermek istediklerini başarıyla verebilmesi açısından denilecek bir şey yok! ancak, biçimsel anlamda ve yazım kuralları yönünden de aynı başarıyı görmek istiyor insan. yani, bir taraftan çok başarılı bir hikaye iken, diğer taraftan bakıldığında bu başarıyı gölgeleyen basit yazım hataları ve özensizlik okuyucunun canını sıkmıyor değil.
hikaye çok güzel başlıyor. bir hikaye nasıl başlar sorularından birine "bir dialog ile başlar, sonra karakter çözümlemerine geçer" diye verilen yanıt ile başlıyor.
hikaye kısa, sanki bu konudan bu kadar çıkar aga denmiş gibi. uzatılabilirdi ancak konunun belki de sade olmasından yakındı yazar, kısa keseyim, mesajımı vereyim demiş gibi.
felç bir adamla yaşayan kızı, iki karakterimiz. babasına sarma dolması yapan bir karakterin, babasının senelerce belki de sakladığı ve kendisine bir şeyler katmış bir daktiloyu pervasızca ortadan kaldırması, felçli adama biçilecek dramın alt yapısı olma pahasına heba edilişine tanıklık ediyoruz yazıda. babasına bakıyor, sarma dolması yapıyor, oturup konuşuyor babası konuşamıyor da olsa. tüm bunlardan sonra o hareketi karakterle uyumsuz olmuş. ha hiç mi kusuru olmamalı bu insanın, en azından bu kadar acemice yansıtılmamalı. mesela düşürüp kırsa, babası da ona içerlese, gözyaşı dökse ve kızı bunu görüp beraberce göz yaşı dökseler daha farklı olurdu sanki. benim beklediğim bu idi en azından, yazarın bunu yapmak zorunda olması gibi bir durum söz konusu değil elbette. ancak dediğim gibi felçli adama biçilen dram sahnesi bu kadar amatörbir alt yapıya sahip olmamalıydı.
geçişler çok ustaca olmuş, özellikle bu çok hoşuma gitti. senelerdir öykü yazıyormuş da artık teknik kısımları aşmış bir adamın yazısını okur gibi keyif aldım. ben pek beceremem bu geçişleri, kafayı yerim çoğu zaman *
kısa olsun, mesaj kaygısı gütsün diyerek yazılmış diye itham etmek istemiyorum ama, sonu da biraz hani bu kapıya çıkacak şekilde yazılmış. hani bir sosyal mesaj vereyim havası, dilencinin ağzından söylenen bir cümle, öğüt. her ne kadar bir rüya repliği de olsa, yine bir dialog şeklinde ele alınsa bundan önceki paragrafların samimiyetiyle uygunluk sağlardı. ben de itlik yapıp mesaj vermeye çalışıyo burda ya beğenmedim demezdim *
hikaye çok eğlenceli. çok hoşuma gitti. çok iyi başladı. ilk başlarda "aha tamam psikopat bir öykü geliyor. böyle delili melili, şizofrenili mizofrenili diye *
kendiliğinden yazan bir daktilo, deli bir adam. bunlar ilk başta düşündüklerimdi. sonradan neler olduğuna gelmeden önce birkaç başka noktaya değineyim.
böylesi uçuk bir konuda tabiki de en önemli şey karakter tahlilleridir. durum öyküsünün (ki bu yazı bir durum öyküsü) en önemli damarıdır betimlemeler. mesela elemanın tipi, teri falan kaleme alınmış. ancak sanki arkasından atlı kovalıyormuşcasına yazılmış * yani demek istedim acele edilmiş. çok daha detaylı tasvirler yapılabilirdi. bir terin oluşması, damlayacağı ana kadar geçen süreç vs aheste ahest anlatılabilird. çünkü bu bir durum öyküsü. olması gereken şey yani karakter tahlili olmak zorunda. ancak yazarın acele etmesinin sebebi (ki benim de çoğu zaman muzdarip olduğum bir derttir) anlatacağı şeye bir an önce kavuşma hırsı.
bu her yazmaya çalışan insanda var gibi. çünkü bizler heyecanlı kitaplar okurken climax dediğimiz o orgazm edici noktaya bir an önce varmak isteriz; "n'olacak acaba" diyerek. yazarken de o psikoloji üzerimizde geziniyor olsa gerek, acele ediyor, önemli betimlemeleri baştan sağma yapıyoruz.
