kimilerinde yazar kumaşı vardır. ortaya koydukları eserlerinde basit kurgu hataları, anlatım bozuklukları, yazım yanlışları gözlense de bu eksikliklerini telafi edip kısa bir zaman diliminde kendilerini geliştirebileceklerine yürekten inanırsınız.
söykü dergisi sayı 3 daktilo gerizekalı bir insanın anlayabileceği üzere öykülerin konusu daktilo üzerine olmalı ya da mektup gibi şeyler üzerine olmalı. ben gerizekalıyım bu kadar anladım ya da. kusura bakmayın iq seviyem düşüktür.
bu düşük iq seviyemle eksipozitif adlı yazarı daha objektif olarak eleştirebilmek adına yazdığı öyküyü okudum. ilk dergideki öyküden daha okunabilir bir öykü yazmış olsa bile tam anlamıyla daktiloyla uzaktan yakından alakası yok öykünün.
babam ata bindirdi. gece şimşek çaktı çok korktum koynunda yattım babamın. haa düşersem dizimi de o kremlerdi ve hiç acı duymazdım başkası yapsa kıvranırdım yeminle gibi bir şeyler anlatılmış işte.
okuduğum bir başka öyküyü yazmak istiyorum. dergide bulunmuyor kendisi ne yazık ki. dedem ve ben.
tek ricam var. bu öykünün yazarını tanımam. eksipozitif tanımam. yanılmıyorsam 3 bölümdür öyküleri var dergide. her iki öyküyü okuyun. sonra elinizi vicdanınıza koyarak hangisinin girmesinin gerektiğini yazın. ben yazmayacağım ne demek istediğim anlaşılmıştır sanırım.
fiyasko gençler fi-yas-ko!
edit2: dergide bulunmayan isim bulmaca oyunu nitekim diğer öykü gibi dergide bulunması gerekenlerden. arkadaşı tebrik ediyorum.
sanırsam bu dergiye giremeyen öyküleri paylaşsanız daha hayırlı olacak bizim için. en azından ne okuyacağımızı biliriz.
(bkz: bu daha önce yapıldı abi)
kendi yazdığım öyküdür. herhangi bir yorum yapmak istemiyorum ama gelen yoğun eleştirilerden dolayı bir özür açıklaması yapmak istedim.
derginin editörü yok. bu benim suçum değil. bu derginin formatı. yapılan yazım hataları benim suçum ama dergide bu şekilde yayınlanması dergiyi kuran arkadaşların seçimi. elleşmiyorlar ve biz ne yazarsak o dur diye yayınlıyorlar. belki bir arkadaş da ( seçim ekibinden biri mesala) "edit" lese pek de fena olmaz. bu bir öneri sadece.
konu daktilo olunca hikayeyi direk daktiloda yazmak istedim. iyi bir fikir gibi geldi. sonra sayfa sayfa scan edecek ve resim olarak yayınlayacaktım lakin teknik olarak okunurluluk çok zor olacaktı. bu yüzden daha sonra ve derginin çıkmasından bir kaç gün önce bu sefer teks olarak tekrar düzenledim. ilk nüshalarda türkçe karakterler olmadığından tek tek hepsini düzenlerken bir noktada kendimi sadece bakarken ama okuyamıyorken buldum. yani kendin de yazsan on kere filan okunmuyor. işte bu yüzden pek çok basit yazım yanlışı malesef düzelmedi. tarafımdan düzeltilemedi. bu yüzden özür dilemek istedim.
okurun hikayeyi okumaya başladığı anki psikolojisinin çok değişik olduğunu ve yazarın özellikle giriş bölümüne çok dikkat etmesi gerektiğini sürekli vurguluyorum. bu hikayede çok bariz bir örnek olması nedeniyle bir kez daha vurgulama gereği hissettim.
" bazen sana özeniyorum, biliyor musun baba? oturduğun yerden izliyorsun herşeyi sakin sakin... dışarıda savaş çıksa umrunda olmayacak. " diye söylendi tekerlekli sandalyesinde oturmuş, boş gözlerle yere bakmakta olan adama."
özellikle uzun-uzadıya sürüp giden anlatımlarda devrik cümleler kurmak büyük hatadır. okuyucu, hikaye içerisindeki bu uzun cümlelerin başlangıcı ile sonu arasında bağlantı kurmayla uğraşmaktan hikayenin içeriğine motive olamaz ve kısa sürede sıkılır.
okuyucuya bu zorunluluğu hissettirmek kimi yazarların kullandığı bir üsluptur. ancak, bu tür cümleleri kullanmak ciddi beceri ve tecrübe gerektirir. kantarın topuzu biraz kaçarsa, cümle devrik olmaktan çıkar ve hikayemizdeki gibi okuyanın üzerine yıkılı-verir. hele ki bu hata öykünün hemen başında yapılırsa, okuyucunuzu hiç de beklemediğiniz bir anda kaybedi-verirsiniz.
felçli adam, kızı ve dilenciden oluşan topu-topu üç karakteri olan hikayenin içinde karakterlerin fiziksel özelliklerine hiç deyinilmemesi de bir diğer handikap. örneğin, felçli adam şişman mıdır yoksa zayıf mı? yada kızı; kısa boylu mu yoksa uzun mu? saçları veya gözleri ne renktedir? hiç bir bilgimiz yok!
iğne oyası gibi işlenebilecek güçlü temasına yazık edilmiş izlenimi verdi bana her haliyle.
