"dünya bir kültür bahçesidir. Orada binlerce çiçek yetişir ve her çiçeğin kendi rengi ve kokusu vardır. Dünyamız bu bin çeşit çiçeklerle çok güzeldir. Kültürler bunlarla daha da güzelleşirler. Ama bir çiçek yok edilirse o zaman rengi ve kokusu da dünyada biter." yaşar kemal
söykü dergisi'nin çiçek temalı 19. sayısı, kapsadığı öykülerle beni ziyadesiyle memnun etti. şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; geride kalan 18 sayı içerisinde en etkileyici öykülerin bulunduğu sayılardan biri olmasının yanısıra, kimi yazarların öykü yazımındaki ciddi gelişimlerine de şahit olmak beni ayrıca mutlu kıldı.
kurulu düzen içerisinde verilen yaşam mücadelesi, insanları insanlıklarından çıkarıyor kuşkusuz. sistemin dişlileri o denli büyük ve acımasız ki, dönüş hızına ayak uyduramayanları bir anda ezip öğütüveriyor. birilerinin omuzlarına basıp yükselmeyi insani bulmayanların omuzları, bunu başarabilen diğerleri için bir basamak oluyor.
ahlaksiz ve sorumsuz, kurulu sisteme insanca tepkilerle direnen 'suphi' ve bu sisteme tümüyle uyum sağlamış 'ibrahim' karakterleri ile hayat verdiği sardunya solduğunda adlı öyküsüyle, birçok bakımdan göz doldurucu bir çalışmaya imza atmış.
iskeleti itibarı ile çok sağlam, giriş-gelişme-sonuç bölümleri yerli-yerine oturmuş. okuyucuyu, okurken yormayacak kadar sade fakat kurulan her tümcede düşünmeye, değerlendirmeye zorlayan bir anlatım şekli benimsenmiş. suphi'nin yaşadığı ikilemler net ve anlaşılır bir biçimde ortaya konduğu gibi bunlar, seçmek zorunda kaldığı yol için, okuyucu gözünde onu haklı çıkarmaya yetmişler. günlük ve sıradan olaylar ard arda o denli güzel sıralanmışlar ki bunlar, ulaşılan sona güçlü bir altlık haline dönüştürülmüşler. aile ve çevre baskısının insanların kararlarındaki etkisi realist bir yaklaşımla ve doyurucu bir anlatımla örneklenmiş.
tümcelere ya da paragraflara tek tek baktığınızda vurucu, can alıcı ifadelere rastlamıyorsunuz belki fakat öyküyü okuyup bitirdiğinizde sizi derinden etkilediğini, saptamaların çok yerinde, ölçüsünde yapıldığını gözlemliyorsunuz. bu, öykünün tüm tümceleriyle birlikte bir değer oluşturduğunu, bir yapısal bütünlük sergilediğini de gösteriyor ki öykü kurgulamasında her yazarın dikkat etmesi gereken çok önemli hususlardan biridir.
sardunya solduğunda, yukarıda saydığım niteliklerinin ötesinde yazım kurallarına uyumu ile de göz dolduruyor ve olabildiğince sade, gösterişsiz ifadeler kullanılarak da çok güzel öyküler yazılabileceğini göstermesi bakımından önemli bir örnek teşkil ediyor.
ahlaksiz ve sorumsuz'a öykü kurgulamasında gösterdiği bu örnek özeni ve okuyucusuna verdiği değer için yürekten teşekkür ediyorum.
"...muhammedi gülleri yılda yedi kez açar, şaşakalırsın cesaretine; bir bakarsın zemherinin ortasında goncalanmış, çille imiş, peçe imiş; hiç tınmamış, ayaz imiş don yermiş umursamamış, dalında gonca iken kırılıp kuruyacakmış hiç korkmamış, şaşakalırsın cesaretine nasıl mağrur nasıl coşkuludur tabiata kafa tutarken, kar buz çöker de üzerine vazgeçmez goncalanmaktan, az rastlanır bir tutkuyla var eder muhammedi gülleri kendini bıkmadan usanmadan..."
nasıl bir çiçektir bilmeseniz, adını hiç duymamış, hiç görmemiş, elinize alıp koklamamış olsanız da onları betimleyen bu güzel anlatımdan sonra 'muhammedi gülleri'ne hayranlık duymamanız elde midir? onun azmine, coşkusuna özenmemeniz, doğaya kafa tutuşunu takdir etmemeniz mümkün müdür?
belli ki yazar, bu güllerin üzerine kurgulayacak öyküsünü. var yeteneğini ortaya koyup adeta yürekleri kabartan bir girizgahla tüm övgüye değer niteliklerini bir bir tanımlayarak, uğrunda mücadele verilmeye değer varlıklar olarak okuyucu gözünde yüceltiyor onları.
ve ne denli sıcak... okuyucuyu adeta sarıp-sarmalayan bir samimiyetle yapıyor bunu. yerel tabirleri olabildiğince fazla kullanarak yöreselleştiriyor öyküsünü. genele yaymadan özele, yöresine indirgiyor ve aynı yöreye has anlatımla aidiyetin önemine vurgu yapıyor. kendi dilinin, kültürünün renklerini bir 'siyasi slogan' soğukluğunda değil bir buket çiçek nezaketinde sunuyor okuyucusuna. sanata ve sanatçıya yakışır naiflikte...