daktilo hayali ile gerçek olaylar arasındaki geçişler de hızlı mesela. yani ben o kendi kendine yazan daktilonun keyfini çıkaramadan, deli adamın (ki sonradan vicdanıyla muhasebe eden adam olduğunu anlıyoruz) keyfini çıkarmadan karakter hemen anılara geçiyor. ve çok basit, sade bir dil, anlatım çıkıyor karşımıza. dialoglar eğlenceli, bizden dialoglar ancak bu kadar da rahat yazılmamalı bence * konu şahane, çok daha iyi bir üslupla daha şahane olabilirdi. benim aklıma gelseydi böyle psikopat bir konu, o daktilonun verdiği korkuyu yazmak yerine bizzat yaşardım herhalde ofisimde *
korku unsurları ile anılar arasındaki geçişler dediğim gibi aceleye gelmiş. bir de anılara daha çok yüklenilmiş. sonradan anlıyoruz tabi bunu da, adam meğer vicdanıyla cebelleşiyormuş. ona da o yüzden eyvallah dedik, tebessüm ettik *
sonra birkaç kısıma denk geliyorum ki; resmen sigara yakasım geliyor * ancak winston'da kaybetti beni yazar. (malboş rulez)
yine okuyucunun hayal gücünü çalıştırma noktasında şu kısım: "koşarak mahalleden tüm arkadaşlarını topladı. sıcak bir yaz akşamı yapılabilecek en harika şeyi yapmaya, komşularının meyve bahçesine dalmaya gidiyorlardı." tam güzel bir görev üstlenecekken, ürünün içeriği ters tepti. benim için sıcak bir yaz akşamı (çocukken) yapılacak en zevkli şey mesela top oynamaktı. orada meyve çalmaktan, bahçeye dalmaktan bahsedince, ulan dedim biz öyle yapmıyorduk * yani o tür bir faaliyet bahçe kültürü ile yetişmiş bir çevrede ancak yaşanır. biraz kısıtlı yani. çocuklara daha bir genel manada misyon yüklenebilirmiş orada: top oynamak, birbirine bel altı fıkra anlatmak gibi. bu noktada yazar acaba kendi yaşanntısından mı yola çıkmış dedim sonra. hani kendisi çocukken onu mu yapıyormuş gibisine...
sözün özü eğlenceli başladı, durağan devam etti, sonra yine eğlenceli oldu ve sonunda ana fikre bağlandı. eksiklerine, fazlalıklarına rağmen zevk alarak okudum, eline sağlık.
ayın 12'sinde yayınlanan derginin, ayın 12'sinde yayınlanan öykülerinin bulunduğu dergidir.
şöyle ki derginin agası olan experimental hikayesine bakılırsa eğer, ayın 12'sinde yayınlamış. agam şahin k. dan farkın yok yemin ederim. bir şey soracağım senin yazdığının yayınlanmama ihtimali olmadığı için mi hikayeyi yazdığın gibi dergiye ekledin. hangi ara okudunuz lan? ya da bir şey merak ediyorum son güne kadar beklettiğin bu hikaye için, taa 1 hafta öncesinden öykü yazan kaç kişinin hikayesinin yayınlanmamasını sağladın? 1 kişilik kontenjan şart çünkü senin için. son gün öykü yazıyorsun boru mu?
anladığım kadarıyla bu dergide okunmaya değer öyküleri seçmenin tek kolay yolu var. öykülerin girildiği entry tarihlerine bakmak. ayın 1-2-3 ünde entry girenlere rağmen, ayın 10-11-12 inde entry girip, o entryleri öyküye dahil ettirmekte büyük başarı ama daha önceden yazılmışları okumak daha mantıklı sanırım.
evet kardeşlerim, daha önceden söylediğim gibi tekrar söylüyorum. siz asla bu dergiyi bir yere getiremeyeceksiniz bu kafayla giderseniz. evet yapıcı değil yıkıcı olmayı tercih ediyorum çünkü sizin adaletsizliğinize ayar oldum.