(bkz: kör sevdadan topal mektuplar)
gerçekten liberalisticcommunist kadar iyi tespitler yapabilmek isterdim her öykü hakkında. çünkü hepsi bunu tek tek hakediyor ama bunun için "bilmek" lazım.
öyküye gelirsek ben bu öykü ile ilgili sadece şunu söylemek istiyorum adı şu olmalı idi ;
topal dan kör sevda mektupları. ayrıca
--spoiler--
hiç kimse kırık bir cam ile kendi gözlerini oyarak intihar edemez. yazar her nedense topal ı kötü öldürmek istemiş. ama hikayedeki topal aslında huzuru arıyor. adam umutsuz. adam kavuşmak istiyor. neden kötü ölmeli ben anlamadım. neden canı çok daha fazla yanmalı ben anlamadım.
--spoiler--
--spoiler--
en büyük sorun sanki ingilizceden türkçeye çevrilmiş havası. yani aslında hikaye sanki türkiye de geçmiyor gibi. diyologlarda da bir yabancılık var. yani mesala bizim kasaba kızlarımız genelde
-Maalesef Melisa dün gece uykusunda kötü olmuş ve bütün haftayı doktor kontrolünde geçirmek zorundaymış. Halen bir sürü testler yapılıyor ve tam olarak neyi olduğunu anlamaya çalışıyoruz.
diye konuşmaz.
şöyle konuşurlar;
-ablamı akşam hastaneye götürdük. annemgil kaldı başında bende şimdi temiz gecelik filan götürüyorum. doktor bırakmıyormuş daha kalacakmış.
söykü'de yer almamasına karşın hikaye türünün ilginç bir örneği olması nedeniyle adambovary'nin eski daktilo'suna da yer vermek istedim.
'rap' gibi new york'un gettolarında doğmuş bir başka akım da 'underground men of letters'* olarak isimlendirilen, çoğunluğu protest amatör edebiyatçılardan oluşan ve başta amerikalı best seller yazarlar olmak üzere dünyaca ünlü edebiyatçıların eserlerini ti'ye alan kitaplar yazarak yasadışı yollardan yayımlayan gruplardır.
'Judith McNaught', 'Nora Roberts' gibi dünyaca ünlü amerikalı aşk romancılarının eserlerindeki en romantik anları, beşinci sınıf birer sokak pornosu halinde hikayelere dönüştürerek okuyucuya sunarlar. "ben, orijinal shakespeare romanını yalar-yutarım" diyecek kadar ingilizceye hakim olduğunu düşünen insanlar için bile yüzde elliyi aşan ve çoğunluğu harlem'e özgü argo sözcükleri ayıklayıp anlamlarını çözebilmek sıkı ter dökmeyi gerektirir.
hikayede geçen;
"...bazen dermansız kaldığımda tutunacak son daldı, bazen de hatunu katır kutur fofeynklerken lop götünü koyabileceğim tek yerdi..."
"...karşımda adriana lima bile çırılçıplak olsa fofeynkleyecek derman yoktu belimde. halbuki küsküyü 10 kere versem bile son atımlık kurşunum olurdu her daim..."
şeklindeki bol argolu, hancereden anlatımlı eski daktilo da ilk bakışta bu tarz bir eser izlenimi veriyor.
başarısız mı hayır! değil elbet. ancak, bu tür eserlerin okuyucusu pek fazla olmuyor. nedeni ise malum; örneğin erkekler için cüretkar bir dekolteden çıktım-çıkacağım diyen bir meme başı erekte olmak için güçlü bir sebepken, açıkta bıngıl-bıngıl sallanan kadın memesi hiç de çekici gelmeye-biliyor.
yani, çoğunluk her şeyi tadında seviyor. niyetiniz, azınlığa hitap etmekse o sizin bileceğiniz bir iş elbet.
herkes okumaya baştan başlıyor diye sondan başladım.
siz de öyle yapın ve yirmi beşinci kısım'ın hikayesini kaçırmayın.
Yazı ağır spoiler içermektedir. okumadıysanız hikayelerin tadı kaçar.
