daha iyi olabilecek bir hikaye olmasına rağmen ilk öykü olmanın verdiği heyecanla kendini tam anlamıyla ifade edememiş bir öykü bu.
yazar, sonraki öykülerinde noktalama işaretlerine dikkat edilip, aktarılan konu, tasvir ve detaylarla zenginleştirilirse, kendisinin sahip olduğu duygusal yapıyla birlikte daha nice güzel öykülerin ortaya çıkacağının sinyallerini veriyor.
Bir çırpıda okunan ve betimlemeleri enfes olan bir hikaye. şu cümledeki özene bakar mısınız?
'neoklasik tarzda döşeli ve üzerine düşen ışığın etkisiyle göz kamaştırıcı bir hal alan, beyaz renkli perdeleri, işlemeli beyaz yatak örtüleri, beyaz peluş halısı, mobilyası ve odanın bir köşesinde, ilk bakışta dekoratif bir unsurmuş gibi duran fakat gerçekte harlı yanan çinilerle bezeli beyaz sobası ile adeta versailles sarayı'nın o mükellef yatak odalarından birindeydiler, gonca ve hakan. '
sobaya atılan elbise, erkek egemen toplumun değer yargıları ile şekillendirilmeye çalışan kadının, önemsenmediğini fark edince ne kadar kızabileceğini gösteriyor. ayrıca yukarıdaki cümlede tasvir edilen soba eviniz ne tarzda döşenmiş olursa olsun sahip olmayı isteyeceğiniz bir şekle sahip. yazarın sobayı tarif etmedeki ustalığı takdire şayan. öyle ki, ister istemez o odayı ve o sobayı gözünüzde canlandırıp öyküye öyle devam ediyorsunuz.
Kadınların toplum içinde sürekli olarak birilerinin karısı ya da bazılarının annesi olarak anılmadan önce her birinin aslında başlı başına bir birey olduğunu vurgulayan bu hikaye bu sayıya çok yakışmış.
Hikaye, karakterler ve konuşma dili olarak ilgi çekici. gündelik yaşamı dallandırıp budaklandırmadan anlatılması okuyucuyu hikayenin içine çekiyor. öyle ki okurken sıkılmıyorsunuz. sıkmadan okutmayı sağlamak zor olmasına rağmen, yazar bunu, başarmış. öyküde küfür içeren cümleleri de yerinde ve yakışan şekilde kullandığından, bu, bir edepsizlik değil, olayın örgüsündeki taşlardan biri olmuş.
yazarın bir sonraki öyküleri için beklenti içine sokan bu öyküde, nazar boncuğu olsun diyebileceğim iki nokta var ki söylemeden geçemeyeceğim. ilki, başlığın hikayeyi tam olarak tanımlayamaması, ikincisi ise özel isimlerin sürekli tırnak işareti ile yazılmış olması. bu, hem görsel olarak yorucu hem de dil bilgisi olarak yanlış ama dediğimiz gibi nazar boncuğu olsun ki , yazarın, söykü'deki ilk öyküsüne nazar değmesin.
kalemi daim olsun.
yoğun duygusal içeriğe sahip öykülerde ya da öykülerin böylesi bölümlerinde okuyucuda tam motivasyon gerçekleşir. öyle ki, en ufak ayrıntılar dahi dikkat çekici olurlar. dolayısı ile bu tür bölümler kaleme alınırken metne daha bir özen göstermek, tümceler ardı-ardına oluşturulur ve dizilirken kullanılan sözcüklerin taşıdığı ve ifade ettiği anlamlar kadar, metnin yapısını da önemsemek gerekir.
öykülerde gerçekleştirilen durum tasvirlerinde, aynı varlık isimlerinin ardı-ardına tekrar edilmesi, okuma ahengini bozduğu gibi okuyucu açısından rahatsızlık verici bir durumdur. cümlenin kurgulanış biçimine göre, özne ya da nesne olarak bu varlıkların isimlerini tekrar tekrar yazmak yerine, cümleleri birbirine bağlamak suretiyle metnin okunmasında akıcılık sağlanabilir.