- ne güzel! ne hoş!
akilluslu'nun hemen tüm öykülerinde anonim halk hikayeleri tadı var. sanki, bir öykü yazarı değil de bağdadi ses tonuyla masallar anlatan bir masalcı nine bizlere; dizinin dibinde, nefes almadan pürdikkat dinlediğimiz.
konuları itibarı ile mesleki ya da teknik temelli öykülerin okuyucuları tarafından tam olarak algılanmaları, o konu üzerinde belli bir bilgi donanımı veya fiili tecrübe gerektirir. bunlardan yoksun okuyucular içinse detayların doğru değerlendirilmesi ve konunun ya da olayların tam olarak anlaşılabilmeleri oldukça zordur. bu nedenle de bu tip öyküler, çoğu kez konuyla ilgili belli bir kitleye hitap ederler.
borudan geçen hayaller adlı öykü de bu kategoriye girmektedir. yapılan teknik değerlendirmeler ve görünüşte zekice olan fikirlerin gerçekten öyle olup-olmadıkları, borsa koşullarında çok basit ve kahramanın teorisini kökten çürütecek bazı unsurların öykü içerisinde gözardı edilip-edilmediği, bu bilgi birikimi ya da tecrübeden yoksun okuyucular tarafından tam anlamıyla değerlendirilip analiz edilemezler. yazarın, öykü içerisinde kurguladığı diyaloglarda, karşılıklı sağlamalar ve pekiştirme gayretleri hemen göze çarpmakla birlikte bunların, konunun okuyucular tarafından tam olarak anlaşılmasına yetip-yetmediği kuşkusunu her zaman taşıması gerekir.
konunun tekniğine boğulmadan, hatta onu tümüyle bir kenara bırakarak öykünün özüne indiğinizde ise çok başarılı mesajlar barındırdığını gözlüyorsunuz.
"... hayalet, bir misafirin geldiğini fark etti. zaman alsa da insanların yaşam stillerine alışması gerekiyordu. ulvi bir amacı vardı. insan olabilmek için tüm şartlarını zorlamak, öğrenebileceği ve gizli de olsa bulabileceğini ümit ettiği bilgilere ulaşmak, çok kısa da olsa bir insanla iletişime geçip onlar gibi hissetmek için kendi diyarını bırakıp buraları gelmiş ve hiç tanımadığı bu adamın evine yerleşmişti. adam onu göremiyor, hissedemiyor ve hiç bir şekilde fark edemiyordu. hayalet de ise tüm bunlar tam tersineydi. sanki elini uzatsa adama dokunacak, ''hop birader'' diye kapı eşiğinden seslense, kendisine baktırabilecekti. iki kirişin arasına asılmış ince uzun boy aynasının karşısına geçti. bir silüet görememek üzdü ve hırslandırdı..."
yukarıdaki alıntı metin; insanı, insan olma halini yüceltici söylemlerle dolu. üstelik, öyküdeki anlatıma bakıldığında hayaletin, insan olabilme şartlarını öğrenmek için seçtiği öykü kahramanının; parasız-pulsuz, geçim sıkıntısı içerisinde kıvranan ve refaha kavuşmak için türlü yollar arayan, cin fikirli bir insan olduğunu da anlıyorsunuz.
hayaletin özellikle,
"...iki kirişin arasına asılmış ince uzun boy aynasının karşısına geçti. bir silüet görememek üzdü ve hırslandırdı..." ifadesi, hayaletin, bir insan olarak görünebilme isteğini, dahası özlemini ne derece güzel yansıtmış. düşünün bir kez! "bir insanın sadece 'boru otu' içtiğinde fark edebildiği ve o vakit de 'halüsinasyon' gördüğünü zannettiği bir hayalet olmak!" alçaltıcı bir durum olsa gerek.
hipnozcu, okuyucuya ulaştırmak istediği önemli mesajları öykünün derinlerine gömmüş. bu, öykü yazımında pek de sık rastlanan bir uygulama tekniği değildir zira çoğu okuyucu, bu zor işi gerçekleştirecek azim ve sabra sahip olmaz. dolayısı ile yazarların, bir anafikir olarak okuyucularına sunmak istedikleri mesajları, okuyucu tarafından daha kolay bulunup algılanabilecek yerlere gizlemeleri ve onların, her buldukları mesajı bir ödül olarak değerlendirerek öykülerine daha yüksek motivasyonla bağlanmalarını sağlamaları beklenir.
borudan geçen hayaller gerek konusu ve gerekse yapısı itibarı ile görmeye alıştığımız türden farklı, ilginç bir öykü.
söykü'nün yeni sayısı. (tanım biraz zorlama oldu mazur görün)
bir haftadır öyle çiçekler açıyor ki bu ülkede çiçek öykülerinin tamamını okumaya bir türlü fırsatım olmadı. üzerimdeki yorgunluğu atmak için bugün oturup bu güzelim öyküleri okuyacağım.
yazın dili ile konuşma dili arasındaki temel fark, günlük konuşma dilinde sıklıkla kullanılan çoğu argo sözcüklerin, karşılıklı diyaloglar haricinde yazın dilinde kullanılmamasıdır. bunun en önemli nedeni, gereğinden fazla kullanılan argo sözcüklerin yazını avamlaştırmasıdır ki bunun, hem dilin bozulması ve körelmesi, hem de okuyucuda istenen etkinin yaratılamaması gibi iki önemli tehlikesi bulunur.
geneline duygusallığın hakim olduğu öykülerin ise diğerlerinden önemli bir farkı vardır. tümceleri kurgularken seçilen sözcükler, deyimler ve anlatım üslubu, tariflenen ana yaraşır nitelikte naif olmalı ve yazar tarafından okuyucu zihninde oluşturulmaya çalışılan duygusal yükselişe engel teşkil etmemelidir. bu temel kural çiğnendiğinde, okuyucu tedirgin olur ve yazar tarafından ulaştırılmak istenen mesajlar gerektiği şekilde okuyucuya aktarılamadığı gibi okuyucuda oluşturulmaya çalışılan duygusal yükseliş yerini düşüşe bırakır.