_________şairin hayatı öyküye dahil(yirmi besinci kisim)__________________
aslına bakılırsa hikayede bi şey yok. yalnızlığa ve hatıraların ağırlığına daynamayan bir adamın hayatına son vermesinin hikayesi. bir klişe desek ağır mı olur yooo olmaz. ama bi dinle acele etme.
hikayeyi tadından yenmez yapan o cümleler. ah o cümleler. yemin ediyorum aklımı başımdan ne kadınlar alıyor ne arabalar ama güzel, kifayetli bir ifade gördüğüm zaman kıskanıyorum.
bu hikaye beni neden vurdu söyleyeyim önce. ben şiir hastası biriyim. yo yo gerçekten hastasıyım. belli aylar nükseder bu hastalığım tekrar tekrar okurum, cdlere çeker arabada yolda orda burda dinlerim. okurken dinlerken hissettiğim en temel duygu kıskançlıktır. valla hayatımda iyi bir dize kadar kıskandığım hiçbir şey olmadı.
ee öyküden bahsetmeyecek misin? bahsediyorum ya. öykü nesir şeklinde yazılmış koca bir şiir gibi. zaten büyük bölümünde büyük şairlere göndermeler yer yer onların en can alıcı dizelerinin yer aldığı bölümler. dizeler...
ancak yirmi besinci kisim nickli arkadaş bunu o kadar güzel yapmış ki adeta bütün o büyük şairlerde beni bir gezintiye çıkardı.
haa beni bilenler de bilir kimseyi boşu boşuna pohpohlamam aha işte bak geçmişte yazdığım kol gibi kaç tane eleştiri yazısı orda duruyor.
yazarı bunca tebrik etmemin sebeplerinden biri de geçişlerde kendisinin kurduğu cümleler var haliyle ama hiç sırıtmamış o güzel dizelerin arasında. hatta çok şık olmuş.
bak ne diycem sana yirmi besinci kisim. hikayenin başında adam yalnızlığını da masanın üstüne koyunca masa şöyle bi sendeliyordu ya. hikayenin sonunda da adam hatıraların ve yalnızlığının ağırlığına dayanamayıp yıkılıyor, intihar ediyor.
ve o bölümde bir şey daha dikkatimizi çekiyor masa ve daktilonun kapı önüne konması. bence son bölümde o masayı dışarıya kırık yıkık bir halde çıkartmaları gerekirdi. masa da dayanamamış yıkılmış olsundu. ama bunu öykünün tamamında olduğu gibi naif bi geçişle hissettirmeden yapsaydın keşke dedim. sadece yıkılmış bir masadan bahsetsen ben onun niye yıkıldığını bilirdim.
off ulen.
yazar cümlelerine baktığımda çok daha iyi öyküler yazar diye düşünüyorum. bir dahaki sayıda öykünün olay örgüsü ve kalitesini de konuşmak isterim.
neyse daha çok övmeyeyim akraba sanırlar.
öyküyü tavsiye ettiğim bir yazar arkadaşın öykü ile ilgili yorumunu da o yazarın affına sığınarak ekleyeyim buraya:
"Tavsiye ettiğiniz öyküyü okudum, teşekkür ederim, oldukça beğendim. Dili güzel kullanmış, tasvirleri, kişileştirmeleri,benzetmeleri abartıya kaçmadan fevkalade güzel oturtmuş."
(bkz: son teslimat)
okunması gereken bir hikaye. evet bir amerikan filmi gibi ama sadece tasvirler için bile okunmalı. evet tonla tasvir var ama bir sürü de cevapsız soru olduğu için size hayalgücünüz ve yaratıclılığınızı kullanarak "burda ne oluyor acaba" sorusuna cevap bulmaya da itiyor.
--spoiler--
hikaye sonunda yüzbaşıyı kurtarmaya kimse gelmiyor. şarapnel kelimesinden dolayı sanırım ikinci dünya savaşı sıralarında geçen olay yüzbaşı üzerinde kimin ne deneyi yaptığını anlayamadan bitiyor. tahminimiz yüzbaşıyı iyileştirmeye çalıştırdıkları değil de bir şekilde ondan istihbarat sağlamak için kafasını iyice bulandırmaya çalıştırdıkları. ama böyle olmayabilirde.
--spoiler--
--spoiler--
bir insanın ölmesi trajedidir. bir milyon insan ölürse istatistik - Stalin. mustafayı istatistik olmakdan kurtaran hazin öykünün en etkileyici yanı olayın gerçek olması. o genç çocukları asarak öldüren zihniyet bu hikaye 30 yıl önce yayınlansa yazara ne yaparlardı bilemem.
--spoiler--
hikayenin dikkat çekici yanı genelde sol kültürün hakimiyetinde olan " bakın bize ne yaptılar, bakın bize nasıl kıydılar" konulu sanat eserlerine karşı "bir dakka durun bakalım ötekilere de yaptılar" tarzı ve çok da örneğine ratlamadığımız bir öykü olması. burada kastettiğim yazarın siyasi görüşü değil daha çok insani duruşu. hani bugünlerde herkes sivas katliamını konuşurken o iki gün sonra başbağlar köyünde olan şeyle de ilgilenmiş.
zalim zulm ettiği kişinin ne olduğu ile ilgilenmez. o zulm işine geliyor mu gelmiyor mu bununla ilgilenir. zalim diye eğer çıkarına uygun ise babasını bile satmaktan geri durmayan adama denir.