"...sağ eliyle dolma kalemini kavradı, defterin sayfasını çevirdi ve sayfanın en üstüne büyük harflerle "hayat" yazdı. sol elini çenesine götürüp sıvazlamaya başladı, sol elini viski dolu şişenin ağzına götürerek, şişenin ağzındaki cam tıpayı kaldırdı. şişeyi kavrayıp bardağa tek yudumluk viskiyi yavaşça akıttı ve şişeyi masaya bıraktı. bardağı sağ eliyle kavradı ve bardaktan bir yudum viski aldı, bardağı hızlıca masanın üzerine bıraktı ve hafifçe itti..."
yukarıdaki metinde gerçekleştirilen durum tasvirini, özüne hiç dokunmaksızın bir de şu şekilde ifade edelim;
"...sağ eliyle dolma kalemini kavradı, defterin sayfasını çevirdi ve sayfanın en üstüne büyük harflerle "hayat" yazdı. sol eliyle önce çenesini sıvazladıktan sonra viski dolu şişenin ağzına götürerek cam tıpayı kaldırdı ve onu kavrayıp bardağa tek yudumluk viskiyi yavaşça akıttıktan sonra masaya bıraktı. sağ eliyle bardağı kavradı ve bir yudum viski aldı. ardından, hızlıca masanın üzerine bırakarak hafifçe itti..."
görüldüğü gibi metnimiz daha kısa ve daha akıcı bir hal aldığı gibi ardı-ardına sağ/sağ, sol/sol, bardak/bardak, şişe/şişe tekrarlarının yarattığı itici halden de kurtulmuş oldu.
aynı durum, şu metindeki 'bluz' ve 'sandık' için de tekrarlanabilir şüphesiz;
"...yatağının ucunda duran meşe ağacından yapılmış sandığın kapağını kaldırdı sandığın içinde duran yeşil bluzu elleriyle tutarak hafifçe yukarı kaldırdı. bluzu burnuna yaklaştırdı ve kuvvetlice bluzun üzerindeki kokuyu içine çekti. bluzu usulünce katlayıp yavaşça sandığın içine bıraktı ve sandığın kapağını kapattı..."
öykülerin yapısal kurgusunda dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli husus, blok haldeki paragraflardan kaçınmaktır. bu tip paragraflar, okuyucu için korkutucu olduğu gibi okuma esnasında, sehpada duran çay bardağını veya içki kadehini almak için verilen kısa aralardan sonra metne yeniden dönüldüğünde kalınan yeri bulmak açısından da okuyucuya büyük kolaylık sağlar. bu bağlamda, öykümüzün son paragrafının en az dört paragrafta sunulması yerinde olurdu bence. hem böylelikle, okuyucuya da bir nefes alma imkanı yaratılmış olabilirdi.
influx'un, bildiğim kadarıyla ilk öyküsü bu ve bence onda ciddi bir duygusal potansiyel var. örneğin şu iki tümce;
"...bilakis hayat zalimdir, birine sırılsıklam aşık olursun, onu hayal edersin, acı çekersin. hayatını birleştirmek istersin onunla, ama hayat, nefret eder senden, imkan vermez sana..."
ve şunlar bunu gerçekten de kanıtlar nitelikte;
"...onu kaybettiğimden beri hiçbir kadını sevemedim, hiçbir insanı tam olarak sevemedim. neredeyse yarım asır oldu, ve zannediyorum ki bakir ayrılacağım bu dünyadan. inandığım bütün değerleri kaybettim, sadece ona kavuşabileceğim başka bir dünyayı hayal edebiliyorum, ona orada sarılabileceğim, teninin kokusunu ağır ağır, içime sindirerek çekebileceğim tertemiz bir dünyayı..."
ancak, yapısal kurgu anlamında kendisini biraz geliştirmesi gerekiyor. istedikten sonra bu, kısa sürede sahip olunabilecek bir öğretidir. yeter ki içi, bu sıcacık ve üretken duygusallığı kaybetmesin.
öykülerde giriş bölümleri çok çok önemlidir. zira, bu bölümlerde yazar ile okuyucu arasında sessiz bir diyalog kurulur. bu diyaloğun başlangıcı ile okuyucunun yazara kendi nazarında bir değer biçme süresi ise zannedildiğinden çok kısadır. hele ki yazar, popüler bir kişi değil veya okuyucu tarafından tanınmıyor ise bu süre çok daha kısa olur. bu nedenle yazar, öyküsüne başlarken kurduğu cümleleri titizlikle seçmeli, bunu yaparken de hem kendi meşrebi, hem öykü karakterlerinin özellikleri ve hem de öykünün gelişme ve sonuç bölümlerine yönelik çarpıcı ve özgün ipuçları verebilmelidir ki okuyucunun ilgisini çekebilsin.