"...kafa dağıtmaya diye gittiği mekanda sonunda aradığı şeyi bulmuştu, ancak artık aramasına gerek kalmayacak şekilde buldu. |eleman| ellerini tutuyor ve kendisine atması için dünyaları vereceği kahkahaları attırıyordu..."
- |eleman|ın ne çeşit bir eleman olduğunu anlıyoruz elbet! fakat o, bu biçimde betimlenirse bundan öykü zarar görür.
"...ders devam zorunluluğu olmaması ve bu yüzden |milletin| birbirini tanımaması, mert'in kısa süren mutluluğuna |limon sıkıyordu|..."
- başta 'underground öyküler' olmak üzere, salaş bir yazım üslubuyla kaleme alınmış tüm öykülerde argo sözcükler bulunabilir ama başından sonuna kadar duygu-yoğun öykülerde bu tür sözcük ya da deyimler eğreti durur ve tümce içerisindeki yerlerini yadırgarlar.
"...kendisini neden aramadığını sorduğunda |salaklığını| nasıl anlatacağını ve bunu nasıl eğlenceli hale getireceğini düşünmeye başlamıştı..."
- ne denli iyi niyetli olursa olsun bir yazarın kendi yarattığı öykü kahramanına, onu hakir gören ve okuyucu gözünde aşağılayan sözler sarf etmesi hiç de alışıldık bir durum değildir. kahramanın içine düştüğü o anki durumu "salaklık" olarak ifade etmek yerine "afallamışlık", "eli-ayağına dolanmışlık", "ne yapacağını bilememişlik" gibi yumuşak ifadelerle vermek de mümkünken üstelik.
türkçe yazım dilinde, olumsuzluk eki taşıyan sözcüklerin 'nicelemeleri' belli ve girift kurallar dahilinde yapılır. aşağıdaki tümce, bu kurallara aykırı biçimde oluşturulmuş bir örnektir.
"mert izmir'e geldiğine |ilk defa bu kadar sevinememişti| ve ondan ayrılacağına üzülüyordu."
anlam bütünlüğünü bozmayan doğru yazım şu şekilde olmalıdır;
"mert izmir'e geldiğine |ilk defa sevinememişti| ve ondan ayrılacağına üzülüyordu."
kökünden koparılmış mutluluklar adlı öykü, yukarıda sayılan olumsuzluklarına ve 'çiçek' temasına bağlı kalınmamasına karşın kahramanını saran, onda hakimiyet kuran yalnızlık hissini ve buna bağlı oluşan ruh halini okuyucuya çok iyi yansıtabilmiş.
fantastik öyküler, yalnızca çocukların değil büyüklerin de hayal dünyalarını genişletmeyi ve düşünce ufuklarını enginleştirmeyi hedefleyen bir tür olarak, özellikle son yıllarda dünyada büyük rağbet görüyor. çoğu ülkede, "büyüklere masallar" adı altında lanse edilen bu tür, hedef kitlesinde beklenen etkiyi de yaratmış ki,harry potter dizisinin ünlü yazarı j.k.rowling'in dahi son kitabı ile bu kulvara atladığı gelen bilgiler arasında. türkiye'de ise mizahi öykünün üstatlarından kabul edilen aziz nesin'in aynı adlı kitabı ile yıllar önce yüzleşme fırsatı bulmuştuk bu türle; gerçi kulvarı biraz farklıydı ama olsun. hatırlayabildiğim kadarıyla 'ahmet izci' adlı yazarın da aynı adı taşıyan bir kitabı vardı.
fantastik olay ve kahramanlar yaratarak büyük insanları etkileyebilmek, çocukları etkilemek kadar kolay bir iş değildir. bunun temel nedeni ise büyüklerin, çocuklar gibi öyküye kendilerini kaptırmaya pek de istekli davranmamaları ve yaşadıkları dünyadan ayrılıp o büyülü dünyaya kendilerini bırakmaya ayak diremeleridir. bu ayak diremenin nedeni, çocuklaşmayı kabullenememektir belki de, kim bilir.
saat sabahın beşi'ni gösterir, içinizde birkaç saat sonra gideceğiniz işinizin yoğun baskısını hisseder ve gün içinde nasıl ayakta durabileceğinizin muhasebesini yaparken, bu ayak diremenin şiddeti doğal olarak daha da artar. ta! ki türünün böylesine güzel ve etkileyici bir örneği ile karşılaşana kadar.
babil in külleri öyle bir öykü ki, ozan iyonyalı homeros'dan alınmışçasına şiirsel bir anlatımla ve daha başlangıcında sarıp sarmalıyor okuyucuyu. belli ki yazımı için büyük bir emek harcanmış, fantastik ve soyut olaylar, tarihin sayfalarından çıkarılıp da gözler önüne serilmişçesine somutlaştırılmış. anonim halk hikayelerinde olduğu gibi destansı bir havaya büründürülmüş.
"harut'un eli zühre'nin elindeydi. onun elini tutmak, içinde tarif edemediği ilk duyguyu hissettirdi. bunun adı " heyecandı ". heyecanın farklı çeşitleri vardır ama hiç birisi sevdiğinizin elini ilk kez tuttuğunuz an olduğu gibi güçlü değildir. harut, ilk heyecanı tattığında, ellerinin terlediğini fark etti. midesinde, anlamdıramadığı bir ağrı hissetti. bununda adı " kramptı " herkesin kelebeklerin uçuşuna benzettiği o anı yaşadı. henüz ruhuna bile bakamamıştı. zühre, harut'u kendine çekti. şimdi, nefesinin sıcaklığını hissedebiliyordu. artık, gözlerinin kararmaya başladığı o an gelip çatmıştı. bir eli belinde diğer eli ise zühre' nin eline sıkıca sarılmıştı. gözlerini kapattı ikisi de."