yaşanmışlıklara dayalı öyküler, okuyucular tarafından en çok benimsenenler olmanın yanısıra gündelik yaşama yönelik olanları, tercih edilenler listesinde ilk sırayı alır.
bu grubun yazarlarınca kaleme alınmış hikayelerde ortak bir tarz kendisini hemen hissettirir. ağdalı cümleler kurmaz, kafa yorucu, üzerinde uzun-uzadıya düşünülmesi gereken şeyler yazmazlar. temiz ve akıcı bir üslupta, içildiğinde damakta hoş bir tat bırakan şarap misalidir eserleri. etkileri uzun sürmez ama okunurlarken hoş zaman geçirtirler.
bu türün yazarları, pek ön plana çıkmaz fakat kolay-kolay da geri plana düşmezler. bu manada yazdıkları kitaplar ne best seller olur ne de bit pazarına düşer. çoğu kez standart bir okuyucu kitleleri olmakla birlikte her birinin belli sayıda müptelaları da yok değildir.
ekstrem noktalarda gezinmeyi seven meslekdaşları tarafından 'bej yazarlar' adıyla anılırlar. burada 'bej' renkten kasıt; bir nevi şampanya rengi badanaya kimsenin itiraz etmemesi, genel kabul gören bir renk olması sebebiyle, hiç bir okuyucunun itiraz etmeyeceği, edemeyeceği durum hikayeleri yazan risk almayan yazarlar olmalarını betimlemekten ibarettir.
experimental daha önceki denemelerinde de aynı türe örnekler vermişti. bir farkla ki bu kez kurgusu ve yazımında gösterilen özen bariz fark edilebiliyor. en azından hikaye, okuyucunun karşısında kafayı bulmuş, saçınık bir konsomatris edasında çıkmamış. konsomatris yine aynı konsomatris ama kendisine bayağı bir çeki-düzen verdiği her halinden belli*.
biz okuyucular, her nedense okuduğumuz öykülerde kendimizden bir şeyler bulabilmeyi pek arzu ederiz. amcaların, halaların, teyzelerin, kardeşlerin, yani, eskilerin deyimi ile 'akraba i taallukat'ın bir arada bulunduğu hikayeler, bizler için adeta biçilmiş kaftan gibidirler. hikaye karakteri olan amcayı alır yerine kendi amcamızı, baş kahramanı alıp yerine kendimizi koyu-veririz. yani, amcasının sakalına tutunup kucağına çıkmaya çalışan çocuk ben olsam ve amcam beni belimden kavrayıp bana 'dur uşağum!' dese ne olur! kime ne zararı var bunun, üstelik kime ne!
bir hikayenin okuyucuyu kendine katabilmesi ve ona; "ben de aynı şeyleri hissetmiştim bir zamanlar." ya da "aynısı bana da olmuştu." veya "ben bu anı bir yerlerden hatırlıyorum."
dedirtebilmesi çok ama çok önemlidir. eğer okuduğunuz hikayeyi bitirip kitabı kapattığınızda bir an için bile olsa, kendinizi yabancı bir yerdeymiş gibi hissediyorsanız ve o bulunduğunuz yer kendi eviniz ise o yazarı yürekten kutlamak gerek. sizi alıp kendi hayal dünyasına sokabilmeyi başarmış.
konusu, olayları, kahramanları, ortamı ve tarzı ne olursa-olsun bir yazar, hikayesinde her şeyden önce bunu başarabilmeyi amaçlar.
çok çok duygu yüklü bir öykü bu gerçekten takdir ettim.
savaş konseptini seven birisi olarak gözlerim daha canlı savaş tasvirleri ararken, hikayenin aslında dramatik bir hal alacağını kestirmeye başlamam uzun sürmedi.
daktilo, savaş konulu bir hikayede ya yazıcı erin elinde ya da postalaşmada kullanılır diye düşünürken, savaş sonrası anıların anlatımında da "kurşun seslerine" benzetilerek kullanıldığına tanıklık ettim sonradan.
elbette savaşın bizden bir savaş olması duygunun en dolu olduğu nokta. görsellerle bezenmesi de işin tuzu biberi olmuş.
anlatım, anı-dialog noktasında nasıl olmalıysa öyle şekillendirilmiş. dialoglarda aldığınız duygu ile anılardan bahsederken ki duygunun arasındaki farkları hissedebiliyorsunuz. haliyle arada geçen eski türkçe güzelliklerinin anlaşılmıyor olması pek bir sorun teşkil etmiyor. aksine, konsepte uygun kelime seçimlerini her zaman tasvip etmişimdir. hikayenin tamamı olmasa da bir kısmında dönemi anlatacak kelimeler geçmeli derim her zaman. onu çok iyi yapmış yazar, usta ve kulağa hoş gelen cümlelerle.