"...izninizle hemen konuya gireceğim. izninizi rica ettim çünkü siz bana izin verip hikayeyi anlatmama, yani hikayeyi okumaya devam etmezseniz, küçükken sobaya hiç dokunmadığımdan başka bir şey anlatmış olmam ve bu cümle aslında her şeyi anlatsa da yeterince güçlü değil..."
okuyucu, kendisine ne yapması gerektiğini söyleyen bir yazardan hoşlanmaz! yazar, okurun zamanının çok kıymetli olduğunu ve bu süreci elinden gelen en iyi şekilde değerlendirmesi, dolayısı ile de ona bir ilkokul öğretmeniymişcesine direktifler vermemesi gerektiğini hiç aklından çıkarmamalıdır. aksi durum, okuyucuyu irite eder ve öyküden kopmasına, en azından yeterince motive olamamasına neden olur ki bu hiç de istenmeyen bir durumdur.
öykü anlatımında zaman seçimleri, okunan öyküde gerekli akıcılığın sağlanabilmesi anlamında önemlidir. bu nedenle de bir paragraf içerisinde oluşturulan cümlelerde aynı zaman kipinin kullanımına dikkat edilmesi gerekir. eğer farklı zaman kiplerini kullanmak yazar tarafından bir zorunluluk olarak görülüyor ise yeni bir paragraf oluşturulmalıdır ki okuyucu zaman kargaşasına düşmesin.
"...zamanında, ta ilkokulda selma diye bir kızcağız, oyuncağına takılıp sobanın üstüne düşmüştü. o yaşta insanın refleksleri pek kuvvetli olmaz. hal böyle olunca yüzünün yarısını yapıştırdı merete..."
- ilk cümle -miş li geçmiş zaman,
- ikincisi geniş zamanda yapılan bir tespit,
- üçüncüsü -di li geçmiş zaman.
pekişmesi için aynı metni bir de şu şekilde kurgulayalım;
"...zamanında, ta! ilkokulda selma adında bir kızcağız, oyuncağına takılıp sobanın üzerine düşmüştü. o yaşta bir çocuğun refleksleri pek kuvvetli olmazmış. hal böyle olunca da yüzünün bir yanını yapıştırmıştı merete..."
metnimiz; daha iddiasız, daha akıcı, daha içten ve dolayısı ile okuyucu açısından daha sıcak bir hale dönüştü, sizce de öyle değil mi?
sonrasında, anneannenin garip ve birbirlerinden bağımsız hikayeleri ile karşılaşıyoruz;
güzel yemek pişirmesi, fırıncının fırında yaktığı adam, çevreyi saran yanık insan eti kokuları, polis kusmukları, adnan menderes'in gözünün açık gitmesi, ruhu ve diğerleri ile okuyucuyu farklı farkı konulara sürükleyen, neyin amaçlandığı pek de belli olmayan bir bölüm.
sonuç kısmında yazar, bu gidişattan kendisi de hoşlanmamış olacak ki şöyle bitirmiş öyküsünü;
insanın iliklerine işleyen bu aşk öyküsü yazarın Başarılı tasvirleri sayesinde okuyucuyu öykünün içine hapsedecek kadar akıcı ve o ana inandıracak kadar gerçekçi duruyor.
Başlarda ufak detaylarla süslenmiş ormandaki minik kulübe, yanan soba, iki aşık karakterin bir arada olması, birbirlerine sevgi dolu gözlerle bakmaları vb. insana adeta huzur veriyor neden sonra çok şiddetli olmayan hafif kırgınlıklarla dolu diyaloglar başlıyor; bir ayrılıktan terkten söz ediliyor gibi ilk başta anlam veremiyorsunuz ve sonra üzülüyorsunuz. Bir yandan da araya serpiştirilmiş hayatın zavallı halini sindirmeye çalışan bir adamın endişelerine dalıyorsunuz. Arada ders alınması gereken insanlık adına kutsal sayılacak çıkarımlar, düşünceler ve endişelerden bahsedilmesi ana karaktere ısınmamızı, ona karşı sempati duymamızı sağladı öyle ki onun tarafında olup bir an aşkla ilgili endişesi ve kırgınlığını belirttiğinde ona empati duymamak imkansızlaşıyor. Okuyucu öyküye bağlamanın yollarından biri duygularına dokunabilmekten geçer. Bu genellikle ya merak ya empati ya acıma ya kızgınlık ya da nefrettir.