şimdi kalkıp kimse bana laga luga yapmasın, experimental öyküsünü 1 hafta önce yazdı. sadece son gün ekledi diye. yemezler. gargara yapabiliriz ama isterseniz.
eğer hakikaten böyle bir durum söz konusuysa, yine adaletsizlik var demektir. diğer 1 hafta öncesinden entryi giren yazar arkadaşlar salak mı bir hafta öncesinden giriyorlar?
ayrıca okuduğum iki entry, experimental ve liberisticcommunist'in entryleridir. hani kıl kaptığım için söylemiyorum ama harbiden bok gibi. birisi kendi hayatından kesitler sunar, diğeri yaşanmış siyasi olaylardan.
sahi öykü ne demekti? yaşanmış veya yaşanması muhtemel olayları hayal gücünüzle süsleyip yazmaktı. anı anlatmak değildi yani.
edit:
ha bu arada madem nickleri dökmeye başladık tüm söyleyeceklerimizi söyleyelim tam olsun. biradetbeyfendi şimdiye kadar okuduğum 10-15 öykü içerisinde en başarılı olanı yazmıştı fare bölümünde.
ayrıca eksipozitif adlı yazarın, fare konulu bölümde yazdığı o boktan öyküye ve fare temasının olduğu öyküde sadece bir arkadan bakan bir fareyi betimlemeyle anlatmaya çalışmış olmasına rağmen o hikayenin nasıl yayınlandığı beni bir hayli şaşırtmıştır. açıkcası eksipozitif adlı yazarın bu bölümdeki öyküsünü de okuyacağım ve daha sonrasında karar vereceğim ne kadar objektif olunduğuna.
bide şey dicem ya. bende bir öykü yazsam, öyküyü experimental ve diğer söykü ağalarının nick altında paylaşsam, acaba onuda bir sonraki bölüme dahil ederler mi? sistem böyle ilerliyor sanırım.
söykü oluşumunu özetlemek gerekirse muhtemelen "anan zaaaa xd" dememiz gerekir.
ruhumuz liseli gardaş...
edit2:
fareli bölümde mo ni fe nickli yazarın yazdığı pop kek seven fare gibi bir öykü vardı. o öyküde bence bu dergide bulunması gereken tarzda öykülerden. her tarafından acemilik akarken öykünün, ben deniyorum ve başaracağım diyor adeta. hee birde en azından öykünün temasına sadık kalıyor. içerisinde fare kelimesinin bir kere geçtiği bir öykü yazıp bakın temaya uydurdum demiyor.
bu arada fareli öyküler arasında hakikaten yayınlanmayı gerektiren bir öykü vardı. sağolsun ağalarımızın kontenjanlarından ona sıra gelmedi. eğer kontenjanlar kalkarsa belki bu tür yazarların yazıları da yayınlanır, tema ve öykü arasında ilişkinin olduğu öyküleri okumaya başlarız. zira o yayınlanmamış olan adını vermeyeceğim öykü, hala aklımda belli başlı kesitlerle yer almakta. aradan 1 aya yakın süre geçmesine rağmen. sokakta yalnız yürüyen kadından, pas novemu fare diye bağıran adamdan, hitlerin kemelerinden daha anlamlıydı bence.
arka fonda manticora - creator of failure çalarken okuduğumdan olsa gerek, bir solukta bitiverdi öykü *
çok ciddi bir içeriğe sahip bu öykü. öykü mü desem, didaktik bir yazı mı desem karar veremedim.
şaryo kelimesiyle daktilonun bir parçası olduğunu okuyucuya öğretmesi güzeldi.
mahkemede sanığın suçunun okunduğu yerdeki hukuki terimler aslında akıcılık açısından okuyucunun işini kolaylaştırıyor. mesela terimlerle dolu bir kitap okursun, bir cümle gelir ve içindeki terimler cümlenin ana manasını teşkil etmez, o yüzden atlayarak da okuyabilirsin ya. yazarın burada yaptığını da o açıdan değerlendirip olumlu eleştirimi getirdim kafamda.
parça darbe dönemini anlattığı için, o zamanın türkçe'sinden kelimeler aramadım değil. tamamen eski türkçe olmasa da arada eski kelimeler kullanılsaydı, o dönemden bir şey okuduğumuzu daha bariz hissederdik.
