43 haziran önce kaybettiğimiz bir yazara borçluyuz bu sayının temasını, bahsettiğim yazar ülkemizde toplumsal gerçeklik denince ilk akla gelen, hepimizin "almışım amirlerimden sıkı disıplın" ile tanıdığı "bekçi murtaza" karakterini yaratan, edebiyatımızın "3 kemaller"'inden biri olan "orhan kemal".
"açlığın olduğu yerde zalim, zalimin olduğu yerde açlık vardır." diyen kemal, hem öykü hem de romanlarında, kendisinin de içinde bulunduğu yokluk ve fakirliği anlatmış, bunu yaparken her ne kadar mutlu sonlar yazmasa da, insanlara karşı iyimserliğini daima korumuştur. insanların içinde hep bir iyi olduğuna inanan orhan kemal, ne yazık ki hayatı boyunca, özellikle "istanbul sanat camiası" tarafından - ki bildiğiniz gibi yayın evlerinin yazarlara karşı tasvip edilemeyecek kadar olumsuz tavrı halen sürmektedir - sömürülmüş, ciddiye alınmamış bu nedenle de başyapıtlarını yazarken bile yoklukla mücadeleye devam etmiştir.
sade, yalın ve yapay süslemelerden uzak diline rağmen, okura karakterlerini hemen yanıbaşlarındaymış gibi hissettirebilmesi ve anlatıcının dilini karakterleri ile aynı tutması eserlerini farklı ve büyük kılan etmenlerdir. orhan kemal kitapları için rahatlıkla okunulması kolay, bırakılması zor denilebilir.
duyuru: önümüzdeki sayının belirli bir konusu yok, 10. sayımızın olduğu gibi 20. sayımızda temasız olacak. öykülerinizi, 18 temmuz çarşamba akşamına kadar soykuyolla@gmail.com adresine ya da bana iletebilirsiniz. (bkz: söykü dergisi sayı 20 temasız)
Doruktan senin için kopardım bu çiçeği
O sarp bayırdan hani, suya iner eteği
Kartalın bildiği yalnız ve yaklaşabildiği
Sessizce serpilmişti kayanın çatlağında.
Gölgeler yıkıyordu burnun sağrılarını
Açıkça görüyordum: bir yengi alanında
Nasıl kızıl ve parlak bir utku anıtı
Olanca görkemiyle bir anda kurulursa
işte tıpkı öylece.
Güneşin gömülüp gittiği yerde gece
Bulutlardan bir tak yapıyordu kendine.
Yelkenliler bir bir erirken uzakta
Birkaç çatı eğimli bir vadinin dibinde
Parlayıp görünmekten ürker gibiydi sanki.
Sevdiğim, senin için kopardım bu çiçeği!
Evet, rengi uçuk ve koku yok tacında
Çünkü kökü dağların bu çetin yamacında
Yalnız su yosununun acı tuzunu içmiş.
Dedim ki: garip çiçek, şu tepenin üstünden
Bulutların, yosunun ve teknenin gittiği
Uçsuz bucaksızlığa yolcu olmalıydın sen.
Git öyleyse bir kalbin,
Her şeyden daha derin uçurumunda dağıl
Başka bir acun olan o göğüste sol artık
Göğün seni sular için yarttığı besbelli
Ben'se Sevda'ya adadım işte seni!
Rüzgar birbirine katıyordu suları;
Yavaş yavaş silinen
Belirsiz bir ışık kalmıştı yalnız günden
Ah! nasıl acılıydım ve nasıl da derinden!