en son kısımsa büyük bir şok geçirmenize neden oluyor. verilen her bir detayın amacını daha da iyi anlıyorsunuz. bu arada başlık çok anlamlı olmuş, öykünün ruhuna yakışmış. Bu öyküyü akıcı kılan diyaloglardı etkili kılansa sonuydu. Başarılı bir çalışma siyahgiyenadamı tebrik ediyorum.
yazarın duygu ve düşüncelerini anlattığı yazım türüne 'deneme' adı veriyoruz. denemeler, günlük konuları ele alabildiği gibi cilekli turta'nın yaptığı şekilde, geçmişe yönelik de olabilirler.
ismini Montaigne'in Denemeler adlı eserinden alan bu yazın türü, klasik, edebi, felsefi, eleştirel ve izlenimsel olmak üzere beş grupta incelenir. 'yalnız, yorgun, bitkin ama hala sıcak' bunlar içerisinde izlenimsel denemeye bir örnek olarak kabul edilebilir.
öykülerde; karakterler, -- ki bunlar çoğu zaman bitki, hayvan ve insanlar gibi canlıdırlar -- koşullar ve olaylar ön plandadırlar. oysa denemelerde, duygu, düşünce ve görüşlerin hakimiyeti söz konusudur ve genel itibarı ile iddiası olmayan fikir yazıları olarak tanımlanabilirler.
bu tür eserlerde temel problem; bilgi ve tecrübenin samimi bir sohpet havasında, diğer bir deyişle, yeterince duygu katılarak ifade edilemeyişidir ki bu durumda, yazın bir ders kitabına dönüşerek okuyucuyu ciddi anlamda sıkar.
bu bağlamda denememizin başlangıcına bakıyoruz;
"...küçücüktüm. hayal meyal hatırlıyorum köydeki evimizin sobasını. eski, paslanmış, dökülmüş, onca yılın ağırlığını, onca yıl sıcaklığında taşımış bir soba.
içinde ekmeklerin pişirildiği, kestanelerin çevrildiği, üzerinde çaydanlığın hiç eksik olmadığı bir soba. çocukluğumdan bugüne kadar gelen tek şey..."
bir anda o denli sıcak ifadelerle karşılanıyoruz ki içimiz ısınıveriyor ve devam ediyoruz;
"...dışarıya çıktım, birkaç odun aldım kucağıma. bir bebek kadar masumdular o an benim için. yorgun, bitkin, yalnız sobanın kapağını açtım, odunları yavaşça yerleştirip, gazete yardımıyla tutuşturdum.
çıkardığı sesler, benim çocukluğumun sesleriydi..."
gidişattan anlıyoruz ki yazar; kişisel tecrübelerini, bilmiş tavırlarla okuyucuya ders vermek için kullanmayacak. tam tersi, yaşamını ve anılarını samimi bir üslupla aktarıp duygu ve iddiasız düşüncelerini bir dost havasında bizlere paylaşacak.
"...arkamda bıraktığım çocukluğumun, en güzel yerindedir soba. yalnız, yorgun, bitkin, ama hala sıcacık..."
hayatı paylaştıkça büyür ve çoğalır sevgiler. yaşamı-yaşanmaya değer kılan da bu sevgilerle oluşturulan dostluklar değil midir zaten?
- "hayat paylaşınca güzel!"
duygu dolu paylaşımın için teşekkürler cilekli turta. yazının türü ne olursa olsun, anlamlı ve açık cümlelerin, duygu dolu anlatımın için dahi yazdıkların okunmaya değerdi. yaz lütfen! yaz ki hayatı paylaşmaya devam edelim seninle.
sevgi vermenin neden bizlerden bir şeyler eksiltmekte olduğunu düşünürüz hep? üstelik, sevgilerimiz içimizde kaldığı, onları çevremize dağıtmadığımız sürece çevremizdekilerin gözünde değerlenip-çoğalamayacağımız açık olduğu halde.