yazıda sonradan karşımıza çıkan gerçek hayattan isim(ler) de öykünün ta başından beri giydiği o "ciddiyet ve politik" elbisesinin süsleri veya yamaları olmuş.
hocaefendi karakteri yazıya dahil olduğunda biraz heyecanlandım. çünkü misyon sahibi bir karakter konuşturulacaktı. daha öncesinde yer alan dini terimlerden sonr hocaefendinin öğütünde de ağır bir dil bekliyordum, yine sade ve anlaşılır bir dille karşılaştım. hocaefendinin sosyal-din çerçevesinde öğüt vermesi de yine yazının içeriğine hafif kaçmış. kötü mü değil. ama hafif. yani hoca bu, konuştur gitsin, saydırsın ayetten girsin hadisten çıksın vs anlatabiliyor muyum *
hocanın idam sırasında tasvir edilirken kullanılan "heyecan" kelimesi aslında yabancı bir dildeki "heyecan" olarak algılandığında gayet açık. ancak türkçemiz'de öyle bir anda heyecan yerine başka birçok kelime kullanılabilirdi. ben yine de heyecan kelimesini okuyunca biraz saksıyı çalıştırıp, o anı kafamda canlandırmaya çalıştım. bu da hoş bir ayrıntıydı, bilerek mi yapıldı bilmiyorum ama *
dil bilgisi eleştirisi yapacak bir adam değilim çünkü benim de dil bilgim zayıftır. arada birkaç tane yanlış olarak yoroumladığım kelime geçti, imla hatası oldu vs ama çok önemli değiller hani.
gerçek hayattan bir kesit, hayali öğelere yer vermeksizin ele alınmış. daktilo zor bir konuydu, gelecek konular az çok tahmin ediliyordu. bu arkadaş da onların arasında en keskin olanını seçmiş gibime geliyor. eline sağlık.
baba figürü, öykülerde, romanlarda çok güçlü bir figürdür.
aslında baba karakteri, babanın varlığı, her toplumda çok güçlü bir konuma sahip. baba = kontrol dediğimizde, toplumun her kesiminde yer aldığını görürüz bu karakterin. müdürler babadır, öğretmenler babadır, patron babadır vs.
baba = şefkat dediğimizde ise, pergel çok daralır. babanın kontrolcü yapısı, koruyucu yapısı, şefkati değil gücü gerektirir. baba öncelikle güçlü olmalıdır. kontrol sahibi baba çoğu zaman kontrol odaklı, başarısız babalık yapan bir adam ise şefkat dolu olabilir. demek istediğim babalık yapmak ile baba olmak farklı şeyler.
bu yazıda yazar babanın hem babalık görevinden hem de baba olmasından dem vurmuş. hikaye çok cici, çok şeker. yalnız ilk okuyuşta hemen göze çarpan şey olayların zamandan ve mekandan yoksun geçmesidir. ben eksik mi okudum ya da yanlış mı okudum emin olmasam da, baba ile çocuk arasındaki ilişkiye, dialoglara önem verildiği için, mekan ile zaman unutulmuş gibi * unutulmuş diyorum, en kibar tahmin bu olsa gerek. yoksa yazar elbette olayları bir mekana (mekandan kastım yer istanbul kadıköy meselesi değil malumunuz. en azından bir oda, bir ev, ne bileyim bir bahçe, bir yazlık gibi) ve zamana sığdırabilirdi.
öykü ne kadar olay öyküsü niteliğinde de olsa baba ile çocuk arasındaki dialoglar bir zamana ve mekana yerleştirilebilirdi. çünkü güzel dialogları okurken birden bir mektupta "yıllar" kelimesinin geçmesi, ister istemez öyküde bir kopukluk yaratıyor.
bir de bir öyküde bir aile ilişkisinden ya da birbirine yakın iki insan ilişkisinden bahsediliyorsa ya tamamen hayal ürünü olarak yaratılmış karakterler vardır ya da yazarın kendisinden bir şeyler kullanılarak yaratılmış karakterler vardır. yazarın burada özeli bizi ilgilendirmese de, tavsiye edeceğim şey; eğer ki bir ilişkiden bahsedilecekse, betimlemeler ve duygular çok güçlü bir şekilde okuyuca yansıtılmalıdır olacaktır. o yüzden dedim hani yazar eğer kendinden bir şey katmış ise, bunu çok daha güçlü bir anlatımla gerçekleştirmeli. yok hayal ürünü karakterler ise, yine nitelikli bir betimleme oluşturulmalı * çok şey istiyorum evet * insan yapamadığını başkasında görmek ister derler ya hani :( (aslında demez de ben sallıyorum şuan) benimkisi de o hesap.