Düşler içindeydim ve kapkaranlık Gece
Sonsuz titreyişlerle doluyordu içime.
geceleri elbisesiyle uyuyan bir hayaletti. evinde kaldığı adam manyağın tekiydi. bütün hayatını kapsıyordu bu manyak herif. sanki hayaleti taklit ediyor gibiydi. o gece o da elbiseleriyle yatmıştı. yeleğini dahi çıkarmamıştı. kalktı ve arandı. çiçek, sehpanın üzerindeydi. yerdeki eski çaydanlığa su doldurdu ve ocagı yaktı. çiçeği çaydanlığın alt kısmına tıkıştırırcasına koydu..hayalet öylece olanları seyrediyordu. bir çay bardağı çıkarttı. beklerken bir sigara gebertti. hayalet kendi kendine mirıldandı; ''ne içiyor lan bu..? ne çiçeğiydi çaydanlığa attığı..? derken çaydanlık kaynadı. çay bardağının beline kadar doldurdu. kapı çaldı; + kim o..? - aç macit ben + erken geldin - kaçtım. boru otu pişti mi? + hele gel içeri bakacaz pişti mi pişmedi mi. ---sayı 19 çiçek mini antrenmanlar---
sımsıcak bir nisan pazarı, penceremdeki beyaz tülün ince deliklerinden süzülüp giren sabah güneşi, göz kapaklarımı adeta tırmalayarak bana "uyan artık!" dedi. o sabah, güneşe karşı açtım gözlerimi. üstelik, uyku mahmurluğuyla iyiden iyiye kamaşmalarına hiç de aldırmayarak. beyaz mermer denizliğin üzerindeki porselen saksıda dün açan kaktüs çiçeğimin taç yapraklarını, kırmızının hiç görmediğim bir tonuna boyadı ışıkları. uzun uzun seyrettim. sonra, tüm eklemlerimi kütürdeterek tadına vara vara gerindim. yataktan bir türlü çıkmak istemeyen keyif müptelası bedenim, aniden dönüp yüzükoyun yapıştırdı kendini yatağa. sol elim bir süre gezinerek yastığın altında serin ve huzurlu bir yer aradı. dalmışım...
tekrar uyandığımda, saat 10:15'di ve saat 14:00'de önemli bir randevum vardı. hazırlanmalıydım.
çiçek hastalığına yakalanmıştı abbas.
yüzünde oluşan çukurlar ilk aşkı annesinden yadigar kalan göbek deliğini anımsattı ona.
gülümsedi.
bir ömür boyu birlikteyiz desene anne dedi.
kaşındı.
'gül bahçesine su vererek beyhude zahmet çekmesin bahçıvan, fidanlarını sele versin!
değil bir gül, bin gül bahçesine de su verse senin yüzün gibi açan bir gül yetiştiremez.'
"Zenciler prensesi olacağım.
Hayat işte asıl o zaman başlayacak"
- Pippi Uzunçorap -
Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum. Birazdan da
Kırk üç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!
"Gün akşam oldu" diyorum
Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
Cam kırıkları yiyorlar
Rüyamda; bir kâse dolusu suyun içinde
Rengârenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
Hayır, sanırım sabahı bekleyemem
Bilmiyorum.
insanlar rüyalarını acilen anlatmalı.
On dört yaşındaydı ruhum bayım
Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
O ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
Sinemalarda da "organzm gıcırtıları" oynuyordu.
Kaçmaya çalıştım. Olmadı.
Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
Neyse işte
Ben her filmi hatırlarım
Sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
"Sofi'nin tercihini" seyrederken çok ağlamıştım.
Öpüşen Guramilerle ilgili bir film yapsalar
Onu da mutlaka hatırlardım.
insan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
Bir "eşya toplayıcısıyım" bayım.
Büyük gemiler de yok artık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
işte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.
kulağında karanfil taşıyan halkımın oğulları
atlanın gidiyoruz.
buğulu bir şafak vakti yeniden düşüyoruz yollara
eski zamanlarda olduğu gibi
dersimiz tarih. unutmayın kaldığımız yeri
yenilmedik daha.
masal alın koynunuza. belki dönmeyiz uzun zaman
masallar hatırlatır size doğduğunuz yeri
ilişkiler iklimini
çocukluk taşınabilir bir şeydir
alınsa da elinden geçmişi.
tütün ve tarih koyun torbanıza. kekik ve dağ ateşleri
şafağın bin yıllık anlamını, suların ve çağların sesini
ezberleyin, bilinmez otların adını hatırda tutar gibi,
ten rengi aya bakın son defa
yani geride yaşanmış ve yaşanacak bütün yaz geceleri
kaçak aşıkları, uçurum bakışlı firarları, mağrur eşkiyaları
saklar gibi
kilitleyin yüreğinizin kalelerini
anka ve Anahtar, ikinci bir emre kadar
kaf dağının ardına gitti.