...ve derin anlamlar içeren güçlü diyaloglar;
"- sonunda, aşk'ın ne olduğunu biliyorsun. ne hissediyorsam sende onu hissediyorsun. göğsünün altında çarpan şeyi merak ediyorsun. en önemlisi, seni sevip sevmediğimi bilmek istiyorsun.
- seviyor musun ?
- evet ama ...
- ama ?
- her sevgi beraberinde korkuyu da getirir.
- korku ?
- kaybetme korkusu. onsuz olma korkusu.
- her iki insanda seviyorsa neden korkulur ?
- sevdiğin kadar sevilmezsin hiç bir zaman.
- ben sevildiğim kadar sevebilirim
- daha yeni öğrendin sevmeyi. nasıl bu kadar emin olabilirsin ?
- gözlerime bak!
harut'un gözlerine baktı zühre. cennetin ilk katını gördü. gözlerini alamadı. harut, gözlerini kapattı, zühre dünyaya geri döndü.
- çok parlak. çok mutlu. cennetteki ruhlar gibi.
- artık, sende benim nereden geldiğimi biliyorsun. beni sevebilir misin ?
- seviyorum zaten..."
bu öykü, her ne kadar bir dedenin torununa anlattığı masal olarak okuyucuya sunulmuş olsa da aslında, tam anlamıyla büyüklere yönelik. alıp da "büyüklere öyküler" adlı yeni basılacak bir kitabının baş köşesine yerleştirseniz, hiç de yadırganmayacak kadar etkileyici ve hoş. girişi, gelişmesi, sonucuyla; topyekun ve sapasağlam ayaklarının üzerinde durmayı başaran bir öykü bu.
- seni gönülden kutluyorum kaideyi taciz eden istisna. niye yalan söyleyeyim! kıskandım seni. zira böyle bir öykü yazabilme yeteneğine sahip olmayı çok isterdim. bu kez gerçekten şaşırttın beni ve isterim, şaşırtmaya devam edesin.
bir elinde çiçek diğer elinde babadan yadigar revolver.
vücudu zangır zangır titriyor, ölümün soğuk nefesi ter içindeki bedenini yalıyor, tüylerini diken diken ediyordu.
hipnotize olmuşçasına tek bir görüntüye odaklanmıştı. odaklandığı ve gözlerini ayırmadan izlediği görüntü korneasından girdiği gibi beyninde şimşek gibi çakıyor, kalbinde tarif edilmez acılara neden oluyordu."
- |silah ateşi duyuldu| ifadesini göz ardı edersek* çok başarılı bir 'öyküye başlangıç' örneği. neden mi?
- çünkü davetkar,
- çünkü zihinde, elde olmadan büyük heyecan uyandırıyor,
- çünkü gizem dolu ve okuyucu; olacaklarla dayanılmaz bir yüzleşme isteği duyuyor,
- çünkü beklentilerin ötesinde hoş ve etkileyici bir anlatım tekniği kullanılarak yazılmış.
bu aşamadan sonra yazarın işi gerçekten zordur. neden mi?
çünkü bu ani yükselişi, öykünün sonuna değin aynı düzeyde, ulaştığı noktada, doruklarda tutmak zor iştir de ondan. okuyucu tatminsizdir... ve daha da önemlisi; elde ettiği hazzı bir daha ve aynı düzeyde yaşamak da onu yeterince tatmin etmeyecektir. böyle bir başlangıç, onu hayrete düşürecek gelişmelere ve sonuçlara gebe olmalıdır, illaki.
"yüzünde donuklaşmış korku ifadesiyle boşluğa bakan kadının gözlerinde güller açıyor. gülleri tutan çocuğun boynu bükük, yüzü gül gibi kıpkırmızı utanç içinde ağladı, ağlayacak. uzaklardan kahkaha sesleri işitiliyor. sesler gittikçe yakınlaşıyor, artıyor, yakınlaşıyor, artıyor ve kulakları sağır etmeye başlıyor. kadın ve erkek seslerinin birbirine karıştığı , orgazm çığlıklarıyla yükselişe geçen, erkeklerin rahatlama hissiyle, kadınların yavaşlayan soluklarıyla finalini yapan orkestra çocuğu sonunda ağlatıyor.
ve seyirciler hep birlikte ayağa kalkıp orkestrayı alkışlıyorlar."
- öykü ilerliyor fakat halen davetkar, zihinde büyük heyecanlar uyandırmaya devam ediyor ve gizemliliği, okuyucuda, olacaklarla yüzleşme isteği uyandırıyor. hoş ve etkileyici anlatım tekniğinde ise hiçbir gerileme ya da düşme yok.
"sonu kanla biten müzikalin aktörleri 'katil' olmayı göze alabilmiş hemcinslerdi. bir anlık tereddütün kalın perdesini hunharca yırtan bu aktörler kırmızı halıda yürürken flaşlar en çok onlara patlardı.
ve müzikalin kadın seyircileri böyle zamanlarda zapt edilemezdi :
- katil herif !
- cani !
- lanet olsun topunuza !
- siz yapınca iyi, biz yapınca mı kötü ?
ve kadın seyircilerin bombardımanından kurtulan aktörün cezaevi koğuşunda volta atarken aklında kalan yegane soru : "siz yapınca iyi, biz yapınca mı kötü ?" olurdu.
vicdanla baş başa kalındığında ise sorunun cevabı şöyle olurdu : "ne siz yapınca iyi, ne biz yapınca kötü !"
- bir öykü kurgularken, zekanızı, hayal gücünüzü, yaşanmışlıklarınızı ya da tasvir kabiliyetinizi kullanarak okuyucuyu derinden etkileyen tümceler, hatta paragraflar yaratabilmeniz her zaman olasıdır fakat sanat; bunu belli bir ahenk içerisinde, başlangıç ile sonun etkileyici bir uyumu halinde okuyucuya sunabilme ve sonuç itibarı ile bu etkiyi tüm öyküye yayabilme yeteneğidir. yazar, okuyucunun yükselen duygularını, heyecanını, sona yönelik merakını; alçalmasına, irtifa kaybetmesine ve düşmesine izin vermeden, adeta bir zembil gibi tavana asmayı becerebiliyorsa sanatını icra ediyor demektir ve biz böylelerine 'sanatçı' diyoruz.