hikayede beni etkileyen bir diğer etmen ali isimli karakter. bana yazmayı sevdiren orta okul edebiyat hocamın da isminin ali olması, bizi dergi çalışmalarında teşvik etmesi, parçadaki ali karakterin askerlerini gözlemleyişi ve askerleri ile olan dialogları arasında parallelikler kurmama sebep oldu. okurken hem geçmişime gittim hem de parçanın verdiği milli ve insani duyguları yaşadım.
savaş konusunu seviyor olmam, savaş terimlerini de aramama gebeydi, malum. birkaç terimden çok, daktilo seslerinin kurşun seslerine benzetilmesi, cinsi tarif edilen kurşunlarla birlikte istediğimi sağlamış oldu.
herşeyden öte böyle ağır ve ciddi bir konunun cesurca ele alındığını gördüm. hikayede kopukluğun olmaması, dilinin sade olması ve geçişlerin tutrlı olması güzel bir başarı.
ve parçanın climax i için kendi adıma ali karakterinin ssavaştan sonra sıralardan bahsetmesi, öğrencilerini anması oldu. hoş, öğrencileri ile savaşa giden bir öğretmen konusu başlı başına duygu patlamasna sebep olduysa da, sonundaki o yad etme kısmında çok etkilendim.
kısacası böyle bir parça gerçekten beklemiyordum, (öküz olduğum için) çok beğendim. mutlaka okunmalı. eline sağlık.
öykünün, yazım dilinde isimlerin azlığı ve anne, baba, abi ekseninde kurulması dikkatimi çekti. sanırım, gerçek veya gerçekliği yüksek olmasının bir etkisiyle bu şekilde yazılmış. devamı/sonrası için merak unsuru var. bir daktilo öyküsü okuduğumuzu olay örgüsünü bozmadan vermiş. anlatım içinde, tekil ve değerlendirici açısı önemli şekilde yazılmış. dönem öyküsü, denilebilir.
bir hikayenin sergileneceği sahneyi sözcüklerle kurmak çok önemli bir sürecin başarıyla aşıldığının göstergesidir.
aşağıda bu betimleme sanatının güzel örneklerinden biri bulunuyor;
" bu gece de yine sokaklar var gözlerimin önüne serilmiş. Gündüzleri çocukların top oynadığı, manavın renkli meyve sebzelerini çıkardığı neşeli sokaklar. Mecbur kalmayan kimsenin hiçbir zaman girmeyeceği, savaşın durağan hali dar ve hüzünlü sokaklar. Evet, her gece... inişli çıkışlı, çiçekli, çöplü, tozlu, karlı, kaldırımlı sokaklar..."
bir an için gözlerinizi kapatın ve yukarıdaki metinde tariflenen sahneyi göz perdenizde kurmaya çalışın.
- işte! manav rengarenk meyve ve sebzelerden oluşan tezgahında kan kırmızısı elmaları önlüğüne sürterek parlatıyor.
- arkada, bir avuç çocuk havası foslamış etli bir topun peşinden bağrışmalar eşliğinde bir oraya- bir buraya koşmakta, evinin balkonundan yaşlı bir adam onlara laf yetiştirmekle meşgul.
- yaşlı bir kadın penceresinin önündeki denizliğe tünemiş bir kediyi doyurma hevesindeyken karşıki evin pencerisinde orta yaşlı bir kadın, parmaklıklarla pencere arasına özenle yerleştirdiği sardunyalarını suluyor.
- belki kör, belki çıkmaz bir sokak ama insan sesleriyle yaşıyor.
- pekiyi! ya gece? ıssız, terkedilmiş sokaklarda belki bir çingene kadın; ellerinde solmaya yüz tutmuş karanfilleri ile el-ele gezintiye çıkmış sevgililerin yolunu gözlüyor. yaşamının son günlerindeki ihtiyar bir adam gibi kesik kesik çıkan gürültülü soluğu ile bir çöp kamyonu dönüyor köşeyi ve gecenin sessizliğini bölüyor.
yukarıda tariflenen hangi olayın yazarın kaleme aldığı dar metinde yer bulmadığını iddia edebilirsiniz?
okuyucuya ufuk vermektir önemli olan. eğer yazar tarafından bu başarılabilirse, bakkal dükkanı önünde park edilmiş doğan görünümlü şahin'in ön göğsünü dantel örtüyle bile süsleyebilir okuyucu.
gicir bey'e ilişkin söylenecek çok şey var. yeri ve zamanı geldikçe ve gücümün yettiğince söylemeye çalışacağım bunları ama şimdilik şu güzel anlatım örneğiyle ile bitirmek istiyorum sözlerimi;
" Yürürken düşünüyorum evet, kaldırımları düşünmez miyim? Her yerindesin o taşların. Betonların arasından çıkmayı, yaşamayı başarmış bir cılız otun köklerindesin. Ayaklar altında ezilirken çığlığında gri taşların..."
(bkz: gri günlerdi)
en beğendiğim öykülerden biri. yazanın eline sağlık.