kulağında karanfil taşıyan halkımın oğulları
toplayın çadırlarınızı.Eski zamanlarda olduğu gibi
çığ geliyor. çağ çöküyor.
gidiyoruz.
dudaklarınıza ninni, ıslık ve destan alın
siyah sünnet çekin gözlerinize
alıcı kuş telekleriyle
ki ışısın yaprak yeşili gözlerinize kıstırdığınız
farz olan öfke
çapraz asın tüfeklerinizi
çağın dışına sürdüğü eski masallardaki
eşkiya resimleri gibi
yurdundan ve yüzyılından
kovulmuş çocukların tarihinde
gelenek kimi zaman başkaldırma biçimi...
teni tarçın kokulu halkımın oğulları
atlanın. bizi bekliyor ay akşamları
daha yola çıkmadan eksiksiz anlatın çocuklarınıza
aklınızda kalanları
ağızlık, tesbih ve tabaka bırakın
yolları ayrı düşmüş arkadaşlara
belki görüşemezsiniz bir daha
yükse kuşlar dorukları sever
ölümse çıplak kaldığı dağları.
atlı bozkırların sararmış hülyalarını
eski sözcüklerin yüklü çağrışımlarını
yanınıza alın.
sabahı karşılayın her günkü sabahı
gülümseyin yüzünüzün sığmadığı kuşlu aynalara
mayın diye gömün yüreklerinizi
ölülerinizi verdiğiniz toprağa
vedalaşın denkleri toplanmış geçmişinizle
unutmayın göçmen tarihlerden, yerleşik zulümlerden
geçilerek varıldı yüzyılın eşiğine
sonra gece nöbetçilerinin yüksek rakımlı yalnızlığını alın
yalnızlık kullanışlı bir şeydir, bazen iyi gelir
gerektiğinde yalnız olmayı bilmeyenlerin
inanmayın beraberliğine
sonra sabır. mazlumların ve bilgelerin bize tarihsel
emanetidir,
her yerde yeni anlamlarıyla denenir.
ve her çağın hurafeleri vardır
kurban alır, kurban verir
geçer devran, takvimler el değiştirir. gün gelir zulüm de göçer
Zaman örter her şeyin üstünü
uzağı gören çocuklar bilir gelecek uzun sürer....
atlı ay akşamları
sönmüş yanardağlar.Gecenin ormanında
ilerleyen ölülerin rüzgarı
yanık fısıltılar...
gelecek günlerin düşünü kuran
kaç tarih çadır kurup sökmüş burada
yalnızlık kalmış yadigar
bir de gökyüzü
gökyüzünün mayınları yıldızlar
hem saklar, hem açıklar
çoban yıldızı, samanyolu, kervankıran
kapı komşumuzdu burada
gittiğiniz yerde de parlak mıdır bu kadar?
şimdi menzili yurt tutanlar
ne yollar, ne yıllardan geçeceksiniz
çiçek atın yenilmiş asilere
güvenin her çağda ve her yerde
uzakları iyi bilen çocuklara
kenar adamlarına, ateş insanlarına
birliğiniz dağılmaz göç yollarında
ey gurbete çıkmış halklar.
atlı ay akşamları
kalın şayak bir gece, esiyor rüzgar
gidiyoruz geleceği olmayan bir yere
ardımız sıra esiyor ölülerin rüzgarı
daha şimdiden başka yerlere gömülenlere
gidiyoruz kalın şayak bir gece
geride ne çadırlar, ne tarih, ne saltanat
yalnızca rüzgarın sesi bizi uğurluyor.
ay vurmuş alnına bütün ölülerin
yatıyorlar kimsesiz koyaklarda
ilk vuruldukları sıcaklıklarıyla
sanki dokunsalar birinin omuzuna
hep birden, her şeye yeniden başlayacaklar
ilerliyor gece, geçiyor ay
nesnelerin boşalan dünyasında
yer değiştiriyor aydınlık, tarih, mevsimler
kimsesiz koyaklarda ölüler ve ay.