- bu cimriliğimiz, yaşamlarımızı yaşayış biçimimiz ile alakalı olsa gerek.
çokça üretip hızlıca tüketmek üzerine kurulu bir düzende, yalnızca mal-mülk ile sınırlı kalmıyor hızlıca üretilip-tüketilenler. ilişkileri, aşkları ve insanları da hızla elde edip çabucak tüketmeye başlıyoruz istemsiz. o denli hızlı yaşıyoruz ki hayatı; detaylardaki güzellikler atlanıyor, kolay elde edilenler değersizleşiyor, zor elde edilenler ise sadece elde edildikleri an için bir değer taşıyor, ardından pul oluveriyorlar her ne iseler artık.
"...Hep dersin ya demirden bir kalbin var, sevgi işlemez! diye. Ben çocukken, kabına sığmayacak kadar çok sevgi vardı bedenimin içinde, her bir hücremde... Çetin bir kış gibi geçti hayatım ve her kar fırtınası, her sel, her kasırga sevgi yığınından alarak götürdü, eksiltti..."
yaşamın, aylin'in bedeninden sevgiyi nasıl da alıp götürdüğü ne güzel ifade edilmiş öyle değil mi? şimdi bu paragrafa aşağıdaki iki paragrafı da ard-arda ilave edelim;
"...okuldan geldiğimde sobanın arkasında bulunan küçücük tekli koltukta büzüşür, kömür aleviyle al al olmuş yanaklarımın ateşiyle çocuk masumiyeti kokan rüyalara teslim ederdim kendimi. Derken büyümeye başladım. Kışların masumiyetini korumaya kömürün alevi, sobanın ateşi yetmedi..."
ve durmadan devam ediyoruz;
"mutsuz bir kadının çocuğu olarak var olmaya çalışmak belki de var oluş savaşlarının en zoruymuş, büyürken bunu anladım. Bu savaşı verirken eksilttiğim çocukluğum ve sevgi birikimim yerini hiçbir zaman seni mutlu edemeyen ve her zaman şikayet ettiğin demirden kalbe bıraktı."
bu üç paragraf öykünün bel kemiği aslında; tüm yapı bu üç paragrafın üzerine çatılmış, öykü bu temel üzerine bina edilmiş ve ben, çok belirgin bir örnek olduğu için sizlere bunu aktarmak istedim.
diyorum ya hep! yapısal kurgu, iskelet, bel kemiği vs. işte! o bu öykü için bu üç paragraftır ki gerisi şüphesiz gerekli fakat teferruatlardır.
bu üç paragrafı öyle hemen geçmek olmaz. zira, bu kadar küçük metinlere bu denli büyük anlamlar yüklemek, üstelik bunu yaparken amatörlükten uzaklaşıp profesyonelliğe varan zengin ifadeler kullanmak azımsanacak bir iş değildir. bunun için de yazarı ayrıca tebrik etmek gerek.
kendi kullandığım teferruat ifadesine takıldım aslında. bilmem! "bunu söylerken aşağıdaki şu metne haksızlık mı ettim acaba" diye;
"iki farklı dudak birbiri ile buluşup bir olduğunda, ölümsüzlük akıtan çeşmeden içeri girmişti. achilles'in ölümsüzlük kuyusuna girmesi gibi... diye geçirdi içinden. Yana yana eridi, yok oldu Selim ölümsüzlüğün dipsiz kuyusunda."
Gerek anlatımı, gerek kullanılan kelimeleriyle insanı olduğu yerden alıp olayın geçtiği köye götüren, enfes bir hikâye olmuş. Kısa, öz ve keyifli. Soba teması aslında hikâyenin -gerçekten- ana konusu ama biraz köşede kalmış sanki. Aslında; bu sanki kısa bir hikaye değil de uzun bir dönem romanının girizgahı gibi olmuş. Sözün özü, gerçekten olmuş. Yazarın ilk söykü denemesini bu kadar başarılı görünce de devamını beklemekten başka çare kalmıyor.