--spoiler--
ingiliz silahlarının markalarına karşı olan yazar hassasiyeti dikkat çekici. yani dikkat çekecek kadar gereksiz. gerçekci olmak adına mı yapılmış bilmiyorum.
balıkesirli bir muallim için acaba katıldığı çanakkale savaşımı daha unutulmazdır yoksa yaşadığı şehrin neredeyse 3 yıl yunan işgali altında kalmasımı?
iki hocanın savaştan sonra neden ayrı düştüğü ve 23 yıl görüşmemiş olmaları da havada kalmış.
--spoiler--
(bkz: mutlu sonbahar)
intihara övgü. şiir gibi bir hikaye. yok aslında bu bir şiir. sadece başında ve sonunda bazı açıklamalar girilmiş.yazar intiharı övmek le kalmamış;
--spoiler--
"hamile bir kadın intihar etmez o annedir." gibi bir itiraza da cevap vermiş. banane sizin değer yargılarınızdan, hayat benim, çocuk da benim istediğimi yaparım, istediğimi yaşatırım. ama adamın kocası olduğunu ısrarla vurgulaması buna karşı çelişki. yani yazar hikayedeki kadını toplumun genel anne kuramlarının dışına itmeye çalışırken bir yandan da onu evlilik dışı bir ilişkiye ve böyle bir ilişkiden çocuk yapmaya uzak tutmaya çalışmış. kocasını (!) intihar edecek kadar çok seven bir kadın sanırım onu kocacım diye değil de sevgilim diye sever.
--spoiler--
(bkz: vasi yolculuğu)
bu hikayeyi önce okuyorsunuz. sonra bir kez daha okuyorsunuz.sonra kurgu mu yoksa gerçekmi diye bir tartıyorsunuz. kurgu olamayacak kadar çok tesadüf sadece gerçek hayatta olur diyorsunuz. bu olmasın artık yeter derken daha beteri olunca, aradaki bir iki ufak sevinç sizi gülümsetmiyor.
otobüs metrobüs tren gibi bir yerlerde başlayan hikaye - komik gibi ama değil- bize bir insanın neden sadece toplu taşıma araçlarını tercih edeceğini daha sonra öğretiyor.
umarım gerçek bir hikaye değildir ve tamamen kurgudur. kimse bunu haketmiyor.
spoiler gerçekten de spoiler. hikayeyi okumadan okumayın lütfen.
--spoiler--
bir trafik kazasında öksüz ve yetim kalan bir genç ile aynı trafik kazasında yetim kalan bir başka genç kız, bu kötü tanışmadan sonra dost, dosttan sonra da aşık olmaları. yetmedi mi? o zaman size öksüz yetimin sığındığı dayısının nasıl bir öküz olduğunu da anlatayım. bu da mı yetmedi. yetimin annesini de öldürelim. hala ağlamıyorsanız eğer bu iki gencin evlenme kararı aldıkları gün gene bir trafik kazasında kızın ölümünü üstüne koyalım. ve bu tamda hayat herşeyi ile güzel giderken olsun.
bir iki notum daha var, ancak bu notlar sadece hikaye kurgu ise geçerli;
türkiyede insanlar daha çok baba tarafından değil de anne tarafından ermeni olur. bu tabiki genel bir kural olmasada ermeni bir adamın türklerden kız alması okadar kolay değil.
bıçaklanarak öldürülen bir insan öyle apar topar morga götürülmez. daha savcı gelecek, zabıt tutulacak. en az altı saat.
1983 toyota marka bir arabanın türkiye de satışı için çok erken bir tarih gibi geldi. araştırmak lazım. daha özal ın iktidara geldiği ilk yıl sanırım ve ciddi ithalat kanunları yürürlükte.
--spoiler--
Brooks un elli yıl falan sonra hapisten çıkınca kendisini şaşkına çeviren yeni dünyaya ayak uyduramayıp intihar etmesi ile osman beyin kendi kendine yarattığı hapisten çıktığı ilk gün intihar etmesi.
--spoiler--
bunun haricinde osman bey ve daktiloları tamamen yerli malı bir hikaye. ben bu tip yerli malı hikayeleri çok seviyorum.
darwin şöyle bir şey demiş : ne daha hızlı koşan ne de daha güçlü olan, sadece değişen şartlara ayak uydurabilen hayatta kalır. tabi ki hikayenin yazarının bize böyle bir ders vermek gibi bir amacı yok. hatta tam tersi ona göre değişmeyenler daha haklı gibi. bu bizim toplum hafızamızda yeri olan bir şey. sebebi de sanırım 80 darbesi ve hemen akabinde gelen büyük toplumsal değişimlere karşı duyulan nefret duygusu. çağ atlarken uçuruma düşen adam sayısı çok bizde.
hikayeye dönersek; sanırım en akıcı, en başarılı hikayelerden biri bu.ayrıntılarda ki özen abartılmadan kullanılmış. yazar gerçekden de başarılı bir arkadaş, emeğine selam olsun. lakin şansız bir şekilde ve sadece yazarın adı yanlış harflerle başlıyor diye üstteki bazı hikayelerde kullanılan argümanlar bu hikayede tekrar etmiş hissine kapılıyorsunuz;
--spoiler--
adliye emeklisi-çalışanı adam, mahkeme de kullanılan daktilo, intihar, intihar mektubunu daktiloda yazmak, markalı silahlar vb. derginin bu sayısında şanssız bir şekilde bir kaç ayrı yazar aynı öğeleri kullanmış.