kulağında karanfil
teninde tarçın
gözlerinde göç var
döner bir gün anka
kilidinde döner anahtar."
uzun uzun yıllar önce roma döneminde iki aşık varmış. bu iki aşık bir çayıra oturup öpüşürken adam birden ellerini kızın memesine doğru götürmüş. kız hemen adamın eline yapışıp ' hayır olmaz, sen beni sevmiyorsun, sen sadece sevişmek istiyorsun ' diye çıkışmış. o zaman da kızlar böyle çok nazlıyımış.
hülasa adam tüm siniriyle ' ne alakası var tatlım, ben seni cidden çok seviyorum, ileride benim karım olacaksın ' demiş. kadın haa haytt demiş yalan söylüyorsun sen, ispat et demiş.
adam iyice dellenip ' başlatma şimdi nazından ' diyerek yerdeki otları yolup kıza atmış. atar atmaz bir de ne görsün. otların içinde bembeyaz bir papatya çiçeği gözüne çarpmış. hemen aklına bir cinlik gelmiş,
bak demiş seni sevip sevmediğimi sana ispat edeyim demiş ve başlamış papatya yapraklarından seviyo sevmiyo yapmaya.. kız sormuş bu ne? sen ne yapıyon diye. adam demiş sus konuşma, bu papatya falıdır, eğer son çiçek seviyor çıkarsa demek ki seni seviyorumdur. çiçekler asla yalan söylemez demiş ve yarada sığınırak yolmaya devam etmiş seviyo sevmiyo seviyo sevmiyo derken son yaprakta seviyor çıkmış. sonra kız oracıkta ona domalmış. müthiş sevişmişler.
o günden sonra o romalı piç bunu tüm arkadaşlarına anlatmış. '' la olum alın elinize bi papatya seviyo sevmiyo yapın, seviyo çıktığı zaman kızlar boynunuza dolanıyor, hemen veriyo demiş. bunu duyan abaza köylüler ise soluğu hemen dağda bayırda çimende almış. 3 sene içerisinde köyün nüfusu 5 kat artmış ve böyle böyle papatya falı tüm dünyaya yayılmış.
hülasa işin üzücü tarafı ise halen bu fala inanan kızlarımız mevcut olmasıdır. kezban deniliyor bunlara hep. manyaklar.
"zerrin üç yıldır beraber olduğu, canından çok sevdiği mahir'den ayrılmak için her zaman gittikleri meteoroloji sırtlarındaki parkı seçmişti. telefonda ''parkımıza gel'' demiş lafı fazla uzatmamıştı. sonra hala parkımız dediğini düşünüp ağlamıştı."
insan, canından çok sevdiği bir insandan ayrılmayı hangi koşullarda seçebilir. bu nasıl bir özveridir ve hangi şekilde, hangi düşüncenin etkisiyle gerçekleşmiştir? doğrusu, bu çok özel durumun ince detaylarını merak ediyor insan ve bir okuyucu olarak öğrenme isteği duyuyor. bunların yeterince detaylandırılmamış olması, okuyucu duygusallığının istenilen düzeye ulaşamamasına da neden oluyor üstelik.
- kitap aralarında saklanmış çiçekler...
o çiçekler, küçük ve narin bedenlerinde ne büyük bir yük taşırlar yıllar boyu... belki de taşıdıkları bu yükün ağırlığındandır; yıllar sonra hoyratça tutulup yerlerinden kaldırıldıkları vakit ufalanıp dökülmelerinin nedeni.
artık nefes almıyorlardır, cansızdırlar fakat onlara baktıkça, makarada dönen eski bir film şeridi gibi geçmişi ve iç sızlatan yaşanmışlıkları gösterir, tadına doyum olmayan o anları bir bir hatırlatır ve büyük hazlar yaşatırlar insana. dikenli saplarında çekilen acıları, solmuş yapraklarında yaşanılan hüznü gizlemişlerdir. yılların kaybettiremediği o renkleriyle; yaşanılan coşkuları, sevgiyi ve aşkı.