güzel bir hikaye farklı bir konu. Gündelik hayatta çok rastlanan bir durum aslında bu bilmem kimin sevgilisi olayı. Gerçektende bir insan sevgisiyle diğer bir insanı kontrolü altında tutabiliyor farkında olmadan (veya farkında olarak) tek sıkıntısı birden bitmiş olması. Biraz daha bu gölgelenme konusu işlenebilirmiş. Mesela birkaç farklı mekanda, arkadaş ortamlarında, belki aile ortamlarında falan. Ama tabi bir söykü sever olarak bu konu pek rahatsız etmedi beni.
yazarın, öykünün sonunda düştüğü nottan da belli olacağı üzere, ilk öyküsü. Risksiz bir konu seçmiş ama anlatımda biraz geride kalmış. Biraz daha süsleyebilseydi hikâyesini daha iyi olurmuş sanki. Alatımın geride kalması da hikâyenin klişeye dönmesine neden olmuş. Ufak noktalama hataları var ancak en çok eksikliği hissedilen şey; konuşma çizgisi(-) veya tırnak işareti(").
Ancak şunu söyleyebilirim ki, ilk deneme için oldukça başarılı. Yazdıkça açılacağına inanıyorum influx. Ellerine sağlık.
--
Akcknın daha evvelden söykü için yazılmamış bazı yazılarını da okumuştum. Kendine ait, karamsar ama umut dolu bir tarzı var ve bu tarzda çok güzel yazıyor. işlediği konuları genelde romantik seçmesi ve yasak aşkları anlatması artık alışıldık bir durum oldu. Biraz buradan yola çıkıp daha başka anlatımlar deneyebilir bence. Anlatımı ve tasvirleri, kurgusu gayet akıcı
yeni bir söykü yazarı da cilekli turta. Yazdığı yazıya yüzde yüz öykü dersem yalan atmış olurum zira öyküden ziyade, hani böyle filmlerin sonlarında bir yandan başrol oyuncusu anlatır görüntüler akar gider ekrandan. Olaylar gelişir Anlatıcının sesiyle beraber. Onun gibin bişey işte. değişik bir tarz olmuş. Okunması kolay.
kısa ve net tümcelerle kaleme alınmış masalsı anlatım tekniğinin ustaca kullanıldığı, zengin mekan tasvirleri dışında kişi tasvirlerine fazlaca yer verilmediği halde eksikliği hiç de hissedilmeyen, standart öykü kalıpları dışında kendine özgü yapısı ve sağlam iskeleti ile gerçekten hoş ve etkileyici bir öykü bu.
o derece içten bir üslubu var ki yazarın, okuyucu ister istemez, bir ninenin dizinin dibinde toplaşıp onun ağzından masal dinleyen torunlarından biriymiş gibi hissediyor kendisini. o nine, yani yazar, tüm yaşamını o yörede geçirmiş de bizlere yaşanmışlıklarını anlatıyor sanki. yani anlatılanlar o derece sahici, anlatım tekniği o derece içten.
"... iki katlı taş evin kapısı her gün tekinsiz, gözleri kıpkırmızı, kimi şalvarlı kimi panturlu her yaştan erkek tarafından parola el şeklindeki pirinç tokmak ile çalınır,
'ağa'nın yaşlı karısı 'hayriye' kapıyı aralar, uzatılan parayı alıp saman kağıda sarılı küçük bir paket uzatır kapıyı hemen kapatırdı..."
ağa'ya dikkat ettiniz umarım! bırakın gözünü-kaşını, burnunu-kulağını, boyunu-posunu, bir ismi bile yok! eksikliğini hissediyor musunuz? ben hissetmiyorum. pekiyi! neden? zira, o ağanın nasıl bir yapıya sahip olduğu, şekli-şemali, "ağa" dendiği anda beynimizde kendiliğinden oluşuveriyor. anlaşılıyor ki yazar, verdiği imgelerle okuyucunun kendi beyninde öykü karakterlerinin fiziksel özelliklerinin oluşturulmasını istemiş ve böylelikle okuyucunun hayal gücünü de zorlamaya ve daha önemlisi onu öyküsünün içine çekmeye çalışmış. çok zekice...
öykülerde kullanılan küfürlü ifadeler, yerinde, zamanında ve ölçüsünde kullanılmadığı taktirde okuyucuyu irite eder. bu nedenle de kullanılması en tehlikeli unsurlardan biridir.