öykünün içeriğine hiç girmeyeceğim zira, neleri vermek istediği açık-seçik ortada ama sunuş biçimine, öykünün yapısal kurgusuna, iskeletindeki özene hayranlık duymamak elde değil. hele ki amatör bir yazar bunu başarabilmişse; bülent ersoy'un söylemiyle, "fevkaladenin de fevkinde" tabirini kullanmak bile, bu öykü için eğreti durmayacaktır bence.
ne tuhaf hayvanlardır şu kediler! ve inanın! onları tam olarak da anlayabilmiş değiliz henüz; iç dünyalarını, duygularını, düşüncelerini ve olaylar karşısındaki hislerini. haklarındaki birçok -bilimsel?- söylemin de zayıf dayanaklar üzerinde maval okumadan öteye gitmediğini düşünmekteyim açıkcası. bir şeyden emin olmak mümkündür haklarında ki fayda-zarar ikilemine düştükleri an hiç tereddütsüz kendilerine yönelen davranışı zarar olarak değerlendirip riski sıfırlar ve karşı eyleme, daha doğrusu taarruza geçerler; karşılarındakinin kim olduğunu dahi düşünmeden.
misalen, köşeye sıkıştırılmış bir kedinin kuyruğunu kısıp af dilediğini gördünüz mü hiç? veya saldırmadan önce karşısındakinin onu bunca zamandır besleyip-büyüten sahibi olduğunu düşünerek ayaklarına süründüğünü? başka bir nedenle kızmış ve ondan öfkesini çıkarmak niyetinde olamaz mı o sahip? veya cinnet geçirmekte olamaz mı mesela? bunun verdiği kontrol edilemez öfkeyle onun canına kastettiği düşünülemez mi? içgüdüleri neyi emrederse onu mu yapmaktadır kediler? yoksa, duygusallıkları yalnızca riskin bittiği yerde mi başlamaktadır? bir kedinin rakibine karşı kendi gücünü sınadığını? ya da karşısındaki gücün sınırlarını yokladığını gördünüz mü? böylesi bir durumda yaptığı; tıslama ile karışık bir miyavlama sayesinde olabildiğince korku yaratmak, kendince en can alıcı tek noktaya hamle yapıp pençelerini geçirmektir. çekilen acıyla bir anlık meşguliyet ise ona kaçış imkanı verir ki sonrasında yakalayabilene aşk olsun!
"kaleyi ya kuşatacaksın ya da içine sızacaksın. ben ikisini de yaptım. ne dışarı kaçabildi, ne de yardım isteyebildi. bir kadını hiç bu kadar çaresiz görmemiştim. bana güveniyordu, büyük hata! hatalarından ders almalı insan. ders alması için bir hata yapması gerekiyordu tabi. bu benim suçum mu? zorlamadım ben hiç kimseyi. kendi rızasıyla oldu. bıçakladım ama kendimi savunmak için. üstüme saldırdı, aksini ispatlayamaz; bizden başka kimse yoktu."
- insanlar içinse durum farklıdır elbet! biri tarafından ve özellikle de karşı cins tarafından beğenilmek, değer verilmek onları yumuşatır. hele ki kadınlar ve özellikle de tecrübesiz kadınlar için; yaşanılacak olası riskleri gözardı etmelerine neden olur, savunma kalkanlarını zayıflatır, gardlarını düşürür ve gözlerinin önüne bir hayal perdesi indirir. değer görme, sevilme ve güven duyma gibi insani duygular, kimi zaman da yaşamlarına mâl olur onların.
"hazal'ın odasına geçtiler. oturup sohbet etmeye başladılar. gözleri gülüyordu hazal'ın, yeni bir hayata bakıyordu sanki ona bakarken. daha yeni tanışmışlardı ama yanındayken güvende hissediyordu kendini. başına geleceklerden habersizdi. güzel günler yaşayacağını düşünerek gülümsüyordu."
- bir kedinin yaptığını yapabilseydi hazal; sonuç bu mu olurdu sizce? "olmazdı" ise "kadınların sinsi birer kediye benzedikleri" savı ne derece doğrudur? hele ki güvenir ve ilgi duyarlarken karşılarındaki erkeğe? onların zaman içinde sinsi birer kediye dönüşmelerine neden olanlar; biz erkekler miyiz yoksa? güvenlerini istismar edip tertemiz duygularını hiçe sayarak, onları aldatarak, onlara sahip olduğumuzu zannederek? eğer öyle ise bizleri böyle davranmaya iten sebepler nelerdir? "kadının namusu erkeğin elinin kiri" midir, yıkayınca geçeceği düşünülen? ah! o toplumsal değer yargılarımız, kör olasıcalar, boyu-posu devrilesiceler sizi! bu taşın altından da yine sizler mi çıktınız!
umut tüccarları ile yine etkileyici bir öykü ortaya çıkarmış tanzamanitanyeri. bir ileri-bir geri giden kurgusu, öyküye olduğundan daha yüksek bir ivme de kazandırmış. polis karakolu diyalogları ise oldukça gerçekçi ifadelerle kaleme alınmış. bir okuyucu olarak bana düşündürebildikleri bunlar, gör ki daha ne çok düşünceye kaynak olabilmiştir yazdıkları.