"zerrin ona bir ömür gibi gelen 5 dakikalık sessizlikten sonra "hoşçakal" diyerek onu terketmişti. gitme diyememişti. kokusunu, dokunuşunu ondan alıp gitmişti.
ta ki yıllar sonra bir kitap arasında sarı güllere rastlayana dek."
etkileyici bir son ve daha da etkileyici olabilirdi kuşkusuz ama bunun için çok kısa bir öykü bu. okuyucu bu denli kısa bir öyküde etkilenme fırsatı bulamaz. etkileyici unsurlar detaylarda gizlidir çünkü. okuyucunun daha önce yaşamadığı, hatta aklına dahi getiremediği detaylarda. okuduğu vakit kendini öykü kahramanının yerine koyup "ne kadar da etkileyici gerçekten" diyebileceği detaylarda.
bu kadar kısa bir öyküde ifade hataları olması mazur görülemez. kaldı ki, duygu dolu bir anlatım bu tip hataları da asla affetmez! üstelik, örneğimizde olduğu gibi yazıldıktan sonra en az birkaç kez okunmadan okuyucuya sunulduğunu gösterir nitelikte oldukları vakit;
"bir anda aklına ablasının eski sevgilisinden alıp kitap aralarında sakladığı çiçekler aklına geldi."
görevi koşmak olan atın, gerektiği ya da ondan beklendiği gibi koşmamasının bedelini ona acı çektirerek ödetmek için mi? yoksa, kamçı darbeleriyle ata yaşatılan acının, ilave adrenaline dönüşerek kanına karışmasını sağlamak ve ona yarışı kazanmak için gerekli azmi vermek için mi? kamçılamak sözcüğü; gerçek anlamını da bastıran mecazi anlamını nasıl kazanmıştır?
kuşkusuz, tazı yarışlarında, tazıların önünden bir ödül olarak sürüklenen yalancı tavşanlardan çok farklıdır kamçının etkisi. ne bir ödül ne de bir cezadır aslında. belki, yaşanılan acının verdiği ilave bir güç olarak tanımlayabiliriz bunu. tıpkı insan kavgalarında sıkça rastlanan, anaya-bacıya sövmeler gibi bir etki. gücünüzü sınamaya gerek görür müsünüz o an? yoksa, dayak yemek pahasına girişir misiniz kavgaya? bu sövgülerin ata vurulan kamçıdan ne farkı vardır sizce?
kleptomani, kişinin içerisine düştüğü ve kendisini kurtaramadığı büyük bir anafor olsa gerektir. eylem sonucu verilen cezanın büyüklüğü, bir sonraki çalma eyleminde yaşanacak korkunun ve dolayısı ile heyecanın düzeyini, diğer bir deyişle de kamçı darbesinin etkisini belirleyecektir.
komşunun bahçesinden çalınan erikler ve elmalarla başlayan, marketten çalınan çiklet ya da çikolatalarla devam eden, zaman içerisinde bir elektronik cihaza, hatta bir cüzdan çalmaya varan bu tutkunun sebebi de budur belki. her defasında duyulan daha büyük korku hissinin vücutta oluşturduğu ilave adrenalin ve gerçekleştirilen eylem sonucunda yaşanan daha büyük tatminler. tıpkı madde bağımlısı olmak gibi bir şey ama tam tersi aslında; her seferinde daha büyük dozlar alarak acılarından kurtulma ve incitici, yaralayıcı yaşamsal gerçeklerden uzaklaşma isteği değil de; kurallara meydan okuma, onlar çiğnendiğinde verilecek cezaları kamçı olarak kullanma ve her başarılı girişimi büyük bir ödül olarak kabul etme mantığı. korku var, heyecan var, azim ve kararlılık var, sonuçta alınacak hazlar, dolayısı ile güçlü bir tatmin hissi var. dahası, egonun yaşadığı ve iliklere kadar işleyen bir orgazm var. pekiyi! bütün bunlar içerisinde insani olmayan ne var?