"...ağa, ağa anan, bacın arvadın düzem, iki katlı evde oturdun diye ağa oldun??ağa yeni karın düzem şalvarı çıkardın pantur giydin diye beg oldun? 'ağa' çık karşıma ula!! senin canın alacam!!..."
yukarıdaki metin, ağa'nın kardeşi mahmut'un söyleminden. öyküde belki de üzerinde en fazla durulmuş, hakkında en detaylı tasvirlerin yapıldığı kahraman mahmut. kelimenin tam anlamıyla pisliğin teki ve bu söylem onun şahsında hiç de yadırganmıyor. ölçü budur işte! tam zamanında, tam yerinde ve ölçüsünde.
akilluslu'nun söykü'de yayımlanan ilk öyküsü bu. umarım son olmaz da devam eder. yine bizleri dizinin dibine toplar da dinlemeye doyum olmayan yeni yeni masallar anlatır.
sarman'ın ya da tekir'in kenarında kıvrılıp uyuduğu, yaşlı ninemizin kıyısına yer minderi atıp oturduğu, kızgın tablasında kestane, kabak çekirdeği ve ekmek kızarttığımız, bakır cezvelerde hatırlı kahveler pişirip, keklik kanı çaylar demlediğimiz sobalar.
kimi zaman; annelerimizin bizleri içerisine yerleştirdiği ve "fingirdeyip durmasana!" diyerek kafamıza hamam tasını indire-indire yıkadığı o çinko leğenlerde banyo suyumuz olarak, kimi zaman; ailenin yeni ferdinin kakalı bezlerini yıkamak ya da sümüklü bez mendillerimizin kaynatılması için, kimi zaman da ninelerimizin bel ağrısını hafifletmek için kullandıkları termofora sıcak su hazır etmek için hep var olan ve nerede ise soba ile bütünleşmiş ibrikle birlikte anımsadığımız sobalar...
...ve kimi soğuk kış günleri, biz çocuklarını odalarımızda uyuyor zannedip gürül-gürül yanan sobanın önünde sevişirken, koridordan gizlice dikizlediğimiz anne ve babalarımızla yaşamımızda unutulmaz bir yer edinmiş sobalar...
- envai çeşit öyküler yazıla-bilir onlar için. haydi! sizler de oturun klavyelerinizin başına ve yazın! paylaşın bizlerle yaşama dair güzellikleri. soba için bugün son gün.
umarım diğer öykücüler daha romantik daha yaratıcıdır. öykü göndermek için son iki gün- eğer gerçekten ilham perisi veya buna benzer bir şey varsa sizinle olsun, kolay gelsin.
153 ocak önce doğan bir yazara borçluyuz bu sayının temasını, bahsettiğim yazar "hiçbir şeyden bahsederken, her şeyi anlatan", durum öykücülüğünün hatta durum komedisinin atası sayılabilecek "anton çehov"'dan başkası değil.
"hayat seni güldürmüyorsa, espriyi anlamadın demektir." diyen çehov'un eserleri genel olarak; sıradan insanların, hayatlarının rutini içerisinde düştükleri trajikomik bir durumun nitelikli tasvirleridir. "memurun ölümü"'nde, basit bir memurun; opera izlerken öksürmesi, önünde oturan üst rütbeli kişinin ensesine bir miktar tükürük sıçratması ve içine düştüğü "özür dileyip dilememe" kararsızlığı, eserlerinin geneline mükemmel bir örnektir.
yoğun bir toplum eleştirisi içeren eserlerinde çehov, yalın bir dil kullanmayı seçmiş, kara mizahtan sürekli olarak faydalanmış, eleştirilerini asla nutuk çeker edasıyla sunmamıştır, bu nedenle sanırım kendisi hakkındaki bu yazıyı da burada kesmek en güzeli olacaktır.
radyatörlerin ısıttığı evlerimizde artık sıcaklığın - çehov'un cırcır böceğinin cırıltısı olarak tasvir ettiği - sesini duyamasak da, umarım okuduğunuz öyküler sobanın içinden gelen o sesi size hatırlatır.
duyuru: önümüzdeki sayının konusu "kapı". öykülerinizi, 14 şubat perşembe akşamına kadar soykuyolla@gmail.com adresine ya da bana iletebilirsiniz. (bkz: söykü dergisi sayı 16 kapı)