yine de eklemeden geçemeyeceğim, babalı öykülere çok çekimser yaklaşıyorum. hem baba karakterinin öneminin büyüklüğünden olan çekincem hem de kendimden birtakım "şeylerin" izlerinden ötürü. bundan sonra baba figürü kullanacak arkadaşlara sesleniyorum, o noktada ince eleyip sık dokuyabilecek okuyucular olabilir, gardınızı alarak yazın gayrı *
Çok beğenerek okuduğum, iki dakikada içime çektiğim hikaye. Bazen okurken kopukluklar yaşasam da, hikayenin sonundaki azim, ilgimi çekti.
Yazar sanırım kendinden bir şeyler katmış, kimbilir belki hikayedeki yeğen, gerçekte de odur, yazarı tanımadığım için bilemiyorum bunu.
Hikayesi çok akıcı ve de okunası. Tavsiye ederim.
Sonunu çok sevdim, ancak sanki acele ile yazılmış bir hali vardı.
Geçişlerdeki kopukluklar gözümden kaçmadı, daha fazla detay verse daha da güzel olurdu sanki.
Yine de okumaktan zevk aldım, emeğine sağlık.
(bkz: bu daha önce yapıldı abi.)
Daktilo içerikli bir konuda, isminin söylenmemesi, sadece ima edilmesi dikkatimi çekti öncelikle. Farkında olmadan bazen sıkıldığımı hissettim. Fazla detay gözlerimi yordu.
Ancak hikayedeki güldüren etkenler çok iyiydi, bir de konu kesinlikle özgündü.
Yazar arkadaşımın imla hataarı gözümden kaçmadı.
Kısa zamanda ayrı ve bitişik yazılan-de, ' ile ayrılan pınar' ı, araştırır ve de bu konuda dikkatli olursa, memnun olurum.
Emeğine sağlık.
kimi hikayelerde o derece büyük bir samimiyet vardır ki sizi daha ilk paragrafta, peluj bir battaniye gibi sıcacık sarıp sarmalayı-verir. yazarın yüreğinden kopup-gelen hissiyatı, mantık süzgecinden dahi geçmeden kaleminden kağıda dökülür. bir yazar; çocukla-çocuk, büyükle-büyük, cahille-cahil, aydınla-aydın olmayı başarabildiği sürece objektif bir yazar değil midir zaten.
işte! bu hikaye, yazarın oldukça gelişkin bu özelliğini bana tam anlamıyla yansıttı diyebilirim. bir çocuğun ifadeleri eşliğinde, çocuksu ama asla çocukça değil. 'ben artık büyüdüm' demek ile 'yaşım kocaman oldu' demek arasındaki fark gibi bir fark bu fark.
bu elbette ki yazarın üslubudur ama ben olsaydım; paragraf aralarındaki duruşma gözlemleri ya da söylemlerini biraz daha belirgin hale getirirdim. zira, nerede başlayıp nerede bittiği tam olarak ifade edilmediğinden, çocuğun düşünceleri ya da anlatımlarına karışıyor ve bir an için de olsa ne denmek istendiğini çözmekte güçlük çekiyorsunuz.
hikayelerde, beklentinin dışındaki sonlar ve özellikle de acı olanları okuyucuyu çok etkiler. son bölümdeki beklenmedik gelişme bu manada beni çok etkiledi. etkileme derken biraz da irite oldum açıkcası. yani, okuyucu oturmuş, yazdığın hikayeyi güzel güzel okuyor, ne anlatsan dinliyor, üslubunla çekmiş almışsın da adamı hikayenin içine, sen tut son paragrafta öyle bir tokat aşk-et ki adam neye uğradığını şaşırsın, hikayenin geçmişine yönelik bir hafıza kaybı yaşasın ve o andan itibaren sadece o anı hatırlasın.