- aklı, duygularına gem vuramamış ise bir insan daha ne isteyebilir ki... ve bir ödül niteliğindedir aslında, ilk bakışta sövgü gibi görünen şu sözler;
"pezevenk! yakalanmadığın için başıma geldi zaten bunlar da. seni bir gün yakalayamadılar ki şöyle bir güzel benim yerime pataklasınlar!"
- baba tarafından sürekli korunup-kollanmanın, bedelin hep onun tarafından ödeniyor olmasının da yusuf'un umursamaz tavrında etkisi vardır kuşkusuz;
"yıllardır her şeyi anladık, zaaf dedik hastalık dedik, gıkımızı çıkarmadık. elimizden geleni yaptık. çocukluğundan beri mahallenin milletin her şeyini yürüttün ses çıkarmadık da bu ne lan? paraya el uzatmak ne? lan senin çocukluğun yüzünden mahalleye her gün bir tomar para saydım ben. ahmet abi senin oğlan bahçeden elma çalıp kaçtı. ahmet abi senin oğlan top çalıp kaçtı. ahmet abi senin oğlan bizim kıza pandik atıp kaçtı."
- lakin, yusuf'un sürekli tekrarladığı şu sözleri;
"ben bir şey yapmadım baba."
- yıllardır dolan bardağın nihayetinde taşmasına da neden olmuştur.
"ikinci inkar ahmet in kayışını koparttı. elini geriye çektiği gibi okkalı bir tokat indirdi yusuf un sağ yanağına. yoldan geçen iki kadın durup baktılar. sadece bir saniyeliğine... ahmet onlara ters bir bakış atınca topuklu ayakkabılarının ritmini artırarak uzaklaştılar."
- şimdi ne yapacaktır yusuf? belki de ilk kez, yaptığı yanlış hareketin cezasını görmüştür. öyle midir gerçekten? yoksa, bu ceza değil de bir ödül müdür yusuf için? bir sonraki girişiminde onu daha çok heyecanlandırmaya ve daha büyük hazlar almasına neden olacak bir kamçı etkisi mi?
"benim farkım bu. zaafımın en büyük yeteneğim olması. ben yusuf gerçekoğlu. 2020 olimpiyatları 100 metre altın madalya sahibi rekortmen atlet. kazanacağım, uslanmadığım için. kazanacağım, kaderim olduğu için. düşünmeyi kesti.
çiçeklere baktı."
- öyle görülüyor ki ikincisidir.
vauvenargues'in, o yaratıcı zekasının yeni bir ürünü kleptoman bir atletin rüyası. bizleri, "şu-şudur" şeklinde kesin yargılara varamadığımız zorlu denklemlere sürüklüyor. insan denen o olağanüstü makinenin, varoluş ve gelişme sürecinde ne denli benzer ama sonuçları itibarı ile taban tabana zıt duyguların etkisinde kalabildiğini kanıtlıyor. derin derin düşünmeye ve hissetmeye zorluyor. bunu, başarıyla gerçekleştirdiği de bir gerçek, yürekten kutluyorum.
ifade anlamında görebildiğim tek kusur, ikinci alıntı metindeki "çocukluğundan beri mahallenin milletin her şeyini yürüttün ses çıkarmadık da bu ne lan?" tümcesinde |mahallenin milletin| ifadesi ki; |mahalleli milletinin| şeklinde yazılmasının hedeflendiğini düşünüyorum. yazımından sonra dikkatli bir okumayla bertaraf edilebilecek küçük bir kusur bu ama aynı nedenle de büyük bir kusur.
ne tuhaf hayvanlardır şu kediler! ve inanın! onları tam olarak da anlayabilmiş değiliz henüz; iç dünyalarını, duygularını, düşüncelerini ve olaylar karşısındaki hislerini. haklarındaki birçok -bilimsel?- söylemin de zayıf dayanaklar üzerinde maval okumadan öteye gitmediğini düşünmekteyim açıkcası. bir şeyden emin olmak mümkündür haklarında ki fayda-zarar ikilemine düştükleri an hiç tereddütsüz kendilerine yönelen davranışı zarar olarak değerlendirip riski sıfırlar ve karşı eyleme, daha doğrusu taarruza geçerler; karşılarındakinin kim olduğunu dahi düşünmeden.