görevi koşmak olan atın, gerektiği ya da ondan beklendiği gibi koşmamasının bedelini ona acı çektirerek ödetmek için mi? yoksa, kamçı darbeleriyle ata yaşatılan acının, ilave adrenaline dönüşerek kanına karışmasını sağlamak ve ona yarışı kazanmak için gerekli azmi vermek için mi? kamçılamak sözcüğü; gerçek anlamını da bastıran mecazi anlamını nasıl kazanmıştır?
kuşkusuz, tazı yarışlarında, tazıların önünden bir ödül olarak sürüklenen yalancı tavşanlardan çok farklıdır kamçının etkisi. ne bir ödül ne de bir cezadır aslında. belki, yaşanılan acının verdiği ilave bir güç olarak tanımlayabiliriz bunu. tıpkı insan kavgalarında sıkça rastlanan, anaya-bacıya sövmeler gibi bir etki. gücünüzü sınamaya gerek görür müsünüz o an? yoksa, dayak yemek pahasına girişir misiniz kavgaya? bu sövgülerin ata vurulan kamçıdan ne farkı vardır sizce?
kleptomani, kişinin içerisine düştüğü ve kendisini kurtaramadığı büyük bir anafor olsa gerektir. eylem sonucu verilen cezanın büyüklüğü, bir sonraki çalma eyleminde yaşanacak korkunun ve dolayısı ile heyecanın düzeyini, diğer bir deyişle de kamçı darbesinin etkisini belirleyecektir.
komşunun bahçesinden çalınan erikler ve elmalarla başlayan, marketten çalınan çiklet ya da çikolatalarla devam eden, zaman içerisinde bir elektronik cihaza, hatta bir cüzdan çalmaya varan bu tutkunun sebebi de budur belki. her defasında duyulan daha büyük korku hissinin vücutta oluşturduğu ilave adrenalin ve gerçekleştirilen eylem sonucunda yaşanan daha büyük tatminler. tıpkı madde bağımlısı olmak gibi bir şey ama tam tersi aslında; her seferinde daha büyük dozlar alarak acılarından kurtulma ve incitici, yaralayıcı yaşamsal gerçeklerden uzaklaşma isteği değil de; kurallara meydan okuma, onlar çiğnendiğinde verilecek cezaları kamçı olarak kullanma ve her başarılı girişimi büyük bir ödül olarak kabul etme mantığı. korku var, heyecan var, azim ve kararlılık var, sonuçta alınacak hazlar, dolayısı ile güçlü bir tatmin hissi var. dahası, egonun yaşadığı ve iliklere kadar işleyen bir orgazm var. pekiyi! bütün bunlar içerisinde insani olmayan ne var?
- aklı, duygularına gem vuramamış ise bir insan daha ne isteyebilir ki... ve bir ödül niteliğindedir aslında, ilk bakışta sövgü gibi görünen şu sözler;
"pezevenk! yakalanmadığın için başıma geldi zaten bunlar da. seni bir gün yakalayamadılar ki şöyle bir güzel benim yerime pataklasınlar!"
- baba tarafından sürekli korunup-kollanmanın, bedelin hep onun tarafından ödeniyor olmasının da yusuf'un umursamaz tavrında etkisi vardır kuşkusuz;
"yıllardır her şeyi anladık, zaaf dedik hastalık dedik, gıkımızı çıkarmadık. elimizden geleni yaptık. çocukluğundan beri mahallenin milletin her şeyini yürüttün ses çıkarmadık da bu ne lan? paraya el uzatmak ne? lan senin çocukluğun yüzünden mahalleye her gün bir tomar para saydım ben. ahmet abi senin oğlan bahçeden elma çalıp kaçtı. ahmet abi senin oğlan top çalıp kaçtı. ahmet abi senin oğlan bizim kıza pandik atıp kaçtı."
- lakin, yusuf'un sürekli tekrarladığı şu sözleri;
"ben bir şey yapmadım baba."
- yıllardır dolan bardağın nihayetinde taşmasına da neden olmuştur.
"ikinci inkar ahmet in kayışını koparttı. elini geriye çektiği gibi okkalı bir tokat indirdi yusuf un sağ yanağına. yoldan geçen iki kadın durup baktılar. sadece bir saniyeliğine... ahmet onlara ters bir bakış atınca topuklu ayakkabılarının ritmini artırarak uzaklaştılar."
- şimdi ne yapacaktır yusuf? belki de ilk kez, yaptığı yanlış hareketin cezasını görmüştür. öyle midir gerçekten? yoksa, bu ceza değil de bir ödül müdür yusuf için? bir sonraki girişiminde onu daha çok heyecanlandırmaya ve daha büyük hazlar almasına neden olacak bir kamçı etkisi mi?
"benim farkım bu. zaafımın en büyük yeteneğim olması. ben yusuf gerçekoğlu. 2020 olimpiyatları 100 metre altın madalya sahibi rekortmen atlet. kazanacağım, uslanmadığım için. kazanacağım, kaderim olduğu için. düşünmeyi kesti.
çiçeklere baktı."
- öyle görülüyor ki ikincisidir.
vauvenargues'in, o yaratıcı zekasının yeni bir ürünü kleptoman bir atletin rüyası. bizleri, "şu-şudur" şeklinde kesin yargılara varamadığımız zorlu denklemlere sürüklüyor. insan denen o olağanüstü makinenin, varoluş ve gelişme sürecinde ne denli benzer ama sonuçları itibarı ile taban tabana zıt duyguların etkisinde kalabildiğini kanıtlıyor. derin derin düşünmeye ve hissetmeye zorluyor. bunu, başarıyla gerçekleştirdiği de bir gerçek, yürekten kutluyorum.
ifade anlamında görebildiğim tek kusur, ikinci alıntı metindeki "çocukluğundan beri mahallenin milletin her şeyini yürüttün ses çıkarmadık da bu ne lan?" tümcesinde |mahallenin milletin| ifadesi ki; |mahalleli milletinin| şeklinde yazılmasının hedeflendiğini düşünüyorum. yazımından sonra dikkatli bir okumayla bertaraf edilebilecek küçük bir kusur bu ama aynı nedenle de büyük bir kusur.