sonlarıyla hatırlanan hikayeler, çoğu kez planlanmış bir son üzerinde kurgulanmış olanlardır. oysa, sizi çok etkileyen bir hikayeyi arkadaşınıza tavsiye ederken; onu tanımlayacak spontane bir olay, etkileyici bir son ya da her hangi bir röper noktası bulamıyorsanız bu, yazılan hikayenin kurgulama başarısını gösterir.
yakın dönem türk edebiyatında, hikaye dalının büyük üstatları; sait faik abasıyanık ve aziz nesin'in hikayelerini bu bağlamda incelediğinizde, hikaye kahramanları vasıtası ile okuyucuya yaşatılan olayların, hikayenin neredeyse tümüne ne denli başarıyla serpiştirildiğini görebilirsiniz.
"erken ve de zamansız gidişine vesile olan kamyon şoförünün eskimiş ayakkabılarını fren pedalına geç götürüşünden on gün sonra evine uğradım"
başlarda aradığım ince betimlemeri bu cümlede, ortalarda bulunca pek bir sevindim. durum öyküsü manyağı birisi olarak sonu gelmeyecek gibi görünen, bir cümle ile bir maddeyi, cismi ya da olayı, en küçük bir el hareketini anlatan cümleler aradı gözlerim.
öykünün malzemeleri oldukça güncel. pink floyd lar nejat uygurlar vs...
hani hep deriz ya yaşanmış ya da yaşanabilecek olaylar örgüsüdür öykü. eski dönem edebiyatçılarımız ne kadar dönemlerinin koşullarını anlatımlarına serpiştirerek, çoğu zaman isim, yer, tarih vermeden anlatmış olsalar da; biz neden olduğu gibi isimler, yerler, tarihler kullanmayalım mantığı var experimental'in yazısında.
ne kadar sembolizm-gotik-gerilim-korku-bilim/kurgu edebiyatı seven biri olsam da bu yazıdaki tiyatral anlatım, duyulara seslenen betimlemeler (ki kokuyu çok aradım. ne kadar başlık buram buram "kokuyor" olsa da * çocuğun amcasının odasına girdiğindeki tasvirleri kafamda canlandı. çok güzel bir oda tasviri yapılmış. ah bir de kitap kokusu, ahşap kokusu ve pipo dumanının birleşip yarattığı o kokunun altını çizseydi) hoşuma gitti.
türk milleti olarak benimsediğimiz dram edebiyatı bu yazının sonlarına doğru ağır bastığı için olsa gerek, yazıya tahammül edebildim * yanlış anlaşılmsın, dram edebiyatını fazla abartıyor olmamızdan şikayetçiyim. yoksa her öyküde insanın bam teline vuracak illaki trajik bir sahne vardır. benim gibi kalpsizlere bakmayın siz *
yazının dili sade, yabancı kelimelerden uzak. anlatım akıcı, öyküleyici (yoh yav)...
durum öyküsü ile olay örgüsü arasında kalmış, ne tam durum öyküsü ne tam olay öyküsü diyebileceğim bir yazı. yarısı güzel betimlemelerle, az dialoglarla geçiyor, yarısı bir olayın çevresinde ve ara ara yerleştirilmiş dialoglarla. hemingway in novella'sı gibi *. ne roman, ne öykü, ama novella *
parçadaki amca karakteri de, amcası pezevenk olanlar için bir hayal kapısı. benim niye böyle amcam yoh anne bana niye..dedirtiyor insana *
tabi uzatılabilir bir içerik. betimlemelerle belki, olay örgüsünü uzatmakla değil de. ancak gayet yerinde bitirişler, geçişler olmuş. eline sağlık.
Gerçekten de hikayenin içeriği, akıcılığı, okuyucuda bir anda okuyayım hevesini bırakması harika olmuş.
Bir çırpıda okuyacak, bittiğinde ise, hikayedeki çocuk olduğunuzu farkedeceksiniz.
Yazan arkadaşımın emeğine sağlık.
Çok yalın, anlaşılır bir dil kullanmış, üslubu güzel ancak dram içerikli olduğu için, araya bir kaç süslü cümle yerleştirse, daha güzel olurdu diye düşünüyorum.