misalen, köşeye sıkıştırılmış bir kedinin kuyruğunu kısıp af dilediğini gördünüz mü hiç? veya saldırmadan önce karşısındakinin onu bunca zamandır besleyip-büyüten sahibi olduğunu düşünerek ayaklarına süründüğünü? başka bir nedenle kızmış ve ondan öfkesini çıkarmak niyetinde olamaz mı o sahip? veya cinnet geçirmekte olamaz mı mesela? bunun verdiği kontrol edilemez öfkeyle onun canına kastettiği düşünülemez mi? içgüdüleri neyi emrederse onu mu yapmaktadır kediler? yoksa, duygusallıkları yalnızca riskin bittiği yerde mi başlamaktadır? bir kedinin rakibine karşı kendi gücünü sınadığını? ya da karşısındaki gücün sınırlarını yokladığını gördünüz mü? böylesi bir durumda yaptığı; tıslama ile karışık bir miyavlama sayesinde olabildiğince korku yaratmak, kendince en can alıcı tek noktaya hamle yapıp pençelerini geçirmektir. çekilen acıyla bir anlık meşguliyet ise ona kaçış imkanı verir ki sonrasında yakalayabilene aşk olsun!
"kaleyi ya kuşatacaksın ya da içine sızacaksın. ben ikisini de yaptım. ne dışarı kaçabildi, ne de yardım isteyebildi. bir kadını hiç bu kadar çaresiz görmemiştim. bana güveniyordu, büyük hata! hatalarından ders almalı insan. ders alması için bir hata yapması gerekiyordu tabi. bu benim suçum mu? zorlamadım ben hiç kimseyi. kendi rızasıyla oldu. bıçakladım ama kendimi savunmak için. üstüme saldırdı, aksini ispatlayamaz; bizden başka kimse yoktu."
- insanlar içinse durum farklıdır elbet! biri tarafından ve özellikle de karşı cins tarafından beğenilmek, değer verilmek onları yumuşatır. hele ki kadınlar ve özellikle de tecrübesiz kadınlar için; yaşanılacak olası riskleri gözardı etmelerine neden olur, savunma kalkanlarını zayıflatır, gardlarını düşürür ve gözlerinin önüne bir hayal perdesi indirir. değer görme, sevilme ve güven duyma gibi insani duygular, kimi zaman da yaşamlarına mâl olur onların.
"hazal'ın odasına geçtiler. oturup sohbet etmeye başladılar. gözleri gülüyordu hazal'ın, yeni bir hayata bakıyordu sanki ona bakarken. daha yeni tanışmışlardı ama yanındayken güvende hissediyordu kendini. başına geleceklerden habersizdi. güzel günler yaşayacağını düşünerek gülümsüyordu."
- bir kedinin yaptığını yapabilseydi hazal; sonuç bu mu olurdu sizce? "olmazdı" ise "kadınların sinsi birer kediye benzedikleri" savı ne derece doğrudur? hele ki güvenir ve ilgi duyarlarken karşılarındaki erkeğe? onların zaman içinde sinsi birer kediye dönüşmelerine neden olanlar; biz erkekler miyiz yoksa? güvenlerini istismar edip tertemiz duygularını hiçe sayarak, onları aldatarak, onlara sahip olduğumuzu zannederek? eğer öyle ise bizleri böyle davranmaya iten sebepler nelerdir? "kadının namusu erkeğin elinin kiri" midir, yıkayınca geçeceği düşünülen? ah! o toplumsal değer yargılarımız, kör olasıcalar, boyu-posu devrilesiceler sizi! bu taşın altından da yine sizler mi çıktınız!
umut tüccarları ile yine etkileyici bir öykü ortaya çıkarmış tanzamanitanyeri. bir ileri-bir geri giden kurgusu, öyküye olduğundan daha yüksek bir ivme de kazandırmış. polis karakolu diyalogları ise oldukça gerçekçi ifadelerle kaleme alınmış. bir okuyucu olarak bana düşündürebildikleri bunlar, gör ki daha ne çok düşünceye kaynak olabilmiştir yazdıkları.