"zerrin üç yıldır beraber olduğu, canından çok sevdiği mahir'den ayrılmak için her zaman gittikleri meteoroloji sırtlarındaki parkı seçmişti. telefonda ''parkımıza gel'' demiş lafı fazla uzatmamıştı. sonra hala parkımız dediğini düşünüp ağlamıştı."
insan, canından çok sevdiği bir insandan ayrılmayı hangi koşullarda seçebilir. bu nasıl bir özveridir ve hangi şekilde, hangi düşüncenin etkisiyle gerçekleşmiştir? doğrusu, bu çok özel durumun ince detaylarını merak ediyor insan ve bir okuyucu olarak öğrenme isteği duyuyor. bunların yeterince detaylandırılmamış olması, okuyucu duygusallığının istenilen düzeye ulaşamamasına da neden oluyor üstelik.
- kitap aralarında saklanmış çiçekler...
o çiçekler, küçük ve narin bedenlerinde ne büyük bir yük taşırlar yıllar boyu... belki de taşıdıkları bu yükün ağırlığındandır; yıllar sonra hoyratça tutulup yerlerinden kaldırıldıkları vakit ufalanıp dökülmelerinin nedeni.
artık nefes almıyorlardır, cansızdırlar fakat onlara baktıkça, makarada dönen eski bir film şeridi gibi geçmişi ve iç sızlatan yaşanmışlıkları gösterir, tadına doyum olmayan o anları bir bir hatırlatır ve büyük hazlar yaşatırlar insana. dikenli saplarında çekilen acıları, solmuş yapraklarında yaşanılan hüznü gizlemişlerdir. yılların kaybettiremediği o renkleriyle; yaşanılan coşkuları, sevgiyi ve aşkı.
"zerrin ona bir ömür gibi gelen 5 dakikalık sessizlikten sonra "hoşçakal" diyerek onu terketmişti. gitme diyememişti. kokusunu, dokunuşunu ondan alıp gitmişti.
ta ki yıllar sonra bir kitap arasında sarı güllere rastlayana dek."
etkileyici bir son ve daha da etkileyici olabilirdi kuşkusuz ama bunun için çok kısa bir öykü bu. okuyucu bu denli kısa bir öyküde etkilenme fırsatı bulamaz. etkileyici unsurlar detaylarda gizlidir çünkü. okuyucunun daha önce yaşamadığı, hatta aklına dahi getiremediği detaylarda. okuduğu vakit kendini öykü kahramanının yerine koyup "ne kadar da etkileyici gerçekten" diyebileceği detaylarda.
bu kadar kısa bir öyküde ifade hataları olması mazur görülemez. kaldı ki, duygu dolu bir anlatım bu tip hataları da asla affetmez! üstelik, örneğimizde olduğu gibi yazıldıktan sonra en az birkaç kez okunmadan okuyucuya sunulduğunu gösterir nitelikte oldukları vakit;
"bir anda aklına ablasının eski sevgilisinden alıp kitap aralarında sakladığı çiçekler aklına geldi."
uzun uzun yıllar önce roma döneminde iki aşık varmış. bu iki aşık bir çayıra oturup öpüşürken adam birden ellerini kızın memesine doğru götürmüş. kız hemen adamın eline yapışıp ' hayır olmaz, sen beni sevmiyorsun, sen sadece sevişmek istiyorsun ' diye çıkışmış. o zaman da kızlar böyle çok nazlıyımış.
hülasa adam tüm siniriyle ' ne alakası var tatlım, ben seni cidden çok seviyorum, ileride benim karım olacaksın ' demiş. kadın haa haytt demiş yalan söylüyorsun sen, ispat et demiş.
adam iyice dellenip ' başlatma şimdi nazından ' diyerek yerdeki otları yolup kıza atmış. atar atmaz bir de ne görsün. otların içinde bembeyaz bir papatya çiçeği gözüne çarpmış. hemen aklına bir cinlik gelmiş,
bak demiş seni sevip sevmediğimi sana ispat edeyim demiş ve başlamış papatya yapraklarından seviyo sevmiyo yapmaya.. kız sormuş bu ne? sen ne yapıyon diye. adam demiş sus konuşma, bu papatya falıdır, eğer son çiçek seviyor çıkarsa demek ki seni seviyorumdur. çiçekler asla yalan söylemez demiş ve yarada sığınırak yolmaya devam etmiş seviyo sevmiyo seviyo sevmiyo derken son yaprakta seviyor çıkmış. sonra kız oracıkta ona domalmış. müthiş sevişmişler.
o günden sonra o romalı piç bunu tüm arkadaşlarına anlatmış. '' la olum alın elinize bi papatya seviyo sevmiyo yapın, seviyo çıktığı zaman kızlar boynunuza dolanıyor, hemen veriyo demiş. bunu duyan abaza köylüler ise soluğu hemen dağda bayırda çimende almış. 3 sene içerisinde köyün nüfusu 5 kat artmış ve böyle böyle papatya falı tüm dünyaya yayılmış.
hülasa işin üzücü tarafı ise halen bu fala inanan kızlarımız mevcut olmasıdır. kezban deniliyor bunlara hep. manyaklar.
kulağında karanfil taşıyan halkımın oğulları
atlanın gidiyoruz.
buğulu bir şafak vakti yeniden düşüyoruz yollara
eski zamanlarda olduğu gibi
dersimiz tarih. unutmayın kaldığımız yeri
yenilmedik daha.