--spoiler--
hikayeler, romanlar gibi geniş zeminli mekanlar değildirler. bir karakteri bir yerlerde bırakıp bam-başka konuların ve karakterlerin peşine düşerseniz ya hikaye uzayıp sıkıcı bir hal alır ya da dengeli değinmelerde bulunamadığınız konular bir zembil misali havada asılı kalırlar.
düştük kız'ın peşine güzel güzel gidiyorduk. aniden 'beş yıllık ömrünün kaldığını' öğrendik. doktor 'gönlünü hoş tutun' dedi. tabii beş yıl, bir insanın gönlünü hoş tutmak için oldukça uzun bir süre. yani, anan olsa tutar mısın bilmem! her neyse, ayrı bir mevzu, bizler okuyucu olarak konunun talihsiz kız teması üzerinde döneceğini beklerken kızcağız yok oldu. evet! tam anlamıyla sırra kadem bastı!
bir süre boşlukta sürüklendikten sonra kendimizi, adeta bir ortaoyunu sahnesinin içinde bulduk;
" -Ha ha! Haklısın yaşlı dostum!
-Ha ha! Bana yaşlı diyene bak sen de bu konuda pek kuru sayılmazsın..."
sonra, diyalogların hep; ha ha! şeklinde başlaması. nedir bu? özel bir amacı mı var? eğer öyle ise ben anlayamadım.
yazdığım hikayelerde benim de sık yaptığım bir hatadır; aşırı detaycı olmak. yani, hayalimdeki şeyi okuyucuya o kadar detaylı bir biçimde anlatma gereği duyarım ki; o okuyucu ya sıkılır ya da kendisinin salak yerine konduğunu düşünerek sinirlenir.
" Bu öyle bir daktilo ki başınıza kötü bir şey geldiğinde bu daktiloya hemen bir kâğıt koyup, başınıza gelen kötü olayı detaylarıyla yazarsınız ve sonra bu kâğıdı daktilodan çıkartıp buruşturup atarsınız. işinizi daha sağlam yapmak istiyorsanız yakarsınız. Bu işlemde; imha ettiğiniz kâğıtla beraber her şey sanki hiç yaşanmamış gibi başa döner. Sonrasında olayları olmasını istediğiniz gibi başka bir kâğıda yazıp duvara astığınızda bir de bakmışsınız hepsi gerçek olmuş! işte bu daktilo, bu işe yarar yavrucuğum..."
yukarıdaki metinde yazarın, her hangi bir dilbilgisi hatasına düşmeden ve olabildiğince anlaşılır bir biçimde; 'kutsal daktilo'nun kullanım şekli üzerinde yaptığı tarife harcadığı zaman ve emek, belki de tüm hikayeye harcadığı kadardır. bu öylesine kötü bir durumdur ki bu açıklama yapılmasa olmaz, yapıldığında da hikayenin akıcılığına uymaz! lanet olsun der ve yapabildiğiniz en güzel haliyle koyarsınız gereken yere.
sol düşünün beyinlerimize çaktığı platin bir çivi gibidir realizm. aslında bir yaşam biçimidir ve onun kılıcı durumundaki mantık, gerçeğe uygun olmayan hayalleri daha beyinde, henüz oluşma evresindeyken kılıçtan geçirir. özgürce hayal kurma yeteneğimizi, ufkumuzu ve yaratıcılığımızı kısıtlar. bu nedenledir ki bir yaşar kemal; ince memed'le devleşirken küçük prens'i o bilindik tadıyla asla yazamaz.
örneğin, ne çok istemişimdir; uçurumdan atladıktan sonra havada bir kuşa dönüşüp süzülerek yere inmeyi ama nerdee! değil hikaye, masal yazsam yine de yapamam. bir takıntı bu, cidden öyle!
bence bu hikayenin en eleştiriye açık tarafı; yazarının, sıcaklık ve samimiyetini okuyucuya yansıtamaması olmuş. okuyucu bunu hissettiği anda, okuduğu hikayeden tat alamaz olur. ya terk edip gider ya prensiplerini çiğnememek adına ya da sırf merakından okumayı sürdürür-bitirir ama kendisine bu eziyeti çektiren yazarı asla unutmaz.
'çok da umurumdaydı!' diyebilirsiniz elbet! ancak, yazar olma sevdasına düşmüş namzetler unutulmamalıdır ki kötü ün tahmin edildiğinden çok daha çabuk yayılır.
bazen, çok sade anlatımlarla verilen derinliğin okuyucuyu hiç de tahmin edilmeyecek biçimde etkilediği görülür.
" burada hiç bir şey beyaz değil, kıyafetimden başka."
bir ruh hastasını, zeka özürlüyü ya da beyin travması geçirmiş bir insanı, onun iç alemini, hayallerini ve duygularını yansıtmak her yazarın cesaret edebileceği bir eylem değildir. zira, ruh hastası gibi hayal kurmak, zeka özürlü gibi korkmak, beyin travması geçirmiş bir kişi gibi düşünmek, analizler yapmak ve asıl önemlisi; okuyucuya, bunları hakkıyla yansıtmak gereği vardır.
işte! iyi bir örnek;
"...ancak bana verip durduğunuz o uyarıcılar ağzımın da zihnimin de tadını kaçırıyor..."
ve biri daha;
"...hayal gücüm pek yoktur ancak bazen aklıma kapının ardı geliyor. orada bir dünya hayal ediyorum. sadece bir hayat. detayları veremeyecek kadar bulanık bir hafızam var, malum. duvarlar ise kabuslarıma giriyor. ne zaman gözlerimi kapatıp, karanlığa çekilsem, duvarların kasveti etrafımı sarıyor. renksiz, soğuk..."
gerek kurgulama biçimi ve gerekse direkt kahramanının ağzından oldukça derin ve etkileyici anlatımıyla, bu sayının okumaktan tat aldığım hikayelerinden biri oldu son teslimat.
tek kahramanlı bir hikaye, tek kişilik tiyatro oyunu kadar sıkıcı olmaya namzettir fakat hayır! sıkılmadan, yorulmadan, normal bir okuma hızında vermek istediklerini alarak, keyifle okuyorsunuz.
keşke diyorum! şu paragraflar da korkutucu büyüklüklerde olmayıp da aynı ustalıkla bölüne-bilselerdi.
(bkz: kırmızı kelimeler)
kelimeler kırmızı, oda ise beyaz. kullanmadığımız şeyler temiz kalır. peki çürümezmi ? çürümüş şeyler beyaz mıdır? bu hikayeye başladığınızda bitirmeden bırakmanız zor. fikir yürütmeden ilerlemek de zor. eğer amaç sonuna kadar okutmaksa kendini bu başarılı bir hikaye, ama en sonda hiç de beklemediğiniz bir şey olması gerekiyorsa bence hikaye sıradanlaşıyor.
--spoiler--
- kahramanımız vicdansız olduğunu mu zannediyor. sanırım kendisi böyle düşünüyor ve bu gördüğü aslında bir sanrı.
- aksi durumda yani bu olay bir sanrı değil de yazarın hayalgücünden kaynaklı bir gerçek ise, yani kahraman o odaya gitti ise eğer; yazar kahramana haksızlık yapmış. adam o kadar da kötü biri değil.
- annenin ruh hastası olması kahramanın suçu değil. "oğlum beni burda yalnız bırakıp gurbete çalışmaya gitti, dur ben kahrımdan öleyim" diyen bir anneden kurtulmuş olması evet kurtulmuş olması aslında doğru olan. yani bence.
- evet daha önce de ölürken insanın gözlerinin önünden film şeridi gibi geçen hayat hikayelerini duyduk. bu hikaye sanki onlardan biri gibi gözükse de bence yazar farklı bir yerden yaklaşmayı başarmış.
- ben şahsen kabul edilmeyen evlilik tekliflerine inanmam. eğer adam salak değilse iki yılda anlar bir kızın kendisi ile evlenip evlenmeyeceğini. bu türkiye de böyledir. iki yılda aileler filan zaten olaya dalar. hele bir de birlikte yaşamak gibi bir durum varken. bu kısım amerikanca olmuş, tabi bence.
--spoiler--
(bkz: deniz ile yolculuk)
sözlükte çizgiroman çizebilecek bir arkadaş varsa bu hikayenin yazarına ulaşsın. muhteşem bir ikili olur. ticari başarı kesin. ben kendim de bir gün çocuk kitapları yazmak istiyorum ama bakalım kısmet bu işler.
--spoiler--
manu denizin gelecekteki hayatını düzelttikten sonra susmasa idi, deniz ile iyi bir ikili olur daha bir çok insan yardım edermiydi acaba ?
farketmez manunun deniz ile yolculuğundan sonra başka çocuklarla ufak yolculuklara çıkması da seriyi devam ettirebilir.
bir kaç zayıf nokta ;
yağmurun o broşüre gerçekten ihtiyacı var mı ? daha hayati bir şey olsa idi keşke.
tubitak uzay gözlem evi var mı? bazı uzay gözlem şenlikleri yapıyorlar çocuklar için ama asli görevlerinden biri değil.belki 27 yıl sonra olur.
ufacık bir mantık hatası, deniz görevlere çıkarken kendi bulunduğu zaman duruyor. ödevini yapması yapmaması ya da diğer her şey önemini yitiriyor o zaman.
--spoiler--