masal alın koynunuza. belki dönmeyiz uzun zaman
masallar hatırlatır size doğduğunuz yeri
ilişkiler iklimini
çocukluk taşınabilir bir şeydir
alınsa da elinden geçmişi.
tütün ve tarih koyun torbanıza. kekik ve dağ ateşleri
şafağın bin yıllık anlamını, suların ve çağların sesini
ezberleyin, bilinmez otların adını hatırda tutar gibi,
ten rengi aya bakın son defa
yani geride yaşanmış ve yaşanacak bütün yaz geceleri
kaçak aşıkları, uçurum bakışlı firarları, mağrur eşkiyaları
saklar gibi
kilitleyin yüreğinizin kalelerini
anka ve Anahtar, ikinci bir emre kadar
kaf dağının ardına gitti.
kulağında karanfil taşıyan halkımın oğulları
toplayın çadırlarınızı.Eski zamanlarda olduğu gibi
çığ geliyor. çağ çöküyor.
gidiyoruz.
dudaklarınıza ninni, ıslık ve destan alın
siyah sünnet çekin gözlerinize
alıcı kuş telekleriyle
ki ışısın yaprak yeşili gözlerinize kıstırdığınız
farz olan öfke
çapraz asın tüfeklerinizi
çağın dışına sürdüğü eski masallardaki
eşkiya resimleri gibi
yurdundan ve yüzyılından
kovulmuş çocukların tarihinde
gelenek kimi zaman başkaldırma biçimi...
teni tarçın kokulu halkımın oğulları
atlanın. bizi bekliyor ay akşamları
daha yola çıkmadan eksiksiz anlatın çocuklarınıza
aklınızda kalanları
ağızlık, tesbih ve tabaka bırakın
yolları ayrı düşmüş arkadaşlara
belki görüşemezsiniz bir daha
yükse kuşlar dorukları sever
ölümse çıplak kaldığı dağları.
atlı bozkırların sararmış hülyalarını
eski sözcüklerin yüklü çağrışımlarını
yanınıza alın.
sabahı karşılayın her günkü sabahı
gülümseyin yüzünüzün sığmadığı kuşlu aynalara
mayın diye gömün yüreklerinizi
ölülerinizi verdiğiniz toprağa
vedalaşın denkleri toplanmış geçmişinizle
unutmayın göçmen tarihlerden, yerleşik zulümlerden
geçilerek varıldı yüzyılın eşiğine
sonra gece nöbetçilerinin yüksek rakımlı yalnızlığını alın
yalnızlık kullanışlı bir şeydir, bazen iyi gelir
gerektiğinde yalnız olmayı bilmeyenlerin
inanmayın beraberliğine
sonra sabır. mazlumların ve bilgelerin bize tarihsel
emanetidir,
her yerde yeni anlamlarıyla denenir.
ve her çağın hurafeleri vardır
kurban alır, kurban verir
geçer devran, takvimler el değiştirir. gün gelir zulüm de göçer
Zaman örter her şeyin üstünü
uzağı gören çocuklar bilir gelecek uzun sürer....
atlı ay akşamları
sönmüş yanardağlar.Gecenin ormanında
ilerleyen ölülerin rüzgarı
yanık fısıltılar...
gelecek günlerin düşünü kuran
kaç tarih çadır kurup sökmüş burada
yalnızlık kalmış yadigar
bir de gökyüzü
gökyüzünün mayınları yıldızlar
hem saklar, hem açıklar
çoban yıldızı, samanyolu, kervankıran
kapı komşumuzdu burada
gittiğiniz yerde de parlak mıdır bu kadar?
şimdi menzili yurt tutanlar
ne yollar, ne yıllardan geçeceksiniz
çiçek atın yenilmiş asilere
güvenin her çağda ve her yerde
uzakları iyi bilen çocuklara
kenar adamlarına, ateş insanlarına
birliğiniz dağılmaz göç yollarında
ey gurbete çıkmış halklar.
atlı ay akşamları
kalın şayak bir gece, esiyor rüzgar
gidiyoruz geleceği olmayan bir yere
ardımız sıra esiyor ölülerin rüzgarı
daha şimdiden başka yerlere gömülenlere
gidiyoruz kalın şayak bir gece
geride ne çadırlar, ne tarih, ne saltanat
yalnızca rüzgarın sesi bizi uğurluyor.
ay vurmuş alnına bütün ölülerin
yatıyorlar kimsesiz koyaklarda
ilk vuruldukları sıcaklıklarıyla
sanki dokunsalar birinin omuzuna
hep birden, her şeye yeniden başlayacaklar
ilerliyor gece, geçiyor ay
nesnelerin boşalan dünyasında
yer değiştiriyor aydınlık, tarih, mevsimler
kimsesiz koyaklarda ölüler ve ay.
kulağında karanfil
teninde tarçın
gözlerinde göç var
döner bir gün anka
kilidinde döner anahtar."
"Zenciler prensesi olacağım.
Hayat işte asıl o zaman başlayacak"
- Pippi Uzunçorap -
Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum. Birazdan da
Kırk üç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!
"Gün akşam oldu" diyorum
Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
Cam kırıkları yiyorlar
Rüyamda; bir kâse dolusu suyun içinde
Rengârenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
Hayır, sanırım sabahı bekleyemem
Bilmiyorum.
insanlar rüyalarını acilen anlatmalı.
On dört yaşındaydı ruhum bayım
Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
O ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
Sinemalarda da "organzm gıcırtıları" oynuyordu.
Kaçmaya çalıştım. Olmadı.
Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
Neyse işte
Ben her filmi hatırlarım
Sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
"Sofi'nin tercihini" seyrederken çok ağlamıştım.
Öpüşen Guramilerle ilgili bir film yapsalar
Onu da mutlaka hatırlardım.
insan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
Bir "eşya toplayıcısıyım" bayım.
Büyük gemiler de yok artık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
